Osmanlı'nın Sınır Taşı; Âli Paşa - Yazan: OZAN BODUR

Osmanlı'nın Sınır Taşı; Âli Paşa - Yazan: OZAN BODUR
14 Mayıs 2021 - 16:06

1815 yılının bir mart günü İstanbul’un gösterişsiz ve sade semtlerinden biri olan Mercanağa da çok fakir bir ailenin çocuğu olarak doğmuştu. Babası Ali Rıza Efendi geçim sıkıntısı çeken küçük bir esnaftı, Mısır çarşısında bulunan minik baharat tezgâhında ailesinin rızkını çıkarmak için adeta didiniyordu…

Buna rağmen oğlunun iyi bir eğitim alması için bütün fedakârlıklara katlanıyor, Onu hakkınca yetiştirmek adına var gücüyle çalışıyordu. Çok zeki ve ağırbaşlı bir çocuk olan oğlu ise kendisine gösterilen bu ilgiyi karşılıksız bırakacak gibi değildi. İlkokul öğrenimi için mahalle mektebine gittiği yıllarda kısa sürede Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş ve hafız olmuştu. Beyazıd Camiinde verilen Arapça derslerinin sıkı takipçisi idi. Arap dili ve Edebiyatının temeli olarak kabul edilen Sarf ve Nahiv alanında çok yetenekli bir talebeyken ve eğitim alanında daha yolun en başındayken onun için her fedakârlığı göze alan babasını kaybetti…

Ailesinin geçimini sağlamak adına bir süre eğitimine ara vermek zorunda kalsa da karşılaştığı zorluklar en önemlisi de yetimlik O’nu yıldırmadı. Gündüz çalıştı gece ise mum ışığında kendisini yetiştirmeye devam etti…

Zeki, akl-ı selim ve vakur duruşunu takdirle karşılayan büyüklerinin araya girmesi ile daha 15 yaşındayken Osmanlı Devleti’nin Bakanlar Kurulu diye tasvir edilen Divan-ı Humayun’da kâtip olmayı başarmıştı…

Buranın çalışma geleneği çerçevesinde tüm kâtiplere bir mahlas, zamane ifadesi ile bir rumuz veriliyordu. Ona ise yüce ve ulu manasına gelen ‘’Ali’’ mahlası verildi. Tam 41 yıl sürüp ardından 41 kere maşallah dedirten devlet hizmetleri süresince de nereden nereye geldiğini kendisine anımsatan ve bir şeref nişanı gibi gördüğü bu rumuzu kullandı…

Birkaç sene içinde mevki atlayarak Sadaret makamı mühimme kalemindegörev aldı. Bu arada ayrıca mesai harcayarak kendi gayretleri ile Fransızca öğrendi. Bu konuda kendisini öylesine geliştirdi ki tam bir sene sonra Osmanlı Dış İşleri Bakanlığınca kurulmuş olan Tercüme Odasında çalışmaya başladı.

1835 yılında Avusturya İmparatoru olan I.Ferdinand’ın tahta çıkışı münasebetiyle yapılan törenlere gönderilen seçkin Osmanlı heyetinin içinde ikinci başkâtip olarak görev yaptı. Diğerleri tören sonrasında geri dönse de O yetkililerden gerekli izinleri alarak Osmanlı’nın Viyana Elçiliğinde çalışmaya başladı. Burada kaldığı bir buçuk sene boyunca değişen Batı diplomasisinin inceliklerini kavramaya çalıştı.

Daha sonra, Rus Çarı I.Petro tarafından Rusya’nın Avrupa’ya açılan kapısı olarak inşa edilen Sankt Peterburg’a geçti, bir süre de burada kaldı.1837’de İstanbul’a döndüğünde Bakanlar Kurulu’nun özel tercümanı olarak yeni görevine başladı. Mustafa Reşid Paşa, Londra elçisi olduğunda O’nu da yanında götürerek büyükelçiden sonra ki en yetkili diplomatik kişi olan mazlahatgüzarlık makamına oturttu. İngiltere nezdinde Osmanlı’nın İngiltere de ki en yetkili ve mühim diplomatik adamı olduğu anda yaşı sadece 23’tü,aradan 6 yıl geçtikten sonra 29 yaşında Londra Büyükelçisi oldu. Abdülmecit’in tahta çıktığı bu dönemde yıldızı en parlak bürokratlardan biri olarak göze çarparken Mustafa Reşid Paşa’nın sadrazamlık görevine getirilmesi ile boşalan Dış İşleri Bakanlığı koltuğuna O oturmuştu…

Sene 1846,yaşı ise 31’di…

Ayrıca bu dönemde ek olarak yaptığı Meclis-i Vala Reisliği, Bursa ve İzmir Valiliğinden sonra 1852’de ilk kez Osmanlı Devleti’nin Sadrazamı oldu…

Osmanlı Sultanından sonra Memalik-i Osmanlı’nın en yetkili kişisi olduğunda 37 yaşındaydı…

Fakir, gariban ama onurlu bir baharatçının çocuğu olarak dünyaya gelip, küçük yaşta yetim kalmasına rağmen yılmadan çalışan, sürekli kendisini geliştiren, tutucu ve bağnazlıktan uzak durarak herkesi ve her kültürü anlamaya çalışan, sürekli gözlem yapıp sonuç çıkaran, mağrur ve vakur bir devlet memuru için su ve ekmek kadar mühim olan devlet terbiyesi denilen nimeti, hücrelerine kadar işleyen bu adam, devlet sistemini, hikmet, liyakat ve bilgi üzerine inşa eden Osmanlı’nın bürokratik bir mucizesiydi…

Osmanlı Tarihinin son döneminin en çetrefilli, en zor ve en çok tartışılan olaylarının içinde hep O’nu görüyoruz. Mesela Kırım Savaşı başladığında Dış İşleri Bakanlığı makamında O oturuyordu. Tarihi Viyana Konferansında Osmanlı’yı temsil eden kişi O idi. Çok tartışılan ve gayr-i Müslimler ile Avrupalı Devletlere gereğinden fazla taviz verildi diye eleştirilen Islahat Fermanını hazırlayan kişi bizzat O idi. Paris Kongresine katılan Osmanlı delegesi ta kendisiydi.

İngiltere’nin, Fransa’nın ve hatta Rusya’nın saldırgan politikalar güttüğü bir dönemde sergilediği akılcı ve makul dış politika, ancak seneler sonra büyük toprak parçaları bir buzun elimizden kayması gibi gittikten sonra anlaşılmıştı. Korkak, çekingen ve ezik asla değildi. Sadece hak ve had denilen şeyleri çok iyi ayrıt edebiliyordu. Hakkımızı yedirmiyor ama Osmanlı’nın içinde bulunduğu zor durumlarda, devleti çok kötü şartlarla karşı karşıya bırakacak olaylarda soğukkanlı, sakin ve akılcı davranıyordu. Kanserli hücreyi temiz dokudan ayıran bir neşteri anımsatan diplomatik ve siyasi hamlelere sahipti…

Hatasız, kusursuz ve mükemmel değildi elbette. O da insandı, yanlış yaptığı, yanılgıya düştüğü de oluyordu. Asli nedenlerini kavrayamadığı olaylarla O’da karşılaşıyordu. Mesela sadece bize kâğıt üzerinde bağlı kaldığı gerekçesi ile Belgrat ve Sırp kalelerinde ki Osmanlı haklarından bir kalemde vazgeçmesi veya Giritli Rumlara hayal bile edemeyecekleri ayrıcalıkları tanıması dönemin özgün kalemlerinden Ziya Paşa ve Ali Suavi tarafından yerden yere vurulmuştu.

Ancak, Mısır Valisi Hidiv İsmail Paşa’nın Osmanlı saray erkânını adeta rüşveti anımsatan tarzda değerli hazine ve hediyelere boğmasına karşılık istediği genişletilmiş imtiyazlara direnen, Bulgarların İstanbul Ortodoks Patrikliğinden ayrılarak kendilerine has bir patrikhane kurmalarına karşı çıkan ve Katolik Ermenilerinin Roma’da papaya bağlanma girişimlerini sonuçsuz bırakan yegâne isimde o’dur…

Eğer uygun kadroları etrafında toplayıp, Keçecizade Fuat Paşa’nın divanda yalnız kalmasının önüne geçebilseydi, Osmanlı toplumunda O’nun hayal ettiği açık ve şeffaf düzenlemeler hayata geçecek ve devlet aklı kıt, despot ve dar görüşlü bürokratların esiri haline gelmeyecekti…

Bir nebze O,yeniden büyük ve şanlı Osmanlı Devletini ikame etme yolunda sicil-i Osmanî’de vurgu yapılan ve alçak gönüllü, yumuşak huylu diye tanımlanan özelliklerinin kurbanı olmuştu…

Ağır hastalığından dolayı vefat ettiğinde boşluğunu doldurabilecek bürokrat neredeyse yok gibiydi…

Abdülmecid ve Abdülaziz Dönemlerinde toplam 5 kez Sadrazam (Başbakan) 8 kez de Hariciye Nazırı (Dış İşleri Bakanı) olan bu tecrübeli adam Osmanlı Devleti’nin yükselişi ve çöküşü arasında ki sınır taşıydı…

Ondan sonra ki Osmanlı tarihi önemli tarihçiler tarafından değerlendirilirken kalın çizgilerle bir şerh düşülecekti, bu şerhin tarihteki adı; kaht-ı rical’di, yani; adam kıtlığı…

Asla Osmanlı Devleti’nin en iyi devlet adamı değildi ama Osmanlı bürokrasisinde görev yapmış en iyi devlet adamlarının sonuncusu idi zaten bundan dolayı ondan sonrası kath-ı rical’di…

Rahmet-i Rahman’a kavuştuğunda takvim yaprakları 7 Eylül 1871’i gösteriyordu. Süleymaniye de kabrinin başına dikilen ulu taşta Hüvelbaki hattının altına ismi ile birlikte mübarek rumuzu yazılmıştı; Mehmet Emin ‘’Ali ‘’Paşa! (El-Fatiha!)

Bir sonbahar günü toprağa düşen Mehmet Emin Ali Paşa’nın ardından Osmanlı bürokrasisi için hazan mevsimi başlamıştı, yani yaprak dökümü…


1- Başbakanlık Yazı ve Evrak İşleri Müdürlüğü denilebilir.

Türkyorum

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum