TOTALİTERİZM VE PENCERE
Abbas Bilgili
Ünlü bir mimar olan La Corbusier (1887-1965), “Pencere evin en çok kısıtlanmış organıdır” diyor. Bu cümlede pencerenin bir unsur değil de “organ” olarak nitelendirilmesi dikkate çekici. Zira mimar, pencereyi göz olarak düşünüyor ve ışık sağlama ile havalandırma işlevlerinden ziyade dışarıya bakma işlevini önemsiyor. Pencerenin sadece bir ışık kaynağı değil, manzara için bir çerçeve olduğu düşünülüyor. Pencerenin klasik işlevleri olan ışık ve havalandırmanın yanında modern pencerenin çağdaş işlevinin görmek olduğu üzerinde duruluyor.
Bir başka mimar Perret’nin “Pencere insandır, dik durur” sözüne eleştirel bakan La Corbusier, yatay pencerenin dikey pencereden daha işlevsel olduğunu belirterek, “Yatay bir pencereyle aydınlatılmış bir odadaki fotoğraf levhası, iki dikey pencereyle aydınlatılmış bir odadakinin dörtte biri kadar pozlama gerektirir” diyor. Mimarın burada pencereyi fotoğraf makinası merceğine benzettiğini görüyoruz. Pencere bir mercekse, ev de doğaya çevrilmiş bir fotoğraf makinasıdır. Bu durumda dışarısı da bir resimdir. Buradan hareketle “dışarısı daima içerisidir” sonucuna ulaşılıyor. Sonuç olarak pencerenin görme işlevinin önemi öne çıkarılmaya çalışılıyor diyebiliriz.
Mimarların böyle bir tartışmanın içerisinde olduğu ortam, şüphesiz özgürce mesleklerini icra etmeleri ve eserlerini üretirken işlevselliğe göre değerlendirme yapıp sonuca ulaştıkları bir ortamdır. Pencerenin işlevinin ne olduğu, tipinin şöyle ya da böyle olması serbest ortamın düşünce ve eylem özgürlüğü çerçevesinde biçimleniyor.
Bir de ortamın özgür olmadığını ve binanın penceresiz olduğunu varsayalım. Penceresiz bina olur diyeceksiniz. Elbette penceresiz evler ve kamu binaları da olabilir. Gerçek hayatı bir kenara bırakarak kurgu üzerinden ilerleyelim; George Orwell’ın 1984 isimli romanındaki olaylar çok sert bir totaliter yönetim dönemindedir. Özgürlüğün hiç olmadığı, insanların sürekli ekranlarla gözetim altında tutulduğu, gerçek olmayan bilgilerin gerçekmiş gibi açıklandığı bir ortam. Düşünce polisi her şeyi kontrol altında tutuyor. Konunun pencereyle ne ilgisi var diye düşünebilirsiniz ama var; en korkunç kurum Sevgi Bakanlığı’dır ve o bakanlıkta hiç pencere yoktur.
Roman kahramanı Winston muhalif tavırlarından dolayı tutuklanıp Sevgi Bakanlığı’nda “Parlak, beyaz seramik duvarları olan, yüksek tavanlı, penceresiz bir odaya” kapatılır. Winston’un durumu şu satırlarla anlatılmaya çalışılmış:
“Sevgi Bakanlığı’nın hiç penceresi yoktu. Winston’un hücresi binanın tam ortasında bir yerde de olabilirdi, dışarıya bakan duvarına bitişik de olabilirdi, yerin dört kat dibinde de olabilirdi, binanın otuzuncu katında da olabilirdi. Zihnen gövdesini alıp dolaştırıyor, havada bir yere tünemiş durumda mı yoksa yerin dibinde bir yere gömülmüş durumda mı bulunduğunu gövdesiyle hissetmeye çalışıyordu.”
George Orwell’ın 1984’ünde anlatılan düzenin Alman Nazileri ve Rus Komünistlerinin yönetimlerine benzemekle birlikte, onlardan daha beter olduğu da vurgulanıyor. Bilindiği gibi, İkinci Dünya savaşı sonrasında Sovyetler Birliği ve onun uydusu durumundaki ülkeler kapalı birer ülke olmuşlardı. Diğer Avrupa ülkeleri ile aralarında geçişler kısıtlanmış ve Berlin’i ikiye bölen duvar dahi yapılmıştı ve Batı bu duvara “Utanç Duvarı” diyordu. Aslında bu iki farklı dünya arasında pencereyi ya da penceresizliği çağrıştıran bir kavram da üretilmişti. İngiltere Başbakanı Winston Churchill 5 Mart 1946’da ABD’de bir okulda konferans verirken Batı ile Sovyet Bloku arasındaki durumu “Demir Perde” olarak ifade etti. Bu kavram daha önce de kullanılmıştı ama Churchill’in konuşması ile ünlendi ve yerleşti. “Demir Perde” şüphesiz bir penceresizliği ya da var olan pencerenin sıkıca kapalı olduğunu ifade ediyordu. Bizim şarkılarımızdaki “Pencerenin perdesini havalandıran rüzgâr” demir perdeyi etkilemiyordu. Ancak “Buzlar Çözülünce” demir perde erimeye başladı ve Utanç Duvarı yıkıldı. Özgürlük ateşinin demir perdeyi erittiğini söyleyebiliriz.
Pencerenin özgürlükle böyle bir ilişkisi var. Diktatörlüklerin penceresi ya kapalıdır ya da penceresi yoktur. İran edebiyatının önemli şairlerinden Füruğ Feruhzad “Pencere” başlıklı şiirinde “Bir pencere yeter bana” derken, dönemindeki toplum baskısına ve Şah’ın zulmüne gönderme yapıyor olabilir. Füruğ’un penceresine bakalım:
bir pencere bakmaya
bir pencere duymaya
bir pencere sonu
kuyuya benzeyen yeryüzünün
kalbine ulaşmaya
ve yinelenen mavi şefkatin bu enginliğine açılmaya
pencere ki yalnızlığın küçük ellerini
gecenin hediyesi olarak
hayırsever yıldızların kokularıyla dolduran
ve gurbetçi sardunyaları orada
güneşin davet edilebileceği
bir pencere yeter bana
Sonuç olarak, bir tarafta pencerenin yatay mı dikey mi, perdesinin tüllü mü güllü mü olması gerektiği tartışması varken, diğer tarafta nefes alabilmek için “bir pencere yeter bana” diyenlerin çığlığı! Pencere ile özgürlük arasında böyle bir bağ olduğunu görüyoruz. Ama sanırım fiziki pencereden zihin penceresine de geçip, biraz da oradan bakmak lâzım. Zihnimizi örgütlerin, tarikatların, partilerin, liderlerin, ideolojilerin ipoteğine bırakırsak, totaliterizmin demir perdesi ile kapatmış oluruz. Zihin penceresini açık tutalım ki, renkleri, seçenekleri ve farklılıkları görelim.
FACEBOOK YORUMLAR