Osmanlı Devletinde Eğlence Kültürü

Karadeniz Teknik Üniversitesi Tarihten, Seval SARBAN yazdı

Osmanlı Devletinde Eğlence Kültürü
26 Nisan 2015 - 18:20

~~
1.1.Şenlikler

Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminden sonlarına kadar padişahlar veya saray mensupları tarafından çeşitli vesilelerle yüzlerce şenlik ve tören düzenletilmiştir. Bu şenlikler, sultan hanımların ya da saraya mensup kişilerin evlilikleri, padişah çocuklarının doğumları, şehzadelerin ilk derse başlamaları, ordunun sefere çıkışı gibi vesilelerle ve en çok da şehzadelerin sünnet törenleri vesilesiyle yapılmıştır. Şenlikler, tarihçiler, gösterileri izleyen yerli ve yabancı konuklar tarafından kaydedilmiş ve bu şenliklerden bazıları edebî eserlere konu olmuştur.

Düğün Şenlikleri: “Sur” sözcüğü düğün, ziyafet, şehrayin, şenlik anlamlarına gelir. “Name” sözcüğü de mektup, risale, kitap gibi anlamlar taşır. Düğün, şenlik, ziyafet ve benzeri konularda yazılan eserlere ve genel olarak bu edebî türe, bu iki sözcüğün birleşmesinden meydana gelen “surname” adı verilmiştir. Orhan Gazi’nin, 1298’de, Yarhisar Beyinin kızı Holofira (Nilüfer Hatun) ile evlilikleri nedeniyle düzenlenen eğlencelerle başlayan imparatorluğun yıkılışına kadar süren Osmanlı şenlik tarihinin, yazılı belgelerde, surnâmelerde yaşatılması, devletin törensel etkinliklerinin, geleneklerinin yerleşmesine bir gelişme göstermiştir. Osmanlı padişahlarının evlenmesinde daha çok siyasi amaç güdülmekteydi. Padişahlar için kızlarını ya da kız kardeşlerini evlendirmek önemliydi. Çoğunlukla varlıklı ve devlet kademesinde etkili damatlar seçiliyordu. Bunun içindir ki, bu evlilik düğünleri, armağan ve çeyizlerin sergilendiği bir geçit alayı niteliği taşımaktadır.1450 tarihinde II. Mehmet’in Edirne’de Sitte Hatun’la evlenişi için düzenlenen ve üç ay süren düğünü, Yine de 16. yüzyıl düğünleri görkemli şenliklere vesile olmuştur. 1524’te Kanuni’nin kız kardeşinin veziriazam İbrahim Paşa ile evlenmesi vesilesiyle At Meydanı’nda yapılan ve sekiz gün sekiz gece kutlanan şenliği söyleyebiliriz.

Doğum Şenlikleri: Osmanlı Hükümdarlarından birinin erkek veya kız evladı dünyaya geldiğinde bazı adetler ve merasimler yapılırdı. İlk olarak Kızlar ağasının oda lalası doğumu Silahtar Ağa ya bildirir ve o da müjdelik olarak ona bir bohça içinde bazı eşya hediye ederdi. Silahtar Ağa’nın doğumu resmen ilanı üzerine Padişahın çocuğu erkekse her koğuşta beşer, kız ise üçer kurban kesildiği gibi yine çocuğun erkek olduğuna göre yedi gün beşer, kız olmasına göre de beş gün top atılırdı.
Top atışları veya çeşitli imkânlarla halka duyurular yapıldıktan sonra fakir zengin herkes şenliğe katılırdı. Hazine Kethüdası tarafından Darphane de yapılan gümüş işlemeli beşik hususi merasimle Harem’e gönderilirdi. Beşiğin Darphaneden çıkarılıp Harem dairesine gönderilmesine kadar cereyan eden an’anelere “Beşik Alayı” denilirdi. Bu alayın görevi olarak her tarafta şenlikler yapmaktı. Çarşılara, sokaklara avizeler, kandiller asılır, Yeniçeri ve Saray ağaları koğuşunda sazlar, çalgılar çalınır, hokkabazlar oynatılırdı.

Şehzadelerin İlk Derse Başlaması: Şehzade ve Sultanlar dört veya altı yaşına geldiklerinde tahsile başlamaları gerekmekteydi. Bunun için düzenlenen merasime “Bed’i Besmele” denilirdi. Bu konuda özellikle on dokuzuncu yüzyılın öncesinde geçen kaynaklarda özellikle şehzadeler için yapıldığından bahsedilmektedir. Sultanların ise öğrenime başlaması ise saray içinde yapılan bir törenle olur ve devlet erkânı davet edilmezdi. Şehzadeye bir hoca tayin edildikten sonra ise Sadrazam, Şeyhülislam, Kazaskerler ve Ulema ya bir gün öncesinden tezkire gönderilerek davet edilirdi. Merasim için genellikle Sarayın etrafındaki Köşklerden bir tane tespit edilerek çadırlar kurulurdu. Güneş doğduktan yarım saat sonra davetliler gelip kendileri için ayrılan yerlere otururlardı. Teberdarlar tarafından tatlı ve şerbet ikram edilirdi. Daha sonra şehzade törende yer alır. İlk ders için Şeyhülislam elif be’den başlayarak alfabenin bir kısmını okuyarak şehzadeye tekrar ettirirdi. Şehzade merasimden sonra Padişahın elini öper ve davetliler tarafından tebrikleri kabul ederdi. İlk cüzü ise Padişah tarafından şehzadesine hediye ederdi.

Sünnet Törenleri: Osmanlı Devletinde şüphesiz en görkemli şenlikler sünnet düğünleriydi. Tarihi ve edebi kaynaklarda sünnet düğünlerinden bahsedersek; 1365 yılında I.Murat’ın Şehzadesi Yıldırım Bayezid için; 1457 de Fatihin şehzadeleri için; 1530 da Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadeleri için; 1582 yılında III. Murat’ın şehzadesi Mehmet için düzenlediği tarihte iz bırakan ve diğer sünnet törenlerinden birçok açıdan farklı olan törenlerdir. Özellikle III. Murat düzenlediği törenden bahsetmek gerekirse Fransa, Venedik, Raguza, Transilvanya, Moldova gibi elçilerde bu törene katılmışlardır. Hazırlıklar için Mısırdan şeker, Hindistandan çeşitli baharatlar ve Halep’ten kumaşlar getirttirilmiştir. Sadece misafirlere pilav dağıtımı için bakırdan 1500 sini döktürülmüştü. Yüksekliği 15cm ye kadar olan piramit şeklinde dallı budaklı ağaçlara benzeyen “Nahıl” yapılırdı. Şeker, yemiş, çiçek gibi süslerden oluşan önemli bir düğün ve şenlik unsuruydu.

Bu tören Geceli gündüzlü 52 gün sürmüş, gösteriler düzenlenmiş, ziyafetler verilmiştir.

Ordunun Sefere Çıkışı: Osmanlı Devletinin kuruluşundan on beşinci yüzyılın başına kadar padişahlar saltanat hayatlarının çoğu kısmını seferlerde, savaşlarda geçirmişlerdi. İlk olarak Sancak (Liva) çıkarılır Babüssaade denilen kapının önüne dikilirdi. Başta Padişah olmak üzere bütün devlet erkânı, âlimler hazır bulunur, dua okunur, daha sonra Hünkar Livayı Sadrazam ve Serdarı erkeme verirdi. Padişah hareket edince Solaklar ve Peykler padişahın etrafında yürürdü. Orduğahta Otağ-ı Hümayun eğer sefer Rumeli de ise birinci gün sur dışında Davutpaşa sahrasında, sefer Anadolu’ya ise Haydarpaşa’da bir gece kalınır ve daha sonra yola devam edilirdi. Böylece şenlikler adı altında düzenlenen törenlere yer verdikten sonra diğer bir eğlence türüne göz atalım.

1.2.Gölge Oyunları ve Orta Oyunu

Karagöz ve Hacivat: Gölge oyununun vatanını arama çalışmaları yüz yıldan beri sürüp gelmektedir. Zamanla ortaya konulan yeni belgeler, daha önceki görüşleri zayıflatmış, yeni görüşleri ortaya çıkmasını sağlamıştır. Günümüzde var olan gölge oyunu geleneklerine baktığımız zaman Asya’da oynatılan gölge oyunundan daha zengin olduğu görülmektedir. Bu zenginlik; Hindistan, Güneydoğu Asya ülkeleri, Çin ve Japonya gibi ülkelerden kaynaklanmaktadır. Bunun sonucu olarak da oyunun çıkış yeri olarak Asya kıtası kabul edilmektedir. Gölge oyununun Türkler arasında ilk defa ne zaman ve nerede görüldüğü konusunda kesin bilgimiz yoktur. Ancak kuvvetli bir ihtimal iki görüş vardır. Birinci görüş ise Asıl adı Kambur Ahmed Bali Çelebi olan Karagöz iyi bir aileden gelmektedir. Çeşitli maceralardan sonra Kırk Kilise’nin kuzeyindeki Samokof’a gidip demirciliğe başlar. Orhan Bey‘in Bursa‘yı fethinden sonra (1325) civarındaki Demir taş köyüne yerleşir. Orhan Bey‘in yeni baş şehir’e yaptırmakta olduğu camiin mimari Hacı İvaz yani Hacivat‘tır. Karagöz de bu yapıda taşları kenetleyen demirleri yapmak üzere Bursa‘ya gelir. Ancak çok Şakacı bir insan olan Karagöz‘ün anlattıkları çalışanlara işlerini unuttururmuş. Sultan Orhan, caminin yapımının gecikmesinin sebebini öğrenince kızıp mimarı azarlar. Ancak Hacivat‘ın yalvarması, Karagöz‘ün yere kapanması kâr etmez ve Karagöz‘ün başı minarenin dibinde vurdurulur. Buna son derece üzülen Hacivat hayata küser. İkinci görüş ise I. Selim‘in (Yavuz, 1512-1520) Mısır‘ı fethinden (1517) sonra Osmanlıların baş Şehrine (İstanbul) Mısır‘dan getirilmiştir. Mısırlı tarihçi ibn-i İlyas‘ın kayıtlarına göre Selim‘in de gölge oyununa ilgisi vardı ve hayaliyi de kendisiyle birlikte İstanbul’a gelmesi için davet etmiştir. Zamanla perde de sahnelenerek günümüze kadar geldiği rivayet edilmektedir. Karagöz aslında “Hayalbaz” tarafından oynatılır. Sanatçı aynı zamanda el maharetiyle ve değişik sesleri kullanarak kadın ve çocukların ağızlara kadar bütün kişilerin sesleri veren kişidir. Her oyun birbirinden bağımsız dört bölümden oluşur. Mukaddime, muhavere, fasıl, bitiş. Karagöz özü sözü doğru bir halk kahramanı olup düşündüğünü açıkça söylemektedir. Hacivat ise içten pazarlıklı, düzgün konuşan, ince sesli bir İstanbul çelebisidir. Ayrıca diğer roller ise Beberuhi, Zenne, Acem, Arnavut gibi yan oyuncular vardır. Karagöz oynatmak eskiden özel bir meslek halini almıştı. Ünlü Karagözcülerden olan Kör Hasan Yıldırım Beyazid’ın sarayında görev almıştır. 1659 da Bekçi Mehmet de Avcı Mehmet zamanında ün kazanmıştır. Gölge oyunları Ramazan aylarında, Kahvehanelerde, Evlenme, Boşanma, Sünnet törenleri vasıtasıyla başta Saraylar olmak üzere konaklarda, evlerde ve yapılan şenliklerde oynatılmıştır. 21. yüzyılda ise bu gölge oyunu, eğlence dünyasında, kubbede kalan hoş bir sedadan ibarettir. Fakat bugünkü seyirciler ilgi göstermese de hala Küşteri Meydanı’nın meraklı ziyaretçileri vardır. Çeşitli sahalardan bilim adamları ve araştırmacılar, perdeye mum ışığı düşürmeye devam etmektedir. Ancak, mum ışığı göz bağlar; meseleye duygusal bakan kişilere gerçekleri değil, görmek istediklerini gösterir. Nitekim aynanın büyüsüne kapılan araştırmacıların birçoğu, ya öznel çıkarımlar yapmış ya da mevcut çıkarımları tekrardan öteye geçememiştir.

Orta Oyunu: Çevresi seyircilerle kuşatılmış bir meydanda belli bir konu etrafında, fakat herhangi bir yazılı metne bağlı kalınmadan, canlı oyuncularla oynanan doğaçlama bir oyun olan ortaoyunu, belli bir olayın çevresinde örülmüş çalgı, şarkı, dans, yansılama ve konuşmalardan ibarettir. Ortaoyununun kaynağı ve adı ile ilgili çeşitli görüşler vardır. Bunlardan en yaygını, oyunun ortada, halk arasında oynandığından bu adı aldığı yolundadır. Bunun yanı sıra yalnızca yer açısından değil, oynandığı zaman bakımından da bu adın verilmiş olabileceği, başka gösteriler arasına konulmuş oyun anlamına geldiği de savunulur. Yeniçeri ortalarında bu tür oyunlar sergileyen toplulukların bulunması nedeniyle oyunun ortaoyunu adını aldığını ileri sürülmüştür. XIX. yüzyılda ortaya çıktığını belirtirler. Oysa aynı nitelikte oyunlar XVI. ve XVII. yüzyıllarda kol oyunu, meydan oyunu, taklit oyunu vb. adlarla sergilenmekteydi. Ortaoyunu, bu oyunlara XIX. yüzyılda kesin biçimini aldıktan sonra verilen isimdir.
 Orta oyunun temel direkleri Pişekâr ve Kavukludur. Pişekâr’ın görevi hem oyunu, hem oyuncuları yönetmektir. Ortaya çıkan bütün oyuncular gelip kendisine çatarlar. Kavuklu ise Pişekar dan sonra konuşmaya girerek oyuna dahil olur, Orta oyununun dekoru ortaya konulan küçük bir parmaklıktan oluşur. Oyun alanının adı palangadır. Ayrıca Zenne adı verilen kadın rollerini oynayan erkek oyuncu da bu oyunda görevliydi. Pişekâr’ın elinde şakşağı iki eline ya da karşısındaki kişiye çarparak halkı güldürmeye yarar. Orta oyunda asıl olan tekerleme ve taklitlerdir. Oyunun birinci bölümünde tekerleme, ikinci bölüm taklit, üçüncü bölüm ise konuşmaya dayalıdır. İşte Batı’dan gelen uygarlık ışığının soldurduğu, eski zamanların belirli başlı eğlencesi olarak ifade etsek pek yanlış olmaz. Osmanlı toplumu için büyük bir öneme sahiptir. Özellikle on dokuzuncu yüzyılda Halk, yaşanan çeşitli olumsuzlukların yanında bir soluklanma bir gülme aracı olarak Orta oyunlarını seyretmeyi tercih etmiştir.

1.3.Güreş

Türklerin ata sporlarından biri de güreştir. Yiğitlik oyunu olarak nitelendirilen güreş, eğlencelerin, düğünlerin ve bayramların vazgeçilmez geleneğinden biri olmuştur. Türkler güreşe büyük önem vermiş, onu bütün sporların temeli olarak görmüş, eğitici vasfı nedeniylede günümüze kadar bu geleneği devam ettirmişlerdir. Bilinen ilk güreş karşılaşması Oğuz Türklerinin Dede Korkut destanında yer alır. Güreş sadece sportif yarışma amacıyla değil, eğlence ve askeri eğitim amacına da yöneliktir. Asırlardır önemini kaybetmeden varlığını sürdürmüş olan güreş sporu, İslâmiyet’in kabulünden sonra da millî bir spor olarak benimsenmiş, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içersinde de bu gelenek sürdürülerek halkın severek izlediği bir spor olmuştur. Osmanlı padişahlarından I.Murat zamanında Edirne’de güreş tekkelerinin kurulduğu ve tekkede 300 kadar pehlivanın Eğitim gördüğü Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde belirtilmektedir. Güreş sporu ilhamını yırtıcı hayvanların birbirleriyle olan mücadelesinden almıştır. Osmanlı padişahlarından bazılarının mehter müziği eşliğinde güreş yaptıkları, çeşitli şenliklerde, ziyafetlerde yine mehter müziği eşliğinde güreş müsabakalarını izledikleri, pehlivanları çok itibarlı mevkilere getirerek birçok başpehlivanın yetişmesini sağlamış oldukları bilinmektedir. Ayrıca Osmanlı padişahlarının huzurunda yapılan güreşlere Huzur güreşleri denilirdi. Tarihi daha eskiye giden bu güreşler daha ziyade düğün, bayram gibi şenliklerde daha sonra ise davul zurna eşliğinde yapılırdı. Kısaca Güreş çeşitlerine bakacak olursak; kara kucak, yağlı güreş, aba güreşi gibi adlar adı altında yapılan güreşlerdir. Kırkpınar Güreşleri; Osmanlı döneminde saray dışında güreş müsabakaları daha çok ses getirirdi. Halen her yıl temmuz ayının ilk günü Edirne’nin Saray içi mevkisinde Kırkpınar güreşleri adı altında düzenlenen güreşler sayesinde eski geleneği devam ettirmektedir.

1.4.Ramazan Eğlenceleri

Osmanlı Devleti ve Osmanlı toplumu için Ramazan ayı farklı bir mana ifade ediyordu. Devletin ilgili kurumları Ramazan ayının selameti için bir takım tedbirler alır ve bu manevi, bereketli ayın hazırlıkları çok önceden başlardı. Recep ayının on ikisinde İstanbul’dan yola çıkan, devlet erkânı ile birlikte büyük bir kalabalığın uğurladığı sürre alayı Ramazan ayını müjdeleyen önemli bir merasim haline gelmiştir. Ramazan hilalinin görülmesi ayrı bir heyecana sebep olurdu. İstanbul Kadılığı Ramazan hilalini gözetlemek üzere farklı bölgelere uzmanlar gönderir, “yevm-i şek” denilen Şaban ayının son günlerinde gece nöbetleri ile Ramazan hilali gözetlenirdi. Hilalin görülmesi ile tellâllarla ve mahyalarla Ramazan ayının başladığı ilan edilirdi. Ramazan ayı ibadet ayı olması münasebeti ile camilerde ve mescitlerde halkın rahat ibadet edebileceği bir ortam oluşturmak adına tedbirler alınırdı. Başta padişah olmak üzere devlet erkânı farklı günlerde iftar davetleri verirdi.“Hırka-i Saadet” merasimi ve “Huzur Dersleri” Osmanlı sarayının Ramazan ayına mahsus önemli etkinliklerindendi. İstanbul’da Şehzade başı Camii ve Fatih Camii arasında teravih namazından sonra birtakım eğlenceler tertip edilirdi. Otuz gün Ramazan gecelerinde süren eğlenceler arasında Tophane’de toplar atılması, limandaki bütün gemilerin düdüklerini öttürmesi, kubbeler üzerinde ve minareler arasında mahyalar ve harikulade ışık gösterileri, Panayırlar, Hacivat ve Karagöz oyunları Ramazan ayının muhteşem gösterileriydi. Osmanlı Devleti için Ramazan ayı kendine mahsus gündemi ile diğer aylardan farklı olarak değerlendirilmiştir.
1.5.Atlı Sporlar

Avcılık: İlk insanların yiyecek et ve giyecek post ihtiyaçlarını sağlamak için başlattıkları av, medeniyetlerin gelişmesine paralel olarak bir geçim vasıtası olmaktan çıkmış, bir spor ve eğlence halini alıp özellikle sürek avı şeklinde devam etmiştir.
 Eskiçağ ve Ortaçağ hükümdarlarının askeri talim yerine uyguladıkları bir sportif oyun durumuna gelmiştir. Kişilerin tek başlarına veya gruplar halinde yaptıkları av bugün bütün medeni dünyada bir spor olarak kabul edilmektedir. Ancak birçok toplumda özellikle can almayı ve can yakmayı caiz görmeyen Müslümanlar arasında insani açılardan tartışma konusu olmuştur. İslam dini avcılığa izin vermiş, fakat daima ihtiyaç durumunu göz önünde tutarak zevk için cana kıymaya engel olmak istemiştir. Osmanlı devlet kurumunda avcılık Orta Asya kökenli bir gelenek olup esasen binicilik ve silah kullanma becerisinin geliştirildiği ve sınandığı bir askeri tatbikattır. Saray örgütünde padişahın rahatça avlanmasına hizmet eden şikâr ağaları, şahin, doğan, atmaca gibi avcı kuşları besler, eğitir ve av sırasında hükümdarın yanında bulunurlardı. Ayrıca Hükümdarın av köpeklerine bakan zağarcı başı da padişah avlarına giderdi. Törensiz yapılan avlar kısa süre içerisinde az personel ve saraya yakın yerlerde yapılırdı. Bu küçük av bazen de “Hadika-i Hassa” denilen padişahlara özel bahçelerde genellikle pazartesi ve Perşembe günleri yapılan binişlerde olurdu. Törenlerle yapılan avlar ise uzun zaman alacak ve günlerce sürecek avlar olup bu tür avlara genellikle “Sürgün Avları” yapılırdı. Bu nedenle av alanı dar, koruluğu bulunmayan İstanbul yöresinde yapılmaz; Av hayvanı bol, koruluğu çok Edirne ve Rumeli bölgelerinde yapılırdı.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren kurumlaşmış olan avcılık her dönemde aynı itibarı görmüştür. Padişahların av merakı ölçüsünde önem kazanan bu teşkilata duyulan ilgi, IV. Mehmed (Avcı)’den sonra giderek azalmıştır. Bir taraftan, şehzadelerin sancağa çıkma geleneğinin terk edilmesi ve taşraya gitmemeleri, avla ilgilerini kesmiş; diğer taraftan, ateşli silahların yaygınlaşması ve avlarda kullanılması, avcı kuşlarını ikinci plana itmiştir. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması üzerine, avcı kuşu yetiştiriciliği tarihe karıştı. XIX. yüzyılda av ve avcılık, klasik döneme göre oldukça modern usullerle yeniden teşkilatlanmıştır.

Cirit: Adını oynandığı alet olan ve çevgen de denilen temrensiz mızraktan alır; kelimenin aslı Arapça ‘cerid’dir.( Kabuğu soyulmuş hurma ağacı) anlamına gelir. Cirit Binicilikte ve mızrak fırlatmakta ustalık isteyen Orta Asya kökenli eski bir savaş oyunu olup Osmanlı Devletinde bir eğlence aracı olmuştur. İlk olarak Bursa’nın fethinden sonra Orhangazi’nin civardaki bir alanı at yarışları ve Cirit oyunu için vakfettiği bilinmektedir. Yıldırım Bayezid ve Çelebi

Mehmet zamanlarında ciride olan ilgi daha da artmıştır.

Sarayda Cündilik derslerinin verilmeye başlanmasıyla bu oyun teşkilatlı bir spor dalı haline gelmiştir. Atlı ve yaya olarak oynanan iki çeşidi varsa da en çok tanınanı atlı olanıdır. Oyun karşılıklı iki takım halinde oynanmaktadır. Enderun ağaları arasında oyunun önem verilmiştir. Cündiler arasında takımlaşmaya gidildi. Hatta Sadrazamların kapı halkı içinde de iki bölük cündi bulundurması kanun haline gelmiştir. Cirit oyununu oynayan bu takımlara özel isimler verildi. Alay olarak Osmanlı belgelerine geçen bu takımların ismi Lahanacılar ve Bamyacılar idi. Alayların oluşturulması, takımlaşmaya gitme açısından önemli bir özelliktir. Osmanlı Devletinin Teşrifat kanunlarına göre Sadrazam cündileri, dini bayramların üçüncü günleriyle ve doğum şenliklerinde Eski saray’a giderek burada Padişah huzurunda cirit oynamaları kanundu. Çoğu padişahlar, savaşa gitmeseler de saray meydanlarında ve binişe gittikleri yerlerde, savaş oyunları düzenlettirirlerdi. Bu oyunlar Padişahların vazgeçemedikleri eğlenceleri arasındaydı. Bu oyunun oynanması için Enderun’dan alınan gençler Topkapı Sarayı’nın Gülhane Bahçesinde, Cephane meydan’ında, Beşiktaş Sarayı’nın Çinili Meydanında binicilik, kılıç kullanma, cirit ve nişancılık öğretiliyordu. Bu eğitimlere katılıp başarı gösterenlere “üstad-ı cündi” adı verilirdi. Ancak Cirit oyununa bazen padişahlarda katılırdı. Buna “padişah cirit’e bindi” denilirdi. Cirit oyununu en çok yaptıran padişahların başında; Sultan III. Ahmet, III. Mustafa, I. Abdülhamid, III. Selim ve II. Mahmut gelmektedir.

Okçuluk: Osmanlılarda okçuluk, kurumsal yapısı ve bağlayıcı kuralları ile bir spor kuruluşu niteliği kazanmıştı. Okçuluk faaliyetleri, hedef vurma (puta atışı), cisim delme (darp vurma) ve mesafeye atma (menzil atışı) gibi değişik disiplinlerde gerçekleştirilmekteydi. Hedef okçuluğu çerçevesinde değerlendirilebilecek olan kabak okçuluğu, ayrıca binicilik becerisi gerektiriyordu. Özellikle XV ve XVII. yüzyıllarda Osmanlılarda çok tutulan bir gösteri sporu olan kabak oyunu, hünerli binici yetiştirme eğitiminde, çeşitli nedenlerle düzenlenen şenliklerin biçimlendirilmesinde ve eğlenceli bir oyun olarak, seferde ordunun moralinin yükseltilmesinde önemli yer tutuyordu. Değişik uygulama alanları arasında, kabak oyununun sergilenmesi için en önemli vesileyi şenlikler teşkil ediyordu. Kanuni Sultan Süleyman döneminde, 1524 yılında yapılan Damat İbrahim Paşa’nın düğününde Metris Köyü civarında yayalar altın ve gümüşten yapılmış toplara, 1530’da, şehzadeler Mustafa, Mehmet ve Selim’in
 Sünnet töreninde atlı okçular, At Meydanı’nda dikilen direğin üzerindeki gümüş kabağa ok atmışlardı. III. Murad’ın, oğlu III. Mehmet‘in sünnet düğünü için 1582’de düzenlettiği, Osmanlı tarihinin en görkemli şenliğinde de atlı okçular, At Meydanı’nın ortasına dikilmiş direğin üzerindeki altıntopa atış gösterileri yapmışlardı. Birçok gününde kabak oyunu e oynanan 1582 Şenliği, biraz da İran Elçisi‘ne gözdağı vermek ve İmparatorluğun gücünü göstermek amacı güdüyordu. Osmanlı Devletinde ok atma yarışmaları düzenleniyordu. Çeşitli hedeflere çeşitli mesafelerden yapılan atışlar ve kaydedilen isabetler esastır. Ok atışlarında kullandıkları hedef tahtasına “amaç” deniliyordu. Atışlarda bu ok’un bu amaca isabet etmeyerek, çarparak başka bir yere gitmesi halinde “ok amaçka kırçadı” olarak ifade edilmiştir. Ok atıldığı sırada uzun bir (Ya Hak) sedası ortalığı inletir, ok’un havada çıkardığı keskin sese karışırdı. Ok Atışlarının, uzun mesafeye atış, hedefe atış, kalın madeni safihaları delme gibi çeşitleri vardı. Atış yapacak bir kemankeş sol elinde yay’ı sağ elinde ok’u atışa hazır bir şekilde yanındakilerin önünde hafifçe eğilip ( Şevkınıza) diyerek izin ister, hazır bulunanlarda (Kuvvet ola) diyerek karşılık verilirdi. İstanbul da Ok Meydanı’nda gösteriler düzenlenirdi.
 Osmanlı Devleti okçularının atış rekorları Avrupalı okçular tarafından yakın yıllara dek kırılamamıştı. Bunun en önemli nedeni Osmanlı okçularının kullandıkları bileşik yaylardı. Yapımı 5 ile10 sene arasında süren bu yaylar, tabakalar halinde tahta, boynuz ve sinirden oluşmaktaydı. Ayrıca bu yaylar refleks yapılı, yani kirişi takılı olmadığı zaman ters dönen cinstendir. Bu tür yayların benzerleri, İran, Çin gibi ülkelerde de kullanılmıştı. Ok Meydanı’ndaki nişan taşlarında kayıtlı rekorların en uzunu, III. Selim’in 1798yılında yaptığı 888 metrelik atışıydı. Okçuluk, savaş sahnesinden tamamen çekildikten sonra Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı devletinde de bir spor olarak yaşadı. Özellikle III. Selim ve II. Mahmud okçuluk sporuna meraklıydılar. Daha sonraki dönemlerde ilgi azalsa da geleneksel yay yapımı Osmanlı döneminin sonuna kadar sürdürülmüştü. Bu inanılmaz rekorları merak eden Batılı okçular 20.yüzyılın ilk yarısında Türk okçuluğu ile ilgili bilimsel araştırmalara giriştiler. Onların çalışmaları temel alınarak yeni geliştirilen yaylar sayesinde modern okçular ancak 1977 yılında III. Selim’in rekorunu kırmayı başardılar.

2. Modern Dönem Eğlence Anlayışı

16.Yüzyılın sonlarında başlayan ve 19.Yüzyıla kadar devam eden dönemdir. Özellikle 1839’da Tanzimat Fermanının ilan edilmesinden sonra Osmanlı eğlence anlayışının değiştiği dönem olmuştur. Klasik eğlence anlayışının yanında Batılılaşmanın etkisi ile müzik, eğlence, tiyatro ve spor alanında yeni gelişmeler yaşanmıştır. Kısacası Bu dönemde geleneksel kalıplar içerisinde karma bir eğlence anlayışı benimsenmiştir.

2.1. Kahvehaneler ve Tütün Kullanımı

Tarihçi Peçevi’ye göre, Osmanlı Devletinde, ilk kahvehaneleri Halepli “Hakem” adında bir tüccar ile Şamlı “Şems” adında bir efendi, İstanbul Tahtakale’de 1554 tarihinde açmışlardır. Kahvehane kelime anlamıyla Kahve içilen yer anlamına gelir. Kahvenin Yemenden geldiği ifade edilmektedir. Osmanlı toplumunun sosyal buluşma yeri işlevini üstlenince sayısı da hızla artmıştır. Hemşireler, aynı meslekten olanlar, hatta şairler, kâtipler, kadılar buralarda buluştular. Özellikle akşam ve yatsı namazları arasında “Hamzaname”, “Battalgazi”, gibi halk kitapları okunur, saz şiirleri ve meddahlar halk masalları anlatırlar, orta oyunu ve karagöz oyunları da sergilenirdi. Dama, satranç, tavla oynanırdı. Kahve içme alışkanlığı ise evlere kadar yayılmakla kalmayarak devlet protokolüne de girdiği; her düzeydeki resmi oturum, ziyaret ve kabullerde‘Kahve ve Şerbet’ ikram etmek gelenek haline gelmiştir. Tütün Osmanlı İmparatorluğuna 1601-1605 yılları arasında İngiliz, Venedik ve İspanyol gemici ve tacirleri tarafından İstanbul yolu ile gelmiştir. Böylece tütün Avrupa’ya gelişinden 100 yıl sonra İmparatorlukta kullanılmaya başlanmıştır. Günümüzdeki gibi sarılarak değil uzun çubuklarla içilmekteydi Tütün kullanımının artması üzerine diğer ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de lehte ve aleyhte fikirler ortaya çıkmıştır. Din âlimleri tütün içme alışkanlığının Kur’an-ı Kerime uygun olmadığını yönünde fetva vermişlerdir. Bunun üzerine Sultan I.Ahmet zamanında Tütün içme yasağı getirilmiştir.

Osmanlı geleneksel toplum kültürünü şekillendiren saray, medrese ve cami dışında, “sivil” bir anlayışla ortaya çıkan kahvehane, 16.ve 17. Yüzyılların İstanbul’unda pek sık rastlanmayan bir tepkiyle karşılaştı.‘Miskinlerin buluşma mekânı ve fitne yuvası’ olarak görülen kahvehane, başta iktidar olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinin tepkisini çekmiştir. 1567 yılında başta Sur içi İstanbul olmak üzere İstanbul’daki bütün kahvehaneler kapatılmıştır.

Hatta IV. Murat, bu gerekçelerle kahvehaneleri tamamen kapatmaya yönelik şiddetli ve kapsamlı girişimlerde bulundu. Sadece Eyüp ve çevresinde 120 Kahvehane kapatılmıştır. Genel olarak Kahvehaneler ve Tütün kullanımı Osmanlı toplumunun sosyal ve gündelik eğlenceleri arasına girmiştir. Toplumda bir değişim ve dönüşüm yaşanmıştır.

2.2. Mesire

Mesire alışkanlığından bahsetmek gerekirse daha çok Ekâbir ( Devlet Büyükleri) sınıfına mensup hanımların yaz aylarında mesirelere gezmeye gitmeleri oldukça önemli hazırlıkları gerektirmekteydi. Bu işlerin usulünce yapılabilmesi için hademe ve hizmetkârlara ihtiyaç duyulmaktadır. Elbette mesire gezileri sadece kübera ( Büyük, Önemli kişiler) sınıfından olanlara mahsustu. Elbette halktan da yazın gezmek için bu gezilere katılmak isteyenlerde bu sınıfın gezilerine olduğu kadar yer verilmekteydi. Yalıda oturan Ekâbir aileleri kır ya da belirli bir mesire yerlerine gitmek istediklerinde evdeki yakınlarından başka ahbaplarına da haber verilirdi. Çeşitli yemekler hazırlanırdı. Örnek olarak kır yemeği olan yalancı dolma, İrmik helvası, sütlü tatlılar vb. Daha sonra ise yemek yenildikten sonra bohçalar kaldırılır. Akşama kadar mesire yerlerinde kalırlar, oyunlar, çalgılar ve salıncaklarda eğlenirlerdi. Şerbetler içilirdi. Mısırlar kaynatılırdı. Akşama doğru ise yalılara dönülürdü. Yalıya geçtiklerinde ise birer kahve ve çubuk verilir. Meyve ikram edilirdi. İstanbul yakınlarında dört tane mesire yeri vardı: Kâğıthane çayırı, Beykoz Çayırı, Veli Efendi Çayırı ve Fener Bahçesi. Osmanlı toplumunun dinlenme ve eğlenme aracı mesireler Tanzimat Döneminde de yer bulmuştur. Bu dönemde gittikçe Batıya açılmak söz konusu olduğu için geniş halk kitlelerinin tercih ettiği eğlenceler haline gelmiştir.

2.3.Tiyatro

19.yüzyılda tiyatro faaliyetleri daha çok ikinci yarıda ve özellikle 1870’ten sonra başlar. Bu son otuz yıl içinde çevrilen, adapte edilen, oynan ve yazılan tiyatro eserlerinin sayısı dört yüzün üzerindedir. Şimdiki halde tiyatro tarihimizde rastlanan ilk telif eser, Keşfger Ahmet adlı üç perdelik komedidir. Avrupa’yı ziyaret eden devlet adamlarının ve daha çok Avrupalıların Osmanlı Topraklarına getirdiği Tiyatro Kültürü, II. Mahmut devrinde biraz gelişme gösterir. Fakat fazla yaygın hale gelmez.

Fakat Lirik Tiyatronun İstanbul’a hızla girmesi ve devam etmesi 1839 yılına Sultan Abdülmecit Dönemine rastlar. Özellikle Asya’daki Tiyatro gelenekleri sarat Tiyatro gelenekleri arasında önemli bir yere sahiptir. Halk Tiyatrosu geleneğinin olduğu dönemlerde Halk Tiyatrosu benimsenmiş, Batı Tiyatrosunun Osmanlı’ya gelmesi ile tiyatro anlayışında bir dönüşüm olmuştur. Sarayda Enderun-i Hümayunda özellikle Seferli Koğuşunda bir sanat okulu gibi müzik, spor ve çeşitli hünerlerin yanında oyunlar öğretiliyordu. Bu saray içi gösterilerin içinde Evlenme, sünnet Törenleri, bir savaşın kazanılması, Şehzadelerin doğumu gibi bazen kırk gün süren şenliklerde sanatın her türüne yer verilmekteydi. Tiyatro oyunları ilk olarak Çırağan Sarayında geçici bir tiyatro, sonra Dolma Bahçe sarayı yakınlarında 1859’da, Yıldız Sarayında da 1889’ Tiyatro gösterileri yapıldı. Ayrıca saray dışındaki Tiyatro ve Anfiler de sarayın bir parçası sayılıp desteklenmekteydi. Güllü Agop’a Osmanlı Tiyatrosuna on yıllık imtiyaz verilmiştir. İzmirde Batılı bir şekilde oyunlar sergilenmiştir. Kimi Müslüman olmayan ailelerin evlerinde de tiyatro gösterileri yapıldığı belirtilmiştir. Daha sonra ise Bursa ve Adana ‘da Tiyatrolar kurulmuştur.

SONUÇ

Her milletin geçmişiyle yoğrulmuş bir eğlence kültürü vardır. İslam dininin koyduğu ahlak kuralları ve İslami yapısı ile Türk töresinden oluşan toplum düzeni esası toplumsal olguların dışa vurulduğu Osmanlı eğlence kültürünün en önemli özelliğidir. Osmanlı Devletinin Devrine eş değerde olan Medeniyetlerden farklı olarak eğlence Kültürü olduğunu oraya koymuştur. Toplumun her kesimi için eğlenmek bir ihtiyaç olarak kabul edilmiştir.

Başta Devlet adamları olarak Halk’ın refahı ve ihtiyaçlarını karşılamak için faaliyetlerde bulunmuşlardır. İlk olarak Geleneksel olarak Orta Asya merkezli çeşitli adetlerin yapıldığı ve İslam Dininin gerekli kıldığı Törenler ile bezeli merasimler yapılmaya başlanmıştır. Başta Şenlikler, Gölge Oyunları ve Orta oyunu, Ramazan eğlenceleri, Güreş ve Atlı Sporlar şeklinde devam etmiştir. 623 yıl boyunca hüküm süren bu İmparatorluk haliyle değişim ve dönüşüm yaşamıştır. Bu değişim ile 16 yüzyıldan 19. Yüzyıl’a kadar Batı esas alınmıştır. Avrupa merkezli eğlence Kültürü zamanla Geleneksel eğlencelerin yerini almıştır.

Ancak, Batı kültürü Osmanlı zarafeti ile birleşerek bir harmanı oluşturmuştur. Kahvehane ve Tütün kullanımı, Saray veya halk’ın katıldığı mesire gezileri, Türk Tiyatrosunun Gelişim süreci ve Opera sanatının sergilendiği bir dönem haline gelmiştir. Başlı başına incelenmesi ve araştırma yapılması gereken bir İmparatorluğun kırıntılarıyla baş başa kalmaktayız. Bu Medeniyetin her alanında farklı ve kendine özgü unsurlar yer almaktadır. Bu unsurlar arasında Askeri başarılarının yanı sıra Osmanlı kültürünün de aynı paralelde olduğunu belirtmek gerekmektedir.
  

 




 

~~Dil ve Edebiyat, müzik ve dans, mimari ve sanat gibi düşünceye duyguya ve hayale dayalı olan faaliyetler kültürün içinde yer almıştır. Osmanlı eğlence kültürü ise belirli alanlar içinde çeşitli unsurlardan etkilenerek şekillenmiştir. Eski Türk İslam Devletlerinden başlayarak Anadolu Selçuklu Devletinden etkilenerek kendine özgü bir medeniyeti meydana getirmiştir. Genel olarak Osmanlı devletinde eğlenceler yılın belirli günlerinde düzenlenirdi. Eğlenceler görünüşte boş vakitleri geçirmek için düzenlendiği düşünülse de Ekonomik yenilenme ve İnsanları birleştirici işlevlere sahiptir. Bir çeşit “Yitik cennetin bulunması” olarak ifade edebiliriz. Osmanlı toplumu eğlencelerde bir araya gelir, bireyler arasındaki sosyal bağlar güçlenirdi. Geleneklerin sürmesi, inançların tazelenmesi, değer yargılarının, törelerin kökleşmesine olanak sağlardı. Yani toplumun bir üyesi olmanın verdiği mutluluk eğlenceleri bir sosyal aktivite haline getirmekteydi. Osmanlı devleti çağdaşı olan diğer devletlerden farklı olduğunu ve askeri başarısının yanında kültür alanında da aynı dengede ivme kazandırdığını bize göstermektedir. Bu çalışmada Klasik Dönem Eğlence Anlayışı ve Modern Dönem Eğlence Anlayışı olarak ana başlıklar halinde inceleceğiz.

1. Klasik Dönem Eğlence Anlayışı

13 yüzyıldan – 16 yüzyılın sonuna kadar devam etmiştir. Devletin kurulmasıyla birlikte bu dönem eğlenceleri gündelik yaşamın hemen her yönüyle geleneksel kalıplar içinde yaşandığı dönemdir. Ticaretten kültüre, dinden sanat’a kadar geniş bir toplumsal kurallara sıkı sıkıya bağlı kalınan bir zaman dilimini kapsamaktadır. Halk için bu eğlenceler bir rahatlama aracı niteliğindeydi. Bu dönem, özellikle devlet geleneğinin çok güçlü olduğu Osmanlı Devletin de klasik dönem boyunca devlet – kul ilişkilerinin düzenlenmesinde rol oynamıştır. Geçmişten bu yana günümüzde de etkinliğini sürdüren çeşitli eğlenceler düzenlenmeye devam etmektedir

 


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 1 Yorum