TÜRK-İSLÂM DEVLETLERİNDE KÜLTÜR VE MEDENİYET - Ali GÜLER

TÜRK-İSLÂM DEVLETLERİNDE KÜLTÜR VE MEDENİYET - Ali GÜLER
02 Temmuz 2019 - 21:19 - Güncelleme: 02 Temmuz 2019 - 21:33

TÜRK-İSLÂM DEVLETLERİNDE KÜLTÜR VE MEDENİYET - Ali GÜLER

İSLÂM DEVLETLERİNDE KÜLTÜR VE MEDENİYET -1-

İSLÂMİYET’ten önceki dönemde de yüksek bir medeniyetin sahibi olan Türkler, İslâm kültürü içinde erimemişler ve kendi kültürlerini korumuşlardır. İslâmî kültür değerleriyle kendi kültürel özelliklerini yoğurarak yeni ve özgün bir Türk-İslâm Medeniyeti yaratmışlardır. Bu dönemde, kaynaşmanın tabiî sonucu olarak meydana gelen kültür sentezinde, devlet yönetimi, ordu, sosyal hayat ve sanatın her dalında güçlü Orta Asya Türk Kültürü ağır basıyordu. Buna karşılık, özel hukuk, dil, yazı gibi alanlarda Arap ve Fars unsurları etkili olmuştur. Hun-Görtürk-Uygur-Karahanlı ve Büyük Selçuklu çizgisinde bir devamlılık ve bütünlük içinde gelişen Türk Medeniyeti, Arap ve Fars asıllı İslâm devletlerinin kültürel özelliklerinden farklılık gösteriyordu. Abbasî, Sâmânoğulları gibi devletlerin Arap ve İran asıllı bazı müesseselerini ve geleneklerini alarak kullanan Türk-İslâm devletleri, Türklük karakterlerini muhafaza ettiler. İslâm Medeniyeti’ne giren Türkler millî karakterlerini koruyarak, Türkiye Selçukluları ve Osmanlılar aracılığıyla bunu günümüze taşımışlardır.

DEVLET YÖNETİMİ

Hâkimiyet Anlayışı Orta Asya’daki Türk devletlerinde gördüğümüz, Türk hükümdarının Tanrı’nın verdiği yetkiler ve sorumlulukla devleti yönettiği şeklindeki anlayış bu dönemde de aynen yaşamıştır. Türk hükümdarları bu devirde de kendilerini Cihan Hükümdarı olarak görüyorlardı. Meselâ Karahanlılar zamanında yazılmış olan Kutadgu Bilig’de “Beyler hâkimiyetini Tanrı’dan alırlar” deniyordu. Yine ünlü Selçuklu veziri Nizamülmülk, meşhur eseri Siyasetnâme’de “Sultan Melikşah, cihan ailesinin babasıdır, bu sebeple onun babalık şefkati de o nispette geniş olmalıdır” derken bu Türk hâkimiyet anlayışını ifade ediyordu. Karahanlılarda Tanrı’nın hanedan ailesine yönetme yetkisi olan “kut”u verdiğine inanılırdı. Selçuklularda, halifelik fermanına göre, Tanrı’dan alınan yetki ile sultanlar donatılmıştı.

Türklerde Tahta Geçiş Sistemi

İslâmiyet öncesinde olduğu gibi, bu dönemde de tahta geçiş anlayışı, “Hanedanın bütün üyelerinin tahta çıkma hakları olduğu” şeklindeydi. Bu sebeple, sonucuna katlanmak şartıyla her hanedan üyesi taht için mücadele eder, kazanırsa tahta çıkar, kaybederse kazananın hakkında vereceği karara rıza gösterirdi.

Bu anlayış, tahtta liderlik özellikleri bakımından en kuvvetli olanın çıkmasını sağladığı için olumlu idi. Fakat taht mücadeleleri devleti zaafa düşürdüğü için de zararlı idi. Bundan dolayı meydana gelen kardeş kavgaları dönemi devletin en zayıf olduğu dönem oluyordu.

Tuğrul Bey, Çağrı Bey ve amcaları Musa Yabgu’nun ortak sorumluluk sistemi diyebileceğimiz bir sistemle devleti idare etmeleri ise istisnaî bir durumdur. Memlûklerde babadan oğula hükümdarlık geçmezdi. Askerler arasında komutanlık niteliği yüksek olan kişiler sultan seçilirdi.

Hükümdar ve Yetkileri

Türk-İslâm devletlerinde, devletin başında “sultan” unvanını taşıyan hükümdar bulunuyordu. Karahanlılarda “hakan” veya “han” deniliyordu. Sultan yasama (kanun koyma), yürütme ve yargı yetkilerini kullanan ve devlete mutlak hâkim olan kişi idi. Sultan çocuklarının eğitim ve öğretimi “atabeyler” tarafından gerçekleştirilirdi. Atabeyler bilgili, görgülü ve geniş yetkileri olan komutanlardı. Hükümdarın güvendiği kimselerden seçilirdi. Bunlara “lalabey“ de denmiştir. Çok eski bir Türk devlet başkanı yetiştirme geleneğidir. Hanedanın erkek çocukları (tekin, şehzâde) eyâlet yönetici olarak görevlendirilerek, geleceğin yetişkin ve başarılı yönetici olarak hazırlanırdı. Tolunoğullarında çocuk yaşta tahta geçen hükümdarların devlet işlerini yürütmek üzere naib tayin edilirdi. Hükümdar, belirli zamanlarda, belli esaslar dahilinde fermanlar yayınlayarak kanun koyma yetkisini kullanıyordu. Hem devlet görevlileri hem de halk bu kanunlara (fermanlara) uymak zorundaydı.

Hukukî bakımdan yürütmenin, hükümet işlerinin başı olan hükümdar, bu yetkilerini genellikle hükümete, divana devrederdi. Hükümet, hükümdar adına devlet işlerini yürütürdü.

Fakat son karar yine Sultana aitti. İç ve dış siyasetin düzenlenmesi, vergiler konulması, elçilerin kabulü ve gönderilmesi, başta vezirler olmak üzere devlet görevlilerinin tayini ve görevden alınması, toprakların dağıtılması gibi bütün icra faaliyetleri hükümdar tarafından yürütülürdü: Karahanlılarda “hatun”un da yönetimde önemli yetkileri bulunmakta olup kendilerine has divanları vardı.

Bu dönemde, hükümdar adalet teşkilâtının da başı idi.

En büyük yargıç sıfatı ile haftanın belli günlerinde sarayda zulme, haksızlığa uğrayanların dilekçelerini alarak dertlerini dinleyen hükümdar, orada hemen yargı yetkisini kullanarak adalet dağıtırdı.

“Mezalim Divanı” denilen bu müessese bütün Türk-İslâm devletlerinde bulunuyordu. Türk devlet anlayışına göre “Adalet mülkün (devletin) temeli” idi. Bu sebeple hükümdarların en önemli özelliği âdil olmalarıydı. Devlet adamlarının okumaları için yazılan Kutadgu Bilig gibi siyasetnâme ve nasihatnâme türünden kitaplarda hükümdarların adaletli olmaları konusunda önemle durulmaktadır.

Hükümdarın Hâkimiyet Sembolleri

Türk hükümdarları hâkimiyetlerini gösteren bazı sembollere sahipti. Bunların başında hükümdarın unvan ve lâkapları geliyordu. Hükümdar adına hutbe okunması, para bastırılması, gezerken çetr (şemsiye) tutulması, hilat (şeref elbisesi) giydirilmesi, sarayda 5 vakit namaz saatlerinde mehter (nevbet) çalınması bunlar arasında bulunuyordu.

Türklerde Ok ve Yay da hâkimiyet sembollerinden idi. Yay hâkimiyeti, ok ise bağlılığı ifade ediyordu. Meselâ, Tuğrul Bey Nişapur’a giderken kolunda bir “yay” vardı.

Hükümdarlar kendilerine bağlı olan beyleri ve devlet adamlarını çağırırken, “ok” gönderiyorlardı.

Saray

Karahanlılar, hükümdarın oturduğu saraya ordu veya “kapu”derlerdi. Bu terim, Osmanlılara Bâb-ı Âli (yüksek kapı) şeklinde karşımıza çıkar. Türk-İslâm devletlerinde saray teşkilâtı Karahanlılar zamanında şekillenmiştir. Saray görevlileri kapukullarından seçilip yetiştirilirdi. Belli başlı saray memurları şunlardır:

Kapucubaşı (Sarayın günlük hizmetlerini görür), Saray Muhafızları (Hükümdar koruyucuları), Silâhdar (silâh üretim ve bakımını yönetir), Alemdar (Sancak ve bayrakların taşınması, korunması, bakımı), Aşçıbaşı: (saray mutfağını idare eder), İl- başı (Saray mensuplarının atlarına bakar, Emir-i Âhûr). Bunların yanında çeşitli işlerle görevli başka memurlar da bulunmaktadır.

Hükümet

İlk Türk-İslâm devletlerinde bugünkü anlamda yürütme (icra) faaliyetlerini gerçekleştiren Hükümet idi. Hükümet çalışma alanlarına göre oluşturulan, zaman zaman değişen sayıda divanlardan, bakanlıklardan meydana geliyordu. Bütün divanlar toplanarak Büyük Divanı (Divân-ı Âli) meydana getiriyorlardı.

Hükümetin başında bulunan Vezir, Sultanın vekili olarak devletin bütün işlerini takip ediyordu. Karahanlılarda Yuğruş adı verilen vezirler vardı. Tolunoğullarında vezirlik kurumuna yer verilmemiştir.

Hükümette yer alan önemli bakanlıklar (divanlar) şunlardır:

Arz Divanı (Divân-ı Ârz): Askerlik işlerine bakar.

Tuğra Divanı (Divân-ı İnşâ): Hükümdarın iç ve dış yazışmalarını yürütür. Hükümdarlık mührü olan “tuğra”yı yazılara basarlardı.

İstifa Divanı (Divân-ı İstifa): Devletin gelir- gider (maliye) işlerine bakardı. Karahanlılar zamanında başında “Agıcı” adı verilen görevli bulunurdu.

İşraf Divanı (Dîvan-ı İşraf): Bir çeşit teftiş kuruluydu. Devletin adlî ve idarî işlerinin amacına uygun olarak yapılıp yapılmadığını denetlerdi.

 

ADALET

Tolunoğulları ve İhşîdilerde yargı işine kadılar bakardı. Kadı, Bağdat’tan tayin edilirdi. Karahanlılarda, önceleri yargucılar adalet işlerine bakarken, zamanla yerlerini kadılara devretmişlerdir. Selçuklularda da kadılık Bağdat’ta bağlanmıştı. Yargı, şer’î ve örfi olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Şer’i davalara bakan kadılar, Başkadı (Kadı’ul-Kudât)ya bağlı idiler. Kadıların kararı kesindi. Bu, mahkemelerin bağımsızlığını gösterir. Kadıların kararlarına karşı Divân-ı Mezâlime (Mezalim Divanı) itiraz hakkı vardı. Vakifeyelerin düzenlemesi, vakıfların idaresi, miras ve hayrat işleri de kadılar tarafından yönetilirdi. Ordu mensuplarının davalarına Kadıaskerler, Örfî adı verilen hükümdarların koyduğu kanunlara da Emîr- i Dâd (Adalet Bakanı) bakardı. Önemli siyasî suçlular hakkında hükümdarın başkanlığındaki özel mahkemeler karar verirdi. Eyaletlerin başında hanedan üyeleri (“melik”, Karahanlılarda “tekin”) veya valiler bulunurdu. Harzemşahlarda valilere “naib” veya “vezir” unvanı verilmiştir. Eyalet teşkilâtında ise “şahne, âmid ve âmil” unvanını taşıyan görevliler bulunuyordu. Şahneler ve âmidler eyaletlerin askerî işlerine bakıyorlardı. Âmiller ise daha çok malî işlerle uğraşıyorlardı. Eyaletlerde adlî meselelere “kadılar”, ticarî hayatı ilgilendiren düzenlemelerde “muhtesipler” (belediye başkanları) bakarlardı. Selçuklu yönetim yapısında Sâsânî-Abbasî-Sâmânlı-Gazneli izleri görülür. Ancak, ana karakter eski Türk devlet geleneği olarak kalmıştır. Yabancı tesiri, unvanların isimlendirilmesinde daha çok dikkati çeker.

TÜRK-İSLÂM DEVLETLERİNDE KÜLTÜR VE MEDENİYET -2-

Özellikle İslâm’ın cihat fikri, Türklerin fütûhat felsefesine uygun olarak onları yönlendirmiştir. Karahanlılar, doğuda Balasagun ve Kaşgar’da İslâmiyet’i yaymışlar, Orta Asya’nın dağlık bölgelerine kadar İslâmî esasları götürmüşlerdir. Karahanlılar, Uygur Türklerinin İslâmlaşması için büyük gayret sarf etmişlerdir.

İlk Türk-İslâm devletlerinde ordu, devlet içinde yer alan önemli müesseselerden birisi idi. Güçlü bir ordu devletin temeli olarak görülüyordu. Bu dönemde ordunun insan unsuru büyük çapta Türklerden meydana geliyordu. Mısır’da kurulan Tolunoğulları ve İhşidîlerde bazı Arap birlikleri bulunuyordu. Fakat Abbasîler ve Sâmânoğulları devletlerinde de Türkler ordunun önemli bir kısmını oluşturuyorlardı. Memlûk ordusu, Kıpçak memleketlerinden ve Kafkasya’dan getirip esir pazarlarında satılan gençlerin yetiştirilmesinden meydana geliyordu.

Karahanlı ordusu tamamen konar-göçer Türkmen birliklerinden oluşuyordu. Gazneliler ordusu ise büyük çapta savaşta esir edilen kölelerden seçilip yetiştirilen askerlerden meydana geliyordu. Bunlara gulâm (köle) adı verilirdi. Bunların çoğunluğu Türk asıllı idi. Gazneli ordusunda ücretli askerler ile gönüllüler de vardı. Ayrıca, çeşitli görevler için fil de kullanılıyordu.

Bu dönemde en güçlü ve düzenli ordu Büyük Selçuklu Devleti ordusu idi. Teşkilâtlanma ve isimlendirme bakımından Gazneli ordusuna benzemektedir. Selçuklu ordusu “insan” unsuru bakımından dört ana gruptan oluşuyordu:

Saray Gulâmları: Bunlar, başta Türkler olmak üzere çeşitli milletlerden seçilerek sarayda özel olarak eğitilen birliklerdi.

Hassa Ordusu: Bunlar da hükümdarın yanında her an savaşa hazır bulunan, iyi eğitilmiş birliklerdi. Bu ordu Osmanlılar döneminde Kapıkulu Ocakları adını alacaktır.

Eyalet Askerleri: Bunlar büyük komutanların, meliklerin ve yüksek devlet görevlilerinin beslediği kuvvetlerdi. Bu grup içinde bağlı devletlerin sefer veya savaş zamanında gönderdikleri kuvvetler de bulunuyordu.

Türkmenler: Başlangıçta Selçuklu ordusunun ana unsuru olan Türkmenler zamanla, gulâmların ve eyalet askerlerinin yerlerini almalarından dolayı, daha çok sınır bölgelerinde fetihler yapan birlikler hâline gelmişlerdir. Konar-göçer hayatın gereği olarak her an savaşa hazır olan Türkmenler, boy beylerinin liderliğinde önemli askerî birlikler oluşturabiliyorlardı. Irak, Suriye, Azerbaycan ve Anadolu’nun fethinde ve Türkleşmesinde Türkmenler önemli rol oynamışlardır.

Selçuklu ordusunda Saray Gulâmları, yılda dört defa maaş alırlardı. Bunlar çok disiplinli birliklerdi. Saraydaki Gulâmhane denilen okulda eğitim görürlerdi. Ordunun subay kaynağı da büyük çapta bu okuldu. Selçuklu Devleti’nde askerî ikta adı verilen sistemle, devletin bazı askerî harcamalardan kurtulması sağlanmıştır. Devlet adamları ve melikler kullanım hakkına sahip oldukları toprakların (ikta) gelirlerini alarak, karşılığında 4 veya 10 bin arasında asker besler, onları savaşa hazırlarlardı. Karahanlılardan alınıp geliştirilen bu dirlik sistemi, Selçukluların Türk askerî yapısına kattıkları önemli bir unsurdur. Osmanlı Devleti’nde, en mükemmel şekline ulaşan bu sisteme, tımar adı verilmiştir. Selçuklu ordusunda, yaptıkları görevlere göre isimlendirilen birlikler vardı. Okçular, gürzcüler, neftçiler, kemendçiler, lâğımcılar ve mancınıkçılar gibi gruplar böyle ihtisas sınıfları idi. Bütün bu birimler barışta savaşa hazırlanırdı. Türk ordusu gece ve gündüz savaşacak şekilde eğitilirdi. Karahanlılarda gece harekâtına katılan birliklere akıncı denirdi. Orduların savaşta saf oluşuna da çerik adı verilirdi. Akıncı ve çeri (asker) kelimelerin kaynağı bu askerî terimlerdedir. Esasen, Oğuzların kurduğu Türk-İslâm devletlerinin temeli Karahanlı Devleti’nde şekillenmiştir.

Selçuklu ordusunda, diğer Türk devletleri ordularında olduğu gibi kullanılan silâhların başında ok ve yay geliyordu. Kılıç, kalkan, mızrak, gürz, nacak, sapan, bıçak gibi hafif silâhlar da muharebe araçları arasındaydı. Ağır silâh olarak mancınık dikkati çekiyordu. Ordu Mete çağındaki onlu sisteme göre teşkilâtlanmıştı.

Din ve inanış

Türk-İslâm devletlerinin kurulduğu bölge, Afrika hariç olmak üzere bütün İslâm dünyasını içine alan bir bölgeydi. Bu bölgenin kültürel yapısına uygun olarak Türk devletleri İslâmî esasları uygulamaya gayret etmişlerdir. Özellikle İslâm’ın cihat fikri, Türklerin fütûhat felsefesine uygun olarak onları yönlendirmiş, Türkler İslâmiyet’i yayan millet olmuştur. Karahanlılar, doğuda Balasagun ve Kaşgar’da İslâmiyet’i yaymışlar, Orta Asya’nın dağlık bölgelerine kadar İslâmî esasları götürmüşlerdir. Karahanlılar, Uygur Türklerinin İslâmlaşması için büyük gayret sarfetmişlerdir. Gaznelilerde esas unsur İslâmiyet idi. Halkın birliğini de İslâmiyet’le pekiştiren Gazneliler, Kuzey Hindistan’da yaptıkları faaliyetlerle İslâmiyet’in burada yayılmasını sağlamışlardır. Bugünkü Pakistan’ın Müslüman kimliği böylece oluşmuştur. Türkiye Selçukluları ağırlıklı olmak üzere Selçuklular döneminde Anadolu’da İslâmiyet büyük bir hızla yayılmış, cihat havası içinde fethedilen Anadolu Müslüman Türk’ün vatanı hâline getirilmiştir. Bu dönemdeki Türk-İslâm devletlerinde Hanefilik (Sünni) yayılmıştır. Fakat Türk devlet adamları mezhep ayrımına izin vermemişlerdir. Selçuklu sultanları kendi mezhebinden olmayanlara da medreseler yaptırmışlardır. Ancak, dini siyasete âlet etmeyi kural hâline getiren Şiî grupların üzerine de gitmişlerdir. Abbasî halifeleri, Şiî Büveyhoğullarından bu sebeple Selçuklular tarafından korunmuştur.

Türkler kurdukları medreseler, kütüphaneler, zaviyeler ve bunların mensuplarına yapılan vakıflar sayesinde İslâm’ın yükselişine çok büyük yardımlarda bulundular. İslâmî bilgilerin gelişip yayılmasına yardımcı oldular. Bütün Türk devletleri, özellikle Selçuklular zamanında, İslâm dünyasının tanınmış tefsir, hadis, kelâm ve fıkıh bilginleri yetişti. Türk hâkimiyeti ve korumasında olan Buhara, Semerkant, Gazne, Konya ve Bağdat ilim ve kültür merkezi olmaları yanında dinî merkezler olarak gelişti.

Türk-İslâm devletlerinde tasavvufa (sûfîlik) ve mutasavvıflara hoşgörü ile bakılmıştır. Tasavvuf, bozkırda at koşturan Türk boyları arasında İslâmiyet’in yayılıp pekişmesinde önemli rol oynamıştır. Çünkü din adamlarının dini kuralları tavizsiz bir şekilde uygulatmak istemeleri karşısında, sûfîlik insanlara hoşgörü çerçevesinde yaklaşıyordu. Tasavvuf, esas kaynağını İslâm’dan (Kur’an-ı Kerîm’den) almasına rağmen çeşitli düşünce sistemlerinden de beslenmiştir. Büyük din bilgini Gazzali’nin İslâmî kurallar ile tasavvuf düşüncesini kaynaştırmaya çalışması, İslâm dünyasında sûfîliğin yaygınlaşmasını kolaylaştırmıştır. Bu devirde Türk ve İslâm dünyasını etkileyen tarikatlar ve kurucuları şunlardır: Kadirîlik (Abdülkadir Geylânî), Kübrevilik (Necmeddin Kübra), Ekberîlik (Muhyiddin-i Arabî, Konya’ta oturmuş, Türkiye’de Şeyh-i Ekber -en büyük şeyh- olarak tanınmıştır).

Bu dönemdeki Türk devlet adamları samimi bir Müslüman olmakla beraber; Türk devlet anlayışının bir gereği olarak dinî açıdan çok hoşgörülü bir yönetim sergilemişlerdir. Bu hoşgörülü anlayışı yansıtan Türk tasavvufu da bu dönemde gelişmeye başlamıştır. Türkistan’ın Yesi (Kazakistan’da, şimdiki adı Türkistan) şehrinde doğan Hoca Ahmed Yesevi’nin kurduğu Yesevîye Tarikatı bütün Türk dünyasını derinden etkilemiştir. Türk tasavvuf hareketlerinin aşağı yukarı tamamı kendi tarikatlarını Yesevi’ye bağlı göstermişlerdir. Anadolu’nun Türkleşmesinde Yesevî’ye bağlı müritlerin rolü büyüktür. Günümüz Türk dünyasının da ortak değerleri arasında Hoca Ahmed Yesevî önemli bir mevkiye sahiptir.

Sosyal ve iktisadî hayat Sosyal Hayat

Bu dönemde Türk toplum yapısı Orta Asya’daki sınıfsızlık özelliğini koruyordu. Toplum birbiriyle kaynaşmış, dayanışma içindeki meslek gruplarından meydana geliyordu. Türk toplumunda sosyologların sosyal hareketlilik adını verdikleri alttan üste, üstten alta doğru çıkışlar ve inişler mevcuttu. Yani alt tabakadan bir insan başarılı, çalışkan, liyâkat sahibi ise ve toplumun olumlu değer yargılarına sahipse en üst makamlara kadar çıkabiliyordu. Bu özelliklerini muhafaza edemezse yerini kendisinden daha başarılı olanlara terk ediyordu. O çağlarda Bizans’ta ve diğer bazı yerlerde görülen, ekonomik, siyasî ve dini kan asaleti anlayışı Türklerde bulunmuyordu. Toplumun bu demokratik özelliğinden dolayı saraya bir gulâm (Köle) olarak giren genç çalışarak kısa sürede ordu komutanlığı ve valilik gibi yüksek makamlara gelebiliyor hattâ zamanla merkezî otorite zayıflayınca devlet kurabiliyordu. Aynı anlama gelen Memlûklerin Mısır’da devlet kurduklarını görmüştük.

Devrin Türk toplumunda ilim adamları, din adamları aydın tabakayı oluşturuyor; şehirlerde tüccar ve zanaatkârlar, köylerde de çiftçiler, hayvancılıkla uğraşanlar ve işçiler oturuyordu. Konar-göçer Türkmenler bu dönemde de yaylak-kışlak hayatına devam ediyorlardı. Köy ve şehir ahalisi hukukî bakımdan farklı işlem görmezlerdi. Köylüler de şehirliler kadar hür insanlardı.

Yarın: Dil, edebiyat, bilim ve sanat

İKTİSADÎ HAYAT

Bütün Türk devletlerinde olduğu gibi ilk Türk-İslâm devletlerinde de halkın refah içinde yaşatılması devletin başlıca görevi idi. Bundan dolayı Türk devlet adamları, yönettikleri insanların soyuna, diline, dinine, kültürüne bakmadan refah içinde yaşamaları için uğraşmışlardır. Üretim bakımından köylüler önemli bir grup oluşturuyorlardı. Selçuklu toprak hukuku ikta (dirlik) adı verilen sistime göre şekilleniyordu. Bu sisteme göre toprak mülkiyeti devlete aitti. Çiftçiler belli vergiler vererek toprakları ekerler ve gelirine sahip olurlardı. Toprağını başkasına satamaz, üç yıldan fazla boş bırakamazdı. Elde ettiği ürünün 1/5 ile 1/10 arasında değişen oranlarda öşür vergisi verirdi. Bu vergiyi ikta sahibi devlet adamları veya komutanlar alırdı. İkta sahibi vergide adaletsizlik yaparsa köylü, kadıya müracaat edebilirdi. İkta sahibi, geçiminden arta kalan geliri ile asker beslemek mecburiyetindeydi. Devlet ileri gelenlerine verilen dirlikler, hizmet karşılığı olup kullanma süreleri görevleri ile sınırlı tutulmaktaydı. Türkİslâm devletlerinde mülkiyet konusu belli esaslara bağlanmıştı. Ortaklar, yaylaklar, ormanlar ve tarım arazileri devletin malıydı. Buna karşılık, bahçe, ev, ağıl vb. taşınmazlar şahsın mülkiyetindeydi. Devlet toprağı has, dirlik ve harâci şeklinde bölümlere ayrılmıştı. Has arazileri saraya aittir. Has ve harâcî arazileri gelirleri hazineye aktarılırdı. Vakıf arazilerinin geliri ise vakfedilen kurumlara ödenirdi. Hayvancılık daha çok konar-göçer Türkmenlerin işiydi. Bunlar koyun, keçi, at, deve ve sığır besliyorlardı. Yazın yaylalara çıkarlar, kışın da kışlaklara dönerlerdi. Şehirlerde ise ticaret ve sanayi faaliyetleri hâkimdi. Buralarda kurulan pazarlar ekonominin itici gücü olup, köylüler ziraî ürünlerini, şehirliler de sanayî ürünlerini buralarda satıyorlardı. Büyük şehirlerde ithalât ve ihracatla uğraşan büyük tüccarlar vardı. Bunların yanında demircilik, bakırcılık, debbağlık (dericilik), dokumacılık gibi sanayi dallarınında çalışan zanaatkârlar olduğu gibi; bakkal, aşçı, fırıncı, kebapçı, kalaycı, attar gibi esnaf zümreleri vardı.

 TÜRK-İSLÂM DEVLETLERİNDE KÜLTÜR VE MEDENİYET -3-

Toplumdaki ekonomik gelişmeyi sağlayan kurumlardan biri de vakıf idi. Toplumun önde gelen isimleri, yaptırdıkları sosyal eserlere bazı gelir kaynaklarını tahsis ederler ve bu gelirle ihtiyaçlar karşılanırdı. Selçuklu kervansarayları, hastaneleri, medreseleri, devlete yük olmadan, millete parasız hizmet veren kuruluşlardı.

TÜRK-İSLÂM devletlerinde, güçlü teşkilât ve orduları ile ticaret yollarının güvenliği sağlanmıştır. Bu sayede Hindistan, Türkistan (Orta Asya), Ön Asya, Akdeniz havzası ve Doğu Avrupa arasında ticaret hızla gelişmiştir. Ticaret yollarına hâkim olan Türk-İslâm devletlerinin, bu milletlerarası ticaretten önemli gelişmeler sağladığı anlaşılmaktadır. Türk devlet adamları ekonominin canlanması ve refahın artması için her türlü tedbiri alıyorlar, imar faaliyetlerine çok önem veriyorlardı. Meselâ, Tolunoğlu Ahmet Mısır’da Fustat yakınlarında kurduğu şehri çeşme, han, hamam, cami, hastane gibi eserlerle donatmıştı. Selçuklularda Semerkand, Buhara, Merv, Bağdat, İsfahan, Herat gibi şehirler hem nüfus olarak hem de ekonomik yönden çok büyük bir gelişme göstermiştir. Toplumdaki ekonomik gelişmeyi sağlayan en önemli kurumlardan biri de vakıf idi. Devlet adamları, komutanlar ve zenginler yaptırdıkları sosyal eserlere bazı gelir kaynaklarını tahsis ederler ve bu müesseseler bu gelirle ihtiyaçlarını karşılarlardı. Selçuklu kervansarayları, hastaneleri, medreseleri hep bu şekilde kurulan, devlete yük olmadan, millete parasız hizmet veren önemli kuruluşlardı.

DİL VE EDEBİYAT

Türk milleti, kendi kültürel kimliğini dili, Türkçesi sayesinde korumuş, bugünlere kadar yaşatabilmiştir. Karahanlılarda saray ve orduda Türkçe konuşulmasına rağmen, Farsça ve Arapça, edebiyat ve ilim alanlarında yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Bunda İslâm medeniyet dairesine girmiş olmak rol oynadı. Karahanlılar zamanında Uygur Türkçesi yazı dili idi. İslâmiyet’i yeni kabul etmiş olan Yağma, Karluk ve Çiğil boylarının lehçeleri ile bu yazı dili karışınca Hakaniye Şivesi ortaya çıktı. Karahanlı çağında en önemli eser Balasagunlu Yusuf Has Hacib tarafından yazılan, ünlü Türk siyaset kitabı Kutadgu Bilig’tir (1069). Kut Türklerde hâkimiyet, siyasî otorite anlamına geldiği için, eserin adı “siyasî otorite bilgisi”, yani “devlet olma bilgisi” anlamındadır. Bugra Han’a sunulan (1069) bu ünlü eser, Türklerde devlet anlayışı ve geleneğini çok güzel anlatan bir şaheserdir. Türk dilinde yazılmış siyasetnâme türünde ilk eserdir. Türk devlet teşkilâtını, adâlet anlayışını, sosyal düzenini İslâmi esaslarla pekiştirilerek sistemleştiren temel kitaptır. Karahanlılar döneminde yazılan bir diğer Türkçe eser de, Yugnaklı Edip Ahmed’in Atabetü’l Hakayık (XII. yy.) adlı eseridir. Eser ahlâki öğütler vermektedir.

Türklerdeki insan sevgisini, hoşgörü anlayışını çok gözel yansıtan Divan-ı Hikmet isimli tasavvufi eser de dönemin önemli kitapları arasındadır. Yazan Hoca Ahmed Yesevî’dir. Yesevî’ye tarikatının, tarikat dili Türkçedir. İlâhiler Türkçe söylenir; iletişim Türkçe ile kurulurdu. Kaynak kitapları da Türkçeydi. Bu sebeple Türkler arasında tasavvuf düşüncesinin yayılmasını sağladı. Yesevilik, birer Türk tarikatı olan Nakşîbendîlik ve Bektaşîlik’in temellerini hazırlamıştır. Bu dönemde Türk dili, tarihi ve edebiyatı bakımından hazine değerinde önemli olan bir eser de, Kaşgarlı Mahmud’un yazdığı ve Türkçenin ansiklopedik sözlüğü olan Dîvân-ü Lûgati’t-Türk’tür. Araplara Türkçe öğretmek için yazılan Kaşgarlı’nın eseri Türk kültür tarihi bakımından da son derece önemlidir. Türk tarihi, destanları, edebiyatı, şîveleri, günlük hayatı, gelenek ve görenekleri ile ekonomik hayatı hakkında doyurucu bilgiler vermektedir. Bu devirde Türk-İslâm dünyasında Satuk Buğra Han ile Cengiznâme destanları oluşmuştur. Sâtuk Buğra Han Destanı, Karahanlıların ilk Müslüman hükümdarının Müslüman oluşunu anlatır. Cengiznâme’de Türkler arasında yaygın olarak yaşayan çeşitli menkıbeler anlatılmaktadır.

Memlûk Devleti’nde Kıpçak Türkçesi ile birçok eser verilmiştir. Bu eserlerin çoğunun yazanı belli değildir. Kitapların çoğu spor (atçılık, okçuluk), fıkıh ve Türkçe dil bilgisi ile ilgilidir. Türkçeyi öğretmek maksadıyla yazılan eserlerin çokluğu dikkat çekicidir. Kitab’ül-idrâk li lisân’il-Etrâk (Arap dil bilgini Ebu Hayyan), et-Tuhfet’üz-Zekiyye fi Lûgat’it Türkiyye (isimsiz) bunlardan örnektir. Seyf-i Sarayî’nin Gülistan (Sâdi) tercümesi olan Kitab Gülistan Bi’t- Türkî edebî esere yegâne örnektir.

BİLİM VE SANAT

Bu devirde Türkler hem yetiştirdikleri bilim adamları hem de açtıkları bilim, kültür ve eğitim kurumları sayesinde insanlık âlemine büyük hizmetler yapmışlardır. Karahanlılar ve Gazneliler döneminde eğitim ve öğretim faaliyetlerini yürütmek üzere medreseler kurulmuştur. Dünyada ilk burslu üniversiteyi Karahanlılar kurmuştur. Fakat ileri seviyede ilk büyük medrese (Karahanlı geleneğini izleyen) Selçuklularda Tuğrul Bey tarafından Nişapur şehrinde açıldı. Üniversite seviyesinde medreselerin devlet desteğinde yatılı ve burslu olarak, Alp Arslan zamanında açıldığını görüyoruz. 1067 yılında vakıf üniversite olarak Bağdat’ta kurulan Nizamîye Medresesi dünyada ilk üniversite olarak kabul edilmektedir. Nizamîye Medresesi, kütüphanesi, müstakil eğitim öğretim binaları, öğrenci yatakhane ve yemekhaneleri, mescidleri ve hamamları ile bir bütün teşkil eden külliye şeklindeydi. Bundan sonra Türk-İslâm dünyasında medreseler kısa sürede yaygınlaştı. İsfahan, Rey, Nişapur, Belh, Merv, Herat, Basra, Musul gibi büyük şehirlerde çok sayıda medreseler açıldı. Bu medreselerde tefsir, hadis, fıkıh, kelâm gibi dinî ilimlerin yanında ağırlıklı olarak matematik, geometri, filoloji, tıp, astronomi, felsefe, coğrafya gibi ilimler de okutuluyordu.

Medreselerde ders veren müderrisler (profesörler) yüksek maaşlar alıyorlardı. Vakıf gelirlerinden öğrencilerin kalem, defter, mürekkep ve diğer ihtiyaçları karşılanıyordu. Selçuklularda hükümdarlar eğitimin gelişmesi için her türlü desteği veriyorlardı. Meselâ, Sultan Alp Arslan, bir gün Nişapur’da bir caminin önünde oturan, ilimle meşgul olan fakir öğrencileri görmüş ve hemen bunlar için bir yurt yapılmasını ve kendilerine maaş verilmesini emretmiştir. Sultanlar, medreseleri malî bakımdan desteklemelerine rağmen eğitim, öğretim ve yönetim işlerine karışmazlardı. Bu davranış, o çağlar için çok ileri seviyede görülmelidir. Bu bir çeşit “üniversite özerkliği”dir. Karahanlılar tarafından başlatılan bîmaristan (hastane) kurma geleneğini Selçuklular geliştirerek devam ettirdiler. Bu hastaneler, aynı zamanda tıp fakülteleri gibi görev yapmıştır.

BU DÖNEMDE YETİŞEN ÜNLÜ BİLİM ADAMLARI

Eğitimin ve ilmin çağına göre böylesine yüksek bir dereceye çıktığı ilk Türk-İslâm devletlerinde, özellikle Büyük Selçuklular döneminde, dünya çapında ilim adamları yetişmiştir. Bu devirde yetişen Türk bilginlerinden bazıları şunlardır:

Farabî (870-950):

Matematik, fizik, astronomi, mantık, psikoloji, siyaset bilimi konularında dünya çapında 160 kadar eser yazan Farabî, Türkistan’ın Farab şehrinde doğmuştur. Çocuğun eğitimi konusunda da önemli eserleri bulunan Farabî, milletimizin yetiştirdiği önemli pedagog yani eğitim bilimcilerden birisidir. Eserlerinin birçoğu Lâtince’ye çevrilerek uzun yıllar Batı dünyasında ders kitabı olarak okutulmuştur. Farabî, Aristo’dan sonra Muallim-i Sânî yani İkinci Öğretmen lâkabı ile tanınmıştır. Müzikle ilgili çalışmaları da çok önemlidir. Türk musikisinin esasları Farabî tarafından düzenlenmiştir.

Birunî (973-1051):

Gazneli sarayında, Gazneli Mahmud’un himayesine, özellikle matematik alanında önemli eserler yazan Birunî, dünya çapında bir ilim adamıdır. Matematik dışında geometri, fizik ve coğrafya alanlarında da uğraşmıştır. Hint bilimini İslâm dünyasına Birunî öğretmiştir.

İbn Sinâ (980-1037):

Milletimizin yetiştirdiği dünya çapında, çok büyük bir ilim adamı olan İbn Sinâ, özellikle tıp ve felsefe alanlarında ün yapmıştır. Bunlardan başka, fizik, mantık, ahlâk ve eğitim bilimleri konularında da araştırmaları vardır. El-Kanun fi’t-tıp (Tıbbın Kanunlara isimli eseri yakın yıllara kadar Avrupa’da ders kitabı olarak okutulmuştur. İbn Sinâ Hipokrat’tan sonra tıbbın İkinci Babası olarak isim yapmıştır.

Farabî ve İbn Sinâ’dan sonra felsefe alanında, Ömer Hayyam, Muhammed Gazzalî, Muizzi, Mahmud Harezmi, Abdürrezakü’t- Türkî gibi ilim adamları önemli eserler yazmışlardır. Trigonometri alanında Abdullah Baranî, matematik alanında İbn-Türk Celî, Mahmud Harizmî, tefsir ve edebiyat alanında Zamahşerî gibi bilginler, bu dönemde yetişen büyük bilginlerdi. Arapçanın mükemmel bir gramerini yazan Farablı İsmail Cevherî (?-1002) de bir Türk dil bilginidir. Sultan Melikşah döneminde kurulan rasathanelerde ünlü şair ve felsefeci Ömer Hayyam, Isfızari ve Vasıtî gibi astronomi ile uğraşan bilginler Celalî Tavkimi’ni hazırlamışlardır. Bu takvim güneş yılına göre düzenlenmiş bulunan miladî takvimden daha doğru hesaplamalara dayanıyordu.

NOT: Bu makalenin kaynakları için şu eserimizin kaynakçasına bakınız: Ali Güler, Türk’ün Tarihi: 2, Kartalın Pençesinde, Halk Kitabevi, İstanbul, 2016.

TÜRKLERiN SANAT AŞKI

İlk Türk-İslâm devletleri döneminde ortaya konulan sanat eserlerinde hem Orta Asya Türk kültürünün, hem de İslâmiyet’in etkileri görülür. Bu devletlerin kurulduğu geniş coğrafi alanda, özellikle Türkistan, Harizm, Horasan, Afganistan, İran, Irak, Suriye, Azerbaycan, Türkiye ve Mısır’da sayısız mimarî eserler yapılmıştır. Bugün bu eserlerden çok azı ayaktadır. Cami, mescid, minare, türbe, kümbet, saray, medrese, han, hamam, hastahane, çeşme, kale, köprü Türk estetiğini, sanat zevkini yansıtan eserlerdir. Türk-İslâm mimarîsinin en belirgin vesıflarından birisi kubbedir. Orta Asya’da çadır şeklinde yapılan kubbeler, bütün Türk-İslâm mimarî eserlerinde ortak özellik olarak devam eder. Türk kubbesi Hindistan’da da görülür. Kubbenin mimarî yapılarda en iyi uygulandığı dönem şüphesiz Osmanlı çağı olacaktır. Kemer de bu dönem mimarisinin ortak özelliklerinden biri idi. İnce ve uzun minare üslûbu Türk zevkinin ürünüdür. Türkler bu dönemde mimari eserlerini geometrik desenler ve bitki motifleri işledikleri çinilerle süslemişlerdir. Türk çini sanatının temeli Uygurlara kadar dayanmaktadır. Halıcılık da bu dönemde yaygın olan Türk sanat ürünlerinden idi. Halı dünyaya Türk milletinin kazandırdığı bir sanat eseridir. Dokumacılığa daha Orta Asya’da başlayan Türkler, İslâmi dönemde halıcılık sanatında çok daha ileri gitmişlerdir. İlk Türk-İslâm devletlerindeki sanat sadece bunlardan ibaret değildir. Türkler, bu dönemde kitabe, hat (güzel yazı), tezhip, minyatür, süsleme ve musikî alanlarında da çok ileri seviyede eserler vermiştir. Minyatür ve güzel yazıda Selçuklu üslûbu önem kazanmıştır.

Kaynak: Türkgün Gazaetesi https://www.turkgun.com/yazar/ali-guler

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum