TARİHİN ROMANI - Erol Güngör

TARİHİN ROMANI - Erol Güngör
20 Aralık 2020 - 17:33

TARİHİN ROMANI
Erol Güngör

Tarihî roman yazmak, hele tarihteki büyük adamların hayat macerasını roman haline getirmek çok çetin bir iştir. Romancı böyle bit teşebbüse giriştiği zaman yüksek bir ipin üzerinde denge kurarak yürümeye çalışan cambaza benzer. Bir tarafta işlediği ko­nunun tarihi realitesi, öbür tarafta kendisinin bir yığın malzeme­den seçerek inşa edeceği yeni bir realite vardır. Bu taraflardan bi­rine fazla iğilmek romancıyı bir çürük sakız) yeniden geveleme basitliğine düşürür, öbür tarafa ağırlık verdiği zaman da yazdığı şey tarih olmaktan çıkar. Tolstoy Harp ve Sulh\ı yazarken, ya­rattığı şahsiyetlerin yanı sıra harp vakıasının teknik yönlerini de vermeye çalışmış, fakat başarılı olamamışa. Son günlerde onun ve Dostoyevski'nin edebiyat geleneğini devam ettiren Soljenitsin, Ağustos 1914 adlı romanıyla harbin strateji ve taktikle ilgili taraf­larını mükemmel bir şekilde işlemeye çalışıyor, ama onun da he­nüz ilk cildi neşredilen eserinde Tolstoy'un yarattığı unutulmaz tiplerden eser görmüyoruz.

M. Necati Sepetçioğlu'nun Kilit ve Anahtar adlı romanları Harp ve Sulh'tan çok Ağustos 1914 tipine giriyor. Aradaki benzer­lik hem iki yazarın şahsî motiflerindeki benzeyişten, hem de seç­tikleri tarih vakıasının mahiyetinden ileri gelmektedir. Soljenitsin bir Rus milliyetçisidir, Rus milletinin tarih içinde teşekkül etmiş karakterini yakalamaya çalışıyor ve milletinin kaderinde bir dö­nüm noktası teşkil eden Birinci Dünya Harbini seçiyor. Soljenitsin'e göre Rus milleti bugün bir felâket hali yaşamaktadır, bu felâket Büyük Harple birlikte başlamıştır. M. Necati Sepetçioğlju ise bir Türk milliyetçisidir, o da Türk milletinin kaderindeki bir dönüm noktasını, Türkiye'nin kuruluşunu işliyor; gözümüzü baş­langıç devirlerine döndürerek bir uyanış örneği vermek istiyor.

Milletlerin top yekûn kaderini değiştiren hadiselerde tesa­düflerin ve ferdî şahsiyetlerin rolü ne kadar büyük olursa olsun bunlar daima ikinci plânda kalır. Her aktörün rolü ancak eserin bü­tünü içindedir mâna taşır. İki romancı için de asıl problem ferdî kaderlerin ötesindeki millî kaderi yakalamak gibi görünüyor. Bu yüzden belki he Soljenitsin'in Albay Vorotintser'i ne de Sepetçioğlu'nun Afşin Bey'i veya Sav Tekin'i Tolstoy'un Prens Andrey'i kadar zihinlerimizde yer edecek, ama her iki yazarın da bize anlatmak istedikleri şeyler kolay unutulacağa benzemez.

Kilit ve Anahtar bize Türkiye'yi kazandıran Selçukoğullarının hikâyesidir. Tuğrul ve Çağrı Beyler, Alp Aslan, Melikşah, Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve bunların etrafındaki küçüklü-büyüklü Oğuz kahramanları o günlerden bu yana geçen bin yılın to­humlarım atıyorlar. Yazarın bilhassa anlatmak istediği işte bu to­humlardır. Bir avuç Oğuz Türkü ile ilerideki Türkiye'nin âdeta kü­çültülmüş bir örneğini teşkil ediyor; bunların her biri Türk millî kültüründeki bir müessesenin veya bir karakterin filizleridir. Anadolu bu filizleri binlerce dal ve çiçek haline getirecek bereket­li bir toprak olacaktır. Üç yüzyıl sonraki Orhan Gazi ile kardeşi Alaaddin Paşa üç yüz yıl önceki Tuğrul ve Çağrı Beylerdir. Kalbi yumuşak, kılıcı ve aklı sert Alp Aslan bize Kanunî'yi müjdeliyor. Gazi Bali Bey Afşin'in attığı tohumdan yüzlerce yıl sonra filizle­nip çıkmıştır. San Hoca ve Küpeli Hafız'da Anadolu'nun manevî iskeletini görüyoruz: Alp erenler, hak erenler, türbelerinde yanan kandillerle yüreklerimizi de aydınlatan gönül adamları, hattâ dev­let reislerimizin sağ kolu olan büyük akıl adamları.

Sepetçioğlu söylemek istediği şeyi gayet iyi biliyor, söyle­mesini de biliyor. Ona göre Türkiye'nin kuruluşu her şeyden önce yeni bir terkibi ifade etmektedir. Bu terkib Oğuz Türklerinin millî karakteri ile İslâm inanç sisteminin kaynaşmasıdır. Bu birleşme içindeki eski unsurlar yeni birer karakter kazanmıştır. Artık Oğuz­lar İslâm dışında kalmış olan Türklerden, meselâ Peçeneklerden farklıdırlar, Oğuzların müslümanlığı da o çağda gördüğümüz di­ğer örneklerden farklıdır. Bir yabancı tarihçinin tabiriyle, Türklerin müslümanlığı bir "Serhad müslümanlığıdır, yani peygamber ve ilk halifeler devrindeki iman ateşinin devamlı yandığı, devamlı pekiştirildiği bir din. Müslüman Oğuzlarda böylece ne Bağdad'ın veya Kahire'nin uyuşukluğu ne de Peçeneğin bozkırda heba ol­muş dinamizmi vardır. Selçukoğulları işte bu sayede rüzgâr önün­deki diken gibi yuvarlanıp giden müthiş potansiyeli en iyi şekilde zaptederek bin yıl ömürlü bir çınar haline getirmeyi bildiler. Hâlâ gölgesinde yaşadığımız, hattâ yurtsuz-yuvasız kalmış soydaşları­mızı bile dalları altına alan çınarın gücü büyük terkibin sağlamlı­ğından ileri gelmektedir. Dandanakan'da hayvanlarına otlak bul­mak için canını dişine takan yoksul göçebe, Malazgirt'te artık to­runlarının ebedî vatan yapacağı bir yurt parçası için dövüşüyordu. Bu yurdun kapılarını bağlayan kilit Alp Aslan'ın eline geçti, onu açan anahtarı da amca çocuklan buldular.

Oğuzlann Gazne topraklarına girişinden Kutalmışoğlu Sü­leyman Şah'ın İznik fethine kadar geçen yıllar o kadar baş döndürücü bir hızla geçmiş, o kadar büyük hadiselerle yüklenmiştir ki, bu yılların tarihini bütün teferruatıyla takip edenler âdeta bir toz bulutu içinde kalırlar; neyin nerede başladığını, nereye doğru gittiğini anlayabilmek çok güçtür. Nitekim o çağda da karınca sürüsü gibi batıya akan Türk göçebelerinin nerede duracaklarını, ne yapacaklarını kimse bilemiyordu. Fakat romancı da tıpkı bir ilim adamı gibidir, karmakarışık hadiseler arasında ilk bakışta görün­meyen bazı düzenlilikler keşfeder, asıl ile teferruatı birbirinden ayırır, önce olanla sonra olan arasındaki bağlantıyı bulur. Kısaca­sı, romancının yaptığı iş, mânalı bir bütün teşkil edecek unsurları seçerek onlardan bir realite kurmaktır. Bu realite tarihçinin veya sosyologun ortaya çıkardığı ile aynı olmamakla beraber, onlarla bir tezat da teşkil etmez. Romancının hayali şahsiyetler veya vak'alar kullanması onu hakikatin dışına çıkarmaz, sadece haki­katin bir başka yüzünü gösterir. Sepetçioğlu vak'alarını iyi seçi­yor, iyi kuruyor, anlatacağı şeyler üzerine bir sürü vak'a yüklemek yerine bütün fikir yükünü iyi yapılandırılmış birkaç vak'a üzerin­de teksif etmeyi biliyor. Anlatacağı hakikati hadiseler halinde de­ğil de insanlar halinde vermeye çalışıyor. Aslında belki de böyle bir takdim şekli yüzündendir ki tarihî roman bize tarih kitabından daha sevimli görünür, romanı tarihten daha iyi hatırlarız. Tarih ki­taplarında realite -bazen araştırma veya öğretim kolaylığı için, bazen de sırf tarihçinin zihin darlığı yüzünden- parçalanmış bir şe­kilde verilir, bu parçalar bizim hayatımızda karşılığı olan şeyler değildir. Biz günün değişik saatlerinde veya senenin çeşitli za­manlarında ahlâkî, estetik, teknik veya hissi hayatlar yaşamıyo­ruz. Dünya bize daha çok bütün bu unsurları birbirine kaynamış bir şekilde taşıyan insanlar halinde görünüyor; dış dünya ile mü­nasebetlerimiz, hattâ kendimize karşı tavırlarımız birer insan mü­nasebeti halinde ortaya çıkıyor, hayatın objektif tarafları da insan­lar vasıtasıyla ve onların kanalından geçmek üzere bize ulaşıyor. Romana işte realitenin bu yapıcı ünitesini, yani topyekûn inşam verdiği için bize tarihçiden daha yalandır. Bir mimarî eseri, bir teknik vasıta, veya genellikle bütün kültür hadiseleri belli bir tarih devrine mahsus şeyler olarak çok defa kitap sahifeleri veya müze rafları arasında kalır, ama insan bütün bu tarih devirlerini aşarak her zaman canlı kalabilmektedir, kendi varlığımız ne kadar ger­çekse başka insanlar da o kadar gerçeklik kazanır. Atina sitesinin örflerini, adetlerini, devlet nizamını, kanunlarım içimizden sade­ce birkaç mütehassıs biliyor, ama kanunla vicdan arasında geçir­diği tereddüt yüzünden ıztırap çeken Sokrates'i hepimiz tanıyor, o sanki başımızı çevirdiğimiz zaman görecekmişiz gibi yanı başımızdadır.

Bu söylediklerimiz sadece tarihî roman için değil, bütiin ro­manlar için geçerli olan -veya benim öyle gördüğüm- şeylerdir. Fakat tarihî romanda bu ölçüye uymak çok zor oluyor. Sepetçioğ- lu bir romana olarak insanı yakalamak gerektiğini muhakkak ki biliyor ve bunu elinden geldiği kadar yapıyor da. Fakat onun önünde önemli bir güçlük var ki her tarihî roman yazan aynı güç­lük karşısındadır. Sepetçioğlu bir tarih vakıasını veımeyi esas ola­rak almış, böyle olunca da kahramanlan ferdî şahsiyetler olarak işlemek yerine hepsinin bu tarih içindeki yârlerine önem veriyor. Onun kahramanlan elbette tarihin akışı içinde şuraya-buraya ser­piştirilmiş önemsiz varlıklar değil, fakat aynı tarih karşısında bu­lunan değişik şahsiyetler de değil. Sepetçioğlu bu insandan objek­tif bir realitenin -tarih veya cemiyet- eseri olan tipik şahsiyetler olarak alıyor; bu yüzden onun yarattığı karakterler arasındaki en kesin fark fertlerde değil, nesiller arasında ortaya çıkmaktadır; bozkırda yurt arayan göçebe Türkmenlerle devlet sahibi bir Türk milleti arasındaki fark. Ben bu türlü bir farklılaşmanın pekâlâ doğru olduğuna inanıyorum ve yazarın bunu işlemesini de bir ba­şarı sayıyorum, fakat Sepetçioğlu'nun bir noktada yanıldığını zannediyorum. Asker Savtekin ile Derviş Küpeli Hafız'ın bir me­selede farklı kanaatlar ortaya atması, hattâ farklı bir muaşeret için­de olmaları onların şahsiyetlerinde sadece mesleklerinden ileri gelen farkı aksettirir, yoksa iki ayrı şahsiyet bütününü değil.

Tarihteki büyük şahsiyetlerden bahsederken çok defa "bir devre adım veren", "bir çağa damgasını basan", "devir değiştiren" gibi ifadeler kullanırız. Bunlar birer tasvir sıfatı olarak çok kullan nışlı ifadelerdir, ama genellikle yanlış bir tarih görüşünü de ima ederler. Bu yanlışlık çok defa kendi şahsî motiflerimizi başkaları­na da yakıştırmaktan ileri gelmektedir. Romancı eserindeki kah­ramanla kendi şahsını bir tuttuğu, yani kendi düşüncelerini ro­mandaki kahraman ağzından naklettiği için bu türlü bir halaya da­ha yatkın oluyor. Bu yüzden bir hadisenin sebep safhasında görü­len insanları kolaylıkla neticenin failleri halinde göstennek pek mümkündür. Sosyal -veya tarihî- oluşun insan eliyle çizilen plânlara göre yürüdüğü sanılır. Sepetçioğlu'nun romanlarında da Anadolu'nun fethi, iskân, yani müesseselerin kurulması hep Sel­çuk oğullarının hazırlayıp tatbik ettikleri stratejiye göre cereyan etmektedir. Meselâ medrese ve tekkelerin göçebe Türkmen kitle­lerini toprağa bağlaması ve onlar arasında bir millet birliği kurma­sı gayet akıllıca düşünülen bir stratejinin eseridir. Alp Aslan'ın ve Melikşah'm akıl hocaları Peçeneklerin neden mahvolduklarını, Selçuklu'nun neden kuvvetlendiğini değme mütefekkirin düşüne­meyeceği kadar sağlam bir şekilde izah etmektedirler. Yazar bu adamların imaj ve ifadelerini basitleştirmek suretiyle işe pek tabiî bir hava vermeye çalışsa da onlar yine yirminci yüzyıldaki dokt­rinci devletlerde gördüğümüz İdeolog tiplere benziyorlar.

Diyeceksiniz ki, insanlar kör bir akışın sürüklediği çer-çöp- ten farklı değil midirler? Eğer böyle ise, büyük adamların büyük­lüğü nerede kalıyor?

Tarih'i insanın mı yaptığı, yoksa onun ihsan için bir kader mi olduğu hayli münakaşa edilmiştir. Ama biz şimdi bu münakaşayı tazeleyerek bahsi uzatmayacağız. Şu kadarını söyleyelim ki, bü­yük adamların birtakım hal ve şartların eseri olarak ortaya çıkması onları hiçbir zaman küçültmez. Oğuzların içinde Alp Aslan, Me- likşâh, Kutalmışoğlu Süleyman gibi şahsiyetlerin çıkarak birinci plâna geçmeleri elbette o zamanki sosyal ve tarihî şartların bir ese­ri idi, ama bu sosyal ve tarihî şartların meselâ Kavurt Bey'i ve Tu- tuş'u çiğneyerek berikilere meydan vermesi onlann Kavurt veya Tutuş'tan daha büyük olduğunu da gösterir. Alp Aslan'ın büyük olması için onun dünyayı bin yıl sonra doğan bir romancı gibi gör­mesi şart değildir. Bina kalırsa Sepetçioğlu burada romancıdan beklenen bir tavrı ihmal etrhişe benziyor, tarihin kendisiyle ondan yapılan bir tecridi birbirine karıştırıyor. Tarihin içindeki insanlar kendi hareketlerim ve hadiseleri sonradan bizim Çaptığımız gibi yorumlamazlar; ancak onlann düşünce ve davranıştan bir takım' neticelere yol açar ki romancı işte bu neticeleri o düşünce ve dav­ranışların bir sonucu olacak şekilde tertipleyerek bize sunar. Seç­meyi, tertibi ve yorumu yapan romancının kendisidir, daha doğru­su bu yorum onun yaptığı tertip içinden çok tabiî bir netice olarak 'karşımıza çıkar. Sepetçioğlu'nun romanlarında bu işi kahraman- lann kendileri yapıyor. Romancının hadiselerden çıkardığı sem­bolizm bile bir kahramanın -San Hoca'nm- buluşu halinde verili­yor. Halbuki romancı bize birşeyi anlatmaktan çok göstermeye çalışıyor. Bu usûl onu vaaz veren veya masal anlatandan, hattâ ta­rihçi ve psikologdan ayıran önemli noktalardan biridir. Şüphesiz, kendi yaptığı tecridi kahramanlarından biri vasıtasıyla nakleden tek romancı Sepetçioğlu değildir, bu yol romanın kıymetini de çok düşürmez, fakat herhalde realist edebiyatın bizde yerleştirdi­ği zevk yüzünden olacak ki bir türlü önümüzdeki hayata yorum şeklinde müdahalelerden hoşlanmıyoruz. Vaiz veya masalcı bir hikâyeden çıkacak mânayı veya hisseyi bize anlattıklan zaman adeta zihnimizi daraltmış, muhayyilemizi tek bir kanala hapset­miş oluyorlar. Masal ve vaazın sadece çocuklarla entelektüel ol­mayan insanlara zevk verişinin bir sebebi de budur. Romancı bi­zim zihnimizi belli bir kıvama getirmeli, tasavvurumuzun zenbereğini kurmalı fakat yarattığı potansiyeli yine kendi eliyle tüket­memelidir.

Sepetçioğlu belki de şairlikten ve destan yazıcılığından gelen bir alışkanlıkla, romanlarında şiir cümlesine çok yer veriyor. Şiir üslûbu romana hâkim olunca tahlil yerine imaja önem verili­yor, daha doğrusu imajlar tahlil yerine kullanılıyor. Dünya edebi­yatının en büyük romanlarına dikkat ederseniz hiç birinde santi­mantal ifadelere rastlayamazsınız; o kadar ki ilk bakışta siz de bunları yazabilirsiniz gibi bir intiba hasıl olur. Ama bu düz, süssüz ifadeler de elmasçı elinde yontulmuş kıymetli toplar gibi fevkalâde bir emek ve dikkatle hazırlanmıştır, sesleri az olsa bile mânaları açık ve sağlamdır.

Erol GÜNGÖR, Türk Edebiyatı, Şubat 1973, S: 14, s. 32-35


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum