RÜMEYSA ERTEM :Bulabilseydi Kendini İnsan

Yıl beş yüz yetmiş bir. Bir güneş doğuyor uzaklardan…

RÜMEYSA ERTEM :Bulabilseydi Kendini İnsan
18 Nisan 2013 - 09:16 - Güncelleme: 18 Nisan 2013 - 11:02

BULABİLSEYDİ KENDİNİ İNSAN

Yıl beş yüz yetmiş bir. Bir güneş doğuyor uzaklardan… 20 Nisan sabahı aydınlanıyor tüm dünya. Kuşlar cıvıldıyor, kediler koşuşturuyor, gökyüzü parıldıyor. Ve korku içinde kıvranıyor Âmine. Ya kız olursa?

 

Ve bambaşka bir insan iniyor semadan yeryüzüne. Buram buram gül kokuyor… Tüm sütanneler sırt çevirirken gül yüzlüye, sevgiyle kucaklıyor O’nu Halime. Bilmiyorlar dünyanın onun için yaratıldığını, güneşin onun için aydınlandığını, semanın yıldızlarla süslendiğini, yeryüzünün ağaçlarla donatıldığını… Halime’de bilmiyor bunları. Fakat sarıyor gül yüzlüyü. Gül yüzlü peygamber Hz. Muhammed (sav)’i…

 

Melekler… Yaratıcıya yakın olan varlıklar secdeye varıyor karşısında. O’na inananlar kurban oluyor yolunda. O’nun yolunda gidenler huzura varıyor sonunda. Huzura varanlar ebedi kalıyor konumunda.

 

Ve bir mağarada sesleniyor Cebrail (as); “İkra!” . Haykırıyor âlemlerin Rabbinin Resulüne; “Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku!” Kırk yaşında varıyor peygamberlik mevkiine. Yeryüzünün böyle ihtişamlı olmasının sebebi olan Hz. Peygamber bu yaşta ayak basıyor görevine.

 

Benim peygamberim;

Adildi. Herkesin yaşama hakkını savunurdu. Kız çocuklarının, yavruların, ana kuzularının daha gözleri yeni açılmışken dünyaya, nefesleri kesilmeden, kalpleri durmadan, gözleri cam gibi parlak iken, diri diri toprağın altına girmelerine göz yummazdı. Kadınlar kullanılıp, paçavra gibi ortalığa savurulurken yakan güneşin altında, O rahat uyuyamazdı yatağında. Mücadele ederdi peygamberim.

 

Allah için, âlem için, asır için çabalardı. Daim  Allah yolundaydı.

“Onur” denilen kavramın en yükseğine, en şereflisine sahipti. Bir nohut tanesi büyüklüğünde bile gurur taşımaz, insanı insandan ayırt etmezdi. Yoktu gözünde zengini, fakiri. Fakiri de insandı, zengini de. Hristiyan da kuldu, Yahudi de, kâfiri de, Budist’i de, Müslümanı da. Zencisi de, beyazı da. Bunu tüm insanlığa haykırmıştı Veda Hutbesinde;

 

“Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanında Arap’a bir üstünlüğü yoktur. Ey İnsanlar! Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır.” Buyurmuştur.

 

Benim peygamberim;

Dil, din, ırk, mezhep, soy; öksüz-yetim, varlıklı-varlıksız, güzel-çirkin diye ayırt etmeyendi. Yaratıcısına saygı duyduğu için yarattığına da duyardı. Yürek incitmenin ne kadar ağır bir günah olduğunu bağırdı, insanlığa aksetti. Fakat üzerine alınan alındı, alınmayanın hali belli…

 

Görünüşün bir yaprak misali olduğunu bilemedi, insan. Çiçek yeşerir yaprağıyla. O kadar ihtişamlı görünür ki, doyamaz insan bakmaya… Yıllar geçer aradan aylar, haftalar, günler… O narin, cazibeli çiçek zaman içinde koca bir ağaç oluverir. Ve sonbahar sırt dayadı mı mevsimlere; sararır yapraklar, dökülür yavaş yavaş yerlere… Eser yoktur önceki görünümünden. Ve sen, hiç aldırış etmeden çiğnersin onu üzerine basa basa…

 

“ Allah sizin şekillerinize ve görünüşlerinize bakmaz, kalplerinize ve işlerinize bakar.”

(Hadis-i Şerif)

 

Ve benim peygamberim;

Yalan, dedikodu, gıybet, iftira, istemezdi ümmetinde. Gideceklerse O’nun yolundan, O’nun gibi gidilmeliydi. Adil olunmalıydı. Kimse kimsenin malına göz dikmemeliydi. Hür bırakılmalıydı, inançlar. Zalime alkışı basıp da, mazlumu görmezlikten gelindiğini görseydi (ki görüyor!) kızardı Ümmet-i Muhammed’e. “Siz kimsiniz?(!)” derdi. “Muhammed’in yolundan giden ümmet mi, yoksa yolundan sapmış, ümmet görünümlü münafık mı?” derdi belki de. İnsan, insanı onurlu ya da onursuz kılan temel ölçütün davranışlar olduğunu unutmuştu çünkü. Kalp temizliğinin değerini, kıymetini; bembeyaz bir yüreğe siyah leke vurmanın günahını, vefasızlığını ayırt edemedi, insan.

 

Kendini bulsaydı, bilseydi kendini insan, yeryüzü kadar doğasında yaşamayı becerebilseydi, bütün ihtişamıyla sevgiler diyarı olarak kalırdı, dünya. Nefsinin sessiz ve kurnazca fısıltılarına kulak verebilseydi insan, kendi gönlünü de ferah tutardı, Resulün gönlünü de…

 

Oysa… Sanki çabalıyor bu yola gönül koymuş insanlar, Muhammed (sav)’in gönlünü huzursuz etmeye… Diller hep bir ağızdan “Allah!” diyor, kelime-i şehadet getiriliyor; kalpler menfaat peşinde koşuyor, nefis durmuyor, peşliyor…

 

Namaz ne için kılınıyor, başlar çıkar için mi örtünüyor? Günah işleniyor, “masumum” deniliyor. Yaratan ve yaratılanı seviyorum” kelimeleri kuruluyor, fakat soru “Bu gün Allah için ne yaptın?” olunca, durup düşünülüyor.

 

Sorgulamak lazım kendimizi, hem de hiç beklemeksizin.

“Ne için varız?”

“Ne kadar varız?”

“Yaratıcıya gerçekten saygı ve sevgi dolu muyuz?”

“İyiliği Allah rızası için mi yapıyoruz?”

“Onur ve haysiyeti gramda olsa taşıyor muyuz üzerimizde?”

Ve daha iyi yaşamak için sorguluyor muyuz kendimizi?

 

Gecenin karanlığında, bir hadis sarıyor içimi, yakıyor yüreğimi, hatırlatıyor hasretimi;

 

“Kıyamet gününde yeri bana en yakın olanınız, dünyadan benim bıraktığım gibi çıkanınızdır.”  Nasip olması temennisiyle…

 

                                                               10 / 04 / 2013 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum