Türk'ün Kanadı AT - Lütfi Bergen

Lütfi Bergen'in "Türk'ün Kanadı AT" adlı kitabının önsözü...

Türk'ün Kanadı AT - Lütfi Bergen
11 Mayıs 2020 - 19:43
Türk'ün Kanadı AT
 
 
ÖNSÖZ
 
Batı uygarlığını eleştirme fikriyle kaleme aldığım ilk kitaptan (Azgelişmişlik Üstünlüktür) itibaren birçok kavramla hesaplaştığım söylenebilecektir. “Uygarlık” ve “medeniyet” kavramlarına muhteva vermenin “şehir” ile ilişkisiz yürütülemeyeceği açıktır. 
 
İlk olarak, uygarlığa karşı medeniyet kavramını ileri sürmek ve bunun mimarî, imarî hususiyetler arz etmediğini vurgulamak çalışmalarımın hareket noktasını oluşturdu. Ev/beyt, aile, mahremiyet, hane, sokak, mahalle, geçim modeli, tımar düzeni gibi olguların bütüncül olarak ve geleceği de inşa edecek bir yaklaşımla değerlendirilmesi gerekiyordu. Osmanlı nizamının kapitalizme direnen dinamikleri, Türk düşüncesi içinde çok sınırlı bir aydın çevrede Batılı tarih felsefelerinden kurtarılmış bir nazarla ele alınmıştı. Ömer Lütfi Barkan, Kemal Tahir, Sencer Divitçioğlu, Baykan Sezer, Doğan Avcıoğlu, Mehmet Genç gibi aydınların Osmanlı iktisadî yapısına dair yazıp söyledikleri, “feodalizmden kapitalizme geçiş” paradigmasını kırıyordu. 
 
İkinci konu, şehir meselesinin nasıl kavranacağı hususunun ortaya çıkardığı problemlerle ilgilidir. Başlangıçtan beri şehri anlamak bakımından Farabi’yi dikkate alıyor, ancak onu İbn Haldun’un devlete dair görüşleri üzerinden okuyordum. Zaman içinde bu bağdaştırmanın yapılamayacağını düşünmeye başladım. Türklerin tarihsel süreçte çok geniş bir coğrafyada yerleşme düzeni geliştirdiği, şehir modelini hayatta tutan bir “millet” hayatı kurduğu kanaati zihnimde belirginleşmişti. Bu durumda İbn Haldun’un Türk düşüncesi içinde kapladığı yerin sorgulanması gerekiyordu.
 
Üçüncü konu teknolojiyle ilişkilidir. Nurettin Topçu, her toplumun kendi tekniğini üretmesi gerektiğini, millî kültürün böyle muhafaza edileceğini söylüyor, “köycü” düşünceyi savunuyor ve çiftçileri ticaret ehline tercih ediyordu. Eski Türkler ise Batı ile Doğu arasında ticaret yapmakta, ziraî hayata dair hayat biçimlerini “askerî çobanlığın” yanında yürütebilmekteydi. Selçuk-Osmanlı pratiğinde ortaya çıkan “şehir” ve “ahilik” olguları da atlı/askerî tarım ve ticaret modeli getirmekteydi. Bu benzeşme ve süreklilik nedeniyle, “köycü” paradigmanın yaşanmış tarihi izah etmede eksik kaldığını söyleyebiliyordum. Topçu’nun “Türklerin göçebeliği” yaklaşımı, İç Asya’da demir, zırh, para, ipek kullanan, “töreli Türk” ile bağdaşmıyordu. Okumalarım arttıkça bu “töre”nin kaynağının Hz. Nuh’un Allah ile “misakı” olduğuna dair kanaatim güçleniyordu. Ayrıca eski Türklerin “arabalı şehir” sistemleri “göçebelik” meselesini havada bırakıyordu. Horasan’dan Anadolu’ya gönderilip Anadolu’da Seydişehir’i kuran Seyyid Harun gibi kolonizatör Türk derviş, ahi, gazilerini ne “feodal toplum” perspektifi ne “göçebelik” ne de “küffara karşı gaza” söylemleri izah etmiyordu.
 
Diğer taraftan Anadolu’da tımar düzeninde yaşayan halkı “köylü” saymak fikri de tatmin edici gelmiyordu.  Çünkü bu topluluklar merkezî idareden kopuk, kendi kendini idare eden ya da kimilerinin iddia ettiği gibi “devletin unuttuğu gariban topluluklar”a dair bir yapı arz etmiyor, “devlet eliyle askerî tarım” denilebilecek bir üretim modeli içinde kalıyordu. İbn Halduncu düşüncenin kentleri köyün/bedâvetin hadârileşmesi olarak değerlendirmesi, Anadolu’daki tımar sistemini izah etmekte başarısız görünüyordu. Ayrıca tımarlı askerî sistemin “atlı” birlikler halinde varlık kazanması ve adaletin “atlı-yargı” olarak ortaya çıkması kent/uygarlık araştırmalarını sorgulamayı gerektiren ilhamlar vermekteydi. Tımar sisteminin İç Asya’daki köklerini tanıdıkça problem çetrefilleşiyordu. Bu model Bizans, İran, Arap kökenli görünmüyordu. 
 
Bir başka konu, teknolojinin fıkhı belirleyecek derecede hayata müdahale etmesiyle ilgiliydi. Kıtlık, öngörülemeyen afetler veya savaşlar yüzünden uygarlık çökmeye uğradığında, milleti bu felaket sonrası zamana taşıyacak temel bilgi, meslek, gıda ve geçim biçimleri muhafaza edilmeliydi. O halde milletin topyekûn tekno-endüstiyel topluma dönüşmesine direnilmeliydi. 
 
2013 yılında İsmet Özel’in yaptığı “At” yorumu da beni yıllardır peşinde dolaştığım “sipahi düzeni”nin “at”ı anlamadan ele alınamayacağı konusunda düşünmeyi kışkırtıyordu. Fakat İsmet Özel’in eski Türk hayatına dair bir yorumuna rastlamamıştım. Yapılacak bir şey vardı: Eski Türk toplumlarına dair literatürü okumalarıma dahil etmem gerekiyordu.
 
Anlaşılacağı üzere bu kitap “medeniyet” okuma ve araştırmalarımı yazmaya dair yolculuğumun şimdiki duraklarından biri olarak kendini icbar etti. Anadoluculuk fikrinin Türklüğü İslâmla ve Anadolu’da başlatan nazariyesi “At-Hayl” peşinde dolaştıkça beni Asya’ya çekiyordu. Türkler Hz. Nuh’un misakıyla teşkilatlandıktan asırlar sonra Hz. Muhammed’in misakına da beyat etmişti. Bizi Anadolu’ya bu misak getirdi.
 
“Türk yerleşme düzeni”nin at-demir-töre ile belirlendiğini böylesi bir kabul üzerinden idrak etmiştim.
 
Tahayyülümü zorlamam gerekiyordu. Her şey bu kelimeden başladı. İnsanlar benim konuşmalarımı “hayalci” buluyordu. Ben de onlara “evet benim ütopyalarım var” diyordum. Fakat zaman içinde ütopya ile hayal kurmak arasında da parçalanmaya uğradığımı görmekteydim. Söz uçmağa kalkmalıydı. 
 
Böyle başladı: Tahayyül, hayal, el-hayl. Yani işte “at.”
2018- Lütfi Bergen
 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum