Reklam
Reklam
Av. Abbas BİLGİLİ

Av. Abbas BİLGİLİ

[email protected]

İNANMAK YA DA İNANMAMAK

15 Ekim 2025 - 09:14

İNANMAK YA DA İNANMAMAK

 

Filozofların, düşünürlerin, yazar ve şair tüm sanatçıların Tanrı’ya inanmaları ya da inanmamaları konusundaki düşünceleri hep ilgimi çekmiştir. Kim neden inanır ya da inanmaz? Bu konuda İnanmak ya da İnanmamak ismiyle bir de kitap yazmış ve bazı önemli şahsiyetlerin inanmaları ya da inanmamaları konusundaki görüşleri üzerinde durmuştum. İnanan birisi olarak taraflı olduğumu  belirtmiş ve kitapta inananlara da inanmayanlara da yer vermiştim. Yine aynı kitapta, inanmayanların da kalbinde Tanrı’nın ayak izleri olabileceğini, bir arayış ya da alternatif veya ikame bir “Varlık” ihtiyacı duyduklarını belirtmiştim.

Bugünlerde okuduğum Warren Ward’ın Aşık Filozoflar (Say Yayınları, 2025) isimli kitabında da benim tezimi destekler mahiyette bir bilgiye rastladım. Felsefede varoluşçuluk düşüncesinin ateist kanadındaki en önemli iki isim Heidegger ve Sartre’dır. Martin Heidegger Varlık ve Zaman isimli kapsamlı eseri ile felsefeye ve bu bağlamda varoluşçuluğa çok önemli katkı yapmış bir filozof. Ciddi bir dinî eğitim almış olsa da felsefe dünyası onu Tanrı’ya inanmayanlar grubunda kabul ediyor. Burada Heidegger’in inançsızlığı üzerinde uzun ve derin analizler yapmak istemiyorum. Sadece Aşık Filozoflar isimli Türkçe baskısı yeni yayınlanan kitapta rastladığım bir bilgiyi paylaşmak istiyorum. Heidegger 26 Mayıs 1976’da öldü. Ölümünden kısa süre önce beklenmedik bir şey yapmış. Katolik bir papaz olan  Peder Bernhard  Welte ile görüşme talep etmiş. Ne konuştukları bilinmiyor, çünkü bu özel görüşmenin içeriği açıklanmamış. Kitabın yazarı tahminde bulunarak “Belki de hızla ölüme yaklaşan filozof, vicdan azabını dindirmek için eski inancına dönme ihtiyacı hissetmişti” diyor. Filozofun cenaze merasiminde de bulunan aynı papaz, bir de konuşma yapmış ve “O her zaman gerçeği aradı… yöntem olaraksa düşünmeyi seçti” demiş. İnançsız bir insanın ölümden önceki son düzlükte bir din adamıyla görüşme talep etmiş olması ve bunun gerçekleşmesi, merak uyandıran bir olgu değil mi? Acaba Heidegger bu pederle ne konuştu?  Tahmin üzerinden çok şey söylenebilir ama doğrusunu Allah bilir.

Heidegger’den çok etkilenen ve hatta “boşluğa fırlatılmışlık” ya da “dünyaya bırakılmışlık” görüşlerini ödünç alıp, kendi sistemini kuran J. P. Sartre’da da, benzer bir durumun söz konusu olduğunu İnanmak ya da İnanmamak isimli kitabımda yazmıştım. Felsefeci Veysel Dindar’ın Seçme Felsefi Yazılar isimli kitabında yazdığına göre Paris-Match dergisinin 12 Aralık 1986 sayısında Sartre ile ilgili bir yazı çıkmış. İddiaya göre, Fransız Katolik düşünürü Jean Guitton ile yapılan bir söyleşide, Sartre, ömrü boyunca Tanrı’yı inkâr etme konusunda yanıldığını, kendisinin de yanıldığını kabul ettiğini, artık ömrünün sonuna doğru O’nun varlığına inandığını, bunu bir yazıyla yayınlama isteğinin Simone de Beauvoir tarafından engellendiğini söylemiş.      

Tanrı’ya inanmayan bu düşünürlerin ömürlerinin son demlerinde Tanrı’yı hatırlamış olma ihtimalleri var, ancak yine de bu bilgilere ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Çünkü kesinlik ifade eden bilgiler değil. Hem kesin ve somut değil, hem de başkalarının rivayetine dayanıyor. Rivayetler ne kadar güvenilir? 

Bunları yazmak ve hatırlatma ihtiyacı duymamın sebebi, benzer bir durumun Nazım Hikmet için de iddia edilmiş olmasıdır. Nazım’ın ilk şairlik dönemlerinde yoğun dinî duygular taşıyan şiirler yazdığı biliniyor. Ama komünist ideali düşüncesinin ana merkezi haline getirdikten sonra din ile bir ilişkisinin olmadığı da biliniyor. Daha önce de medyaya yansıyan bir haber birkaç gün önce yeniden Türk medyasında yer buldu. Romanya’da yaşayan Türkolog ve tarihçi Mustafa Mehmet Ali, 1957 yılında Rusya’dan Romanya’ya gelen Nazım Hikmet’le görüşmesinden bahsediyor. Nazım, Romen yetkililerden Türkçe bilen bir görevli istemiş ve bu şahsa görev verilmiş. Adamın anlattığını gazetelere yansıdığı kadarıyla buraya alıyorum:

“Nazım Hikmet bana ‘Bu akşam Kadir Gecesi, beni camiye götür’ dedi. Açıkçası şaşırdım ama hayır demedim. Akşam ezanından sonra arabayı hazırladım, birlikte gittik.”

Tarihçi Mehmet Ali, o gece Nazım Hikmet’in camide son derece duygusal anlar yaşadığını anlattı:

“İftardan sonra camiye vardık. İmamla önceden konuşmuştum, cemaate haber verdim.
Nazım içeri girdiğinde herkes onu görünce şaşırdı. Yüzünü cemaate dönüp birkaç söz söyledi.
 Heyecanlandı, gözleri doldu.”

Mehmet Ali, şairin camiden çıktıktan sonra fenalaştığını da anlattı:

“Köprüyü geçerken ‘Kardeşim ben ölüyorum’ dedi. O kadar heyecanlanmıştı ki nefesi kesildi. Hemen bir yere oturttum, bir süre dinlendi. O anı hiç unutamadım.”

Mehmet Ali, Nazım Hikmet’in bu isteğini “manevi bir özlem” olarak yorumladığını ifade etti:

“Nazım Hikmet’in içinde derin bir hasret vardı. Camiye gitmek istemesi, geçmişine, çocukluğuna ve inançlarına duyduğu bir özlemdi. Belki de yıllar sonra ilk kez o gece ruhsal bir huzur bulmuştu.”

Nazım’la ilgili bu bilgileri veren kişinin ne kadar doğru söylediğini bilmiyoruz. Daha önce de belirttiğim gibi, bu tür bilgilerin kesinlik kazanmadığı sürece ihtiyatla karşılanması gerekir. Bu bilgiler doğru olsa dahi, Nazım’ın davranışını dine dönüş olarak değil, memleket özlemi olarak anlamak daha isabetli olur. Çünkü Nazım’daki memleket özleminin çok büyük olduğu biliniyor. 

İnanmak konusunda şunu söyleyebilirim; ıssız adaya düşen yalnız insanın sahildeki ayak izlerini Tanrı’nın izleri olarak yorumlayan görüşü her zaman önemsedim. Buradan hareketle inanmayanların kalbinin arka sokaklarında da Tanrı’nın ayak izleri belirsiz de olsa mevcut olabilir. Bu sebeple peşin hükümden uzak durmak gerekir diye düşünüyorum.  

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum