Necmettin Hacıeminoğlu'nun 1975'te yazdığı yazı: İnsan ve beyin israfı
Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu tarafından kaleme alınmış bu makale, 1975 yılı Mart ayında Töre Dergisi'nin 46. sayısında yayımlanmıştır. Makalede hâlâ devam eden bir sorunumuz olan beyin göçü inceleniyor.
Maddi veya manevî servetin verimsiz, faydasız ve lüzumsuz bir şekilde harcanmasına israf denir. Fakat bu söz bizde umumiyetle maddi zenginliğin kâr gözetilmeksizin boş yere harcanması manasında kullanılmaktadır. O sebeple de daha çok iktisatçıların ele aldığı bir konu olmuştur. Hâlbuki gerek fertlerin gerekse milletlerin sahip oldukları her türlü varlık için kâr da zarar da verimlilik de israf da bahis konusudur. Bu bakımdan bir ülkenin meseleleri düşünülürken yalnız maddi servet üzerinde durulamaz. Sadece yer altı ve yer üstü kaynaklarının iyi kullanılması için çalışılamaz. Biz ise şimdiye kadar hep bu maddi zenginliklerimizle meşgul olmuşuz. Ama her şeyin esasını teşkil eden insan varlığımız ve beyin gücümüz üzerinde durmamışız. Onu da verimli kazançlı ve faydalı bir şekilde kullanma ihtiyacını duymamışız. Onun da boş sahalarda kaygısızca israf ve heder edilebileceğini düşünmemişiz. Netice itibariyle idarecilerimiz insanlarımızı, bilgin ve aydınlarımız da beyinlerimizi kupkuru zeminlerde harcayıp tüketmiştir. Bu tükeniş, bugün de devam etmektedir. Bakınız, bu «israf çarkı» nasıl dönüyor:
Beyin kaçakçılığı
Bilindiği gibi, bugün binlerce doktor, mühendis, teknisyen ve araştırıcımız çeşitli batı ülkelerinde çalışmaktadır. Bunların bir kısmı Türk vatandaşlığından da çıkmıştır. Diğerleri ise resmen değil ama fiilen Türkiye’den kopmuştur. Her biri ortanın üstünde zekaya sahip ve bir meslek dalında uzman olan bu insanlar kendi ülkelerinden nasıl koparılmıştır? Kim onları böyle bir yola itmiştir? Hangi “açıkgöz”ler onları avlamıştır? Onlara sahip çıkan olmamış mıdır?
Şüphesiz bu soruların cevapları bellidir. Türkiye, mevcut eğitim sisteminin gayri millî, hedefsiz ve muhtevasız oluşu ile devlet idaresinin bozukluğu yüzünden, kendi evlatlarına sahip olamayan zavallı bir anaya benzemektedir. Millî eğitimimiz, yıllardan beri hümanist ve maddeci dünya görüşüne göre işlediği için, artık çocuklarımızı vatanına, milletine ve devletine candan bağlı birer evlat olarak yetiştiremiyoruz. “Milletim nev’-i beşerdir, vatanım rûy-i zemin!” sözünü “Karnımın doyduğu yer vatanımdır.” şeklinde özetleyen yeni nesillerin akıl ve gönüllerini yad ellere kaptırmasına engel olamıyoruz. Çoğunun gözü dışarda. Gittikleri yabancı diyarlarda gariplik duygusuna bile kapılmıyor, sıla hasreti bile çekmiyorlar. Bu milletten ve kendi özlerinden o derece kopmuşlar ki, Türk’ün millî dertlerinden sayılan “gurbet acısını” dahi hissetmiyorlar. İşte bu gerçekleri bilen ve değerlendiren “beyin kaçakçıları” onları ağına düşürüyor. Böyle bir mekanizmayı Türkiye’de işletmek o kadar da kolaydır ki…
Bilindiği üzere, ülkemizde iki büyük üniversitenin resmi öğretim dili İngilizcedir. Sayıları yüzü aşan özel yahut resmi lisede de öğretim İngilizce yapılır. Bu okul ve üniversitelere aşırı rağbet sebebiyle seçilerek öğrenci alındığı için, en zeki ve çalışkan çocuklarımız oralarda okumaktadır. Buralarda ya İngiliz ve Amerikalı hocalar, yahut da Anglo Sakson kültürü ile beslenmiş müstemleke aydınları eksik olmadığından, yüksek kabiliyetli gençler onlar tarafından kolayca tespit edilmektedir. Sonra da telkin, reklam, propaganda, gezi, parlak vaatler ve burslu davetler gibi çeşitli usullerle bu çocuklar Amerika’ya taşınmaktadır. Hayatının baharında her türlü maddi ihtişamın, konforun, lüksün, rahat, serbest ve gösterişli yaşayışın diyarı sayılan o topraklara adımını atan gencin ruh halini düşünün. Tabii hemen ayakları yerden kesiliyor, başı dönüyor ve yalnız muhayyilesi çalışıyor… Yıllarca okulda aldığı yabancı kültür, öğrendiği İngilizce, edindiği alışkanlıklar ve aşılandığı aşağılık duygusu yüzünden gittiği kıtada herhangi bir uyumsuzluk da yaşamayan delikanlı kısa zaman sonra yurdunu da unutuyor, ailesini de… Böylece, aracıların telkinleriyle artist olmak için İstanbul’a gelip de kandırılan saf köylü kızları gibi, bizim kolejli gençler de “beyin kaçakçılarının” tuzağına düşüyorlar. Ancak bunların hikayesi artist olmak isterken kendini sokakta bulan biçare köylü kızlarınki kadar acıklı bitmiyor. Hepsi gittiği yerde iş, güç ve servet sahibi oluyor. Rahat yaşıyor. Bolluk içinde yüzüyor. Kapılandığı cemiyete ve devlete faydalı hizmetlerde de bulunuyor. Ne var ki Türklükten de Türkiye’den de kopuyor. Bizim için artık bir kayıp, bir ölü ve bir hiç sayılıyor… Tıpkı şairin;
Tomurcuk açılır yel alır gider,
Anneler büyütür el alır gider…
mısraları ile ifade ettiği gibi, bizim millet-ananın yetiştirdiği nice değerli evlatların da binlercesini yabancılar alıp götürüyor. Beyin israfının en korkuncu işte budur.
Bu şekilde kaybettiğimiz beyinlerin yeniden kazanılması için zaman zaman çalışmalar yapılıyor. Onları memlekete getirmek gayesiyle fedakârca teşebbüslere girişiliyor. Fakat netice alınamıyor. Çünkü hepsi gövdeden kopmuş bir kere Kökünü ana vatandan aldığı milli ve yerli gıdalarla beslenmedikleri için, kopukluklar giderilemiyor. İnançlar kaybolmuş, ortak vasıflar erimiş, zevkler, görüşler, anlayışlar değişip başkalaşmış, yabancılaşmış. Değer ölçüleri zıtlaşmış. Yepyeni alışkanlıklar teşekkül etmiş. Farklı hayat standartlarına göre şartlanılmış. Bu yüzden, gönüllü olarak yurda dönmek isteyen nice iyi niyetli kimseler bile, ülkeye gelmişler fakat eski vatanlarına “intibak edemedikleri için” geri dönmüşlerdir. Apayrı bir dünyaya gittikleri zaman o yabancı cemiyetlerde “intibaksızlık” çekmeyenlerin kendi milletlerinin bağrına dönünce “intibak güçlüğü” göstermeleri hazin değil mi? Bazıları da kendilerine yeteri kadar itibar edilmediği bahanesi ile tekrar uzaklaşmışlardır. Yalnız bu tavır bile onların memleketten ne ölçüde koptuklarını anlatmağa yeter. Bir başka grup ta, Türkiye’de onların yaptıkları ihtisasa uygun çalışma sahaları olmadığı için yabancı diyarlarda kaldıklarını söylemektedir. Tabii, bu gerekçeyi de makul karşılamağa imkân yoktur. Onlar yurda dönmelidirler ki, ihtisasları ile alakalı sahalar açılsın, müesseseler kurulsun.
Görülüyor ki Türkiye’deki yabancı okullar sadece bazı devletlerin içimizdeki “kültür üsleri” değil, aynı zamanda birer “kaçakçılık” merkezidir. Bunlar Türk nesillerine yalnız kendi kültürlerini aşılamakla kalmıyorlar. Türk çocuklarını yalnız dininden, töresinden ve milli kültüründen koparmakla yetinmiyorlar. Böyle, kaçırılacak beyinleri tespite ve toplamaya yarayan bir çeşit laboratuvar vazifesi de görüyorlar. Biz de milletçe onlara yardımcı oluyoruz. Şu da var ki, bir laboratuvar gibi çalışan merkezler yalnız yabancı okullar değildir. Kendi müesseselerimiz arasında da onların benzerlerine rastlıyoruz. Hususiyle Amerika’nın maddi desteği ve tavsiyesi ile kurulup, İngilizce öğretim yapan devlet okulları ve üniversiteler de Türkiye’yi tehdit eden bu beyin göçü, beyin ihracatı yahut beyin kaçakçılığı fiiline aracı oluyorlar.
Beyin işgali
Sermayeyi, emeği ve zamanı verimli bir şekilde kullanmayıp boşa harcamak nasıl bir israf ise insan beyninin de işe yaramayan ve neticesi olmayan konularla meşgul edilmesi öyle israftır. Türkiye bu türlü israf örnekleriyle de dolu bir ülkedir. İlkokuldan üniversiteye kadar öğretim müesseselerine baktığımız zaman durumu hemen anlarız. Bir kere okullarımızın müfredat programları lüzumsuz ve faydasız bilgilerle doludur. Çocuklarımıza, hayatta hiç kullanmayacakları birtakım şeyleri zorla öğretiriz. Bunlar onların zihni gelişmelerini sağlamak veya şahsiyetlerini güçlendirmek bakımından da değeri bulunmayan konulardır. Meselâ, Türk çocukları çok geniş bir dünya coğrafyası ile ondan da teferruatlı bir dünya tarihi okurlar. Türk çocuklarına altı yıl gibi uzunca bir müddet, hiçbir müspet netice alınmadığı hâlde yabancı dil öğretilmeğe çalışılır. Ama lise diplomasına sahip hiç kimse, yıllarca gördüğü bu yabancı dil derslerinin kendisine kazandırabildiği minnacık bilgiden hayatta faydalanamaz. Daha doğrusu o bilgi dağarcığını kullanamaz. Çünkü hem öğrendiği şey, kırık dökük ve yarım yamalaktır hem de Türkiye’de kullanılma sahası çok mahduttur. Bu yüzden işe yaramayan bütün böyle bilgiler beyin için bir yüktür. Buna ayrılan zaman ile vazifelendirilen binlerce öğretmenin emek ve enerjisi de tam bir israftır. Devletin ayırdığı para ve ödediği maaş ise beton zemine atılmış tohum gibi, kayıptır.
Orta öğretim çağındaki çocukların beyni bu şekilde işgal edilirken, yüksek öğretim gençliğinin durumu daha da acıklıdır. Her biri de meslek ve ihtisas diploması veren fakültelerle yüksek okullar arasında öyleleri vardır ki, oralardan mezun olanların hayatta ne iş göreceklerini kimse bilmez. Bunlardan bazılarında yapılan öğretimin Türkiye gerçekleriyle hiç alakası yoktur. Bazıları ise, ülkemizin ihtiyaçlarına uygundur ama, o kadar çok öğrenci almaktadır ki, onların hepsine çalışma sahası bulmak mümkün değildir. Çift öğretim, gece öğretimi ve mektupla öğretim şeklinde genişletilen öğrenci kadrosu ise hangi önemli sahada diploma alırsa alsın, memleket ihtiyacını çok aşmış durumdadır. Bunların üç-beş yıl sonra devletimizin başına ne gaileler açabileceği, şimdiden herkesi düşündürmektedir.
İşte bu da tam manasıyla bir israftır. Beyin israfı, zaman israfı, enerji israfı ve servet israfıdır. Amiyane tabirle “havanda su dövmek” yahut kendimizi aldatmaktır.
İhtisasa saygısızlık
İnsan veya beyin israfının bir diğer şekli de ihtisas ve ehliyete saygısızlıktır. Türkiye’de bu da çok görülen bir hadisedir.
Bilindiği gibi, çalışma hayatında şöyle bir prensip vardır: İşe göre adam bulmak. Bunun manası şudur: Bir iş hangi vasıflara sahip bir insan tarafından yapılabilirse o işi öyle bir kimseye gördürmek gerekir. Meselâ bir hastanenin dahiliye şefi mutlaka iç hastalıkları mütehassısı olmalıdır. Bu prensip tabii yalnız hekimlik ve mühendislik gibi teknik meslekler için değil her insan ve iş için bahis konusudur. Daima önce işin mahiyeti tespit edilir. Kimin, hangi vasıftaki insanın bunu yapabileceği düşünülüp karara bağlanır. Ondan sonra da bu şartlara uygun insan aranır. Böyle bir tespit ve araştırma neticesinde bulunan kimse de, verilen vazifeyi en iyi şekilde yapar.
Türkiye’de ise, bu mekanizma tamamıyla tersine işler. Yukarıda belirtilen prensip ters çevrilmiştir. Yani işe göre adam değil, adama göre iş aranır. Önce bir adam vardır. Kendisine makam, mevki, unvan veya para verilmesi lâzımdır. Bu noktadan hareket edilerek, nerede boş bir kadro var ise doldurup dolduramayacağı hesap edilmeksizin oraya tayini yapılır. Yahut mühim bir makamda değerli bir insan vazife görmektedir ama politikacı hoşlanmadığı için, onu daha ehliyetsiz biriyle değiştirmektedir. Böylece, siyasi ve ideolojik tercihler yüzünden, nice devlet kadroları liyakatsiz kişilerle doldurulmuştur. Layık olanlar ise hiç de faydası olmayacakları işlere verilmiştir. Tabii bu da insan israfıdır. Bilgiyi, tecrübeyi ihtisas ve ehliyeti en verimli olabileceği yerde değil de herhangi bir sahada kullanmak, jet uçağı ile kum taşımaktan farksızdır.
Devlet adamları ile ilim ve fikir erbabı hep iktisadi kalkınma üzerinde değil asıl bu mesele üzerinde durmalıdır.
Kaynak: https://millidusunce.com/misak/insan-ve-beyin-israfi/
FACEBOOK YORUMLAR