NECİP FAZIL SEMPOZYUMU

İki oturumda gerçekleştirilen sempozyumda, başkan Lütfi Şehsuvaroğlu’nun konuya hâkimiyeti,

NECİP FAZIL SEMPOZYUMU
04 Haziran 2012 - 11:51

 

Üstad Necip Fazıl Kısakürek, vefatının 29. yıldönümünde, Kahramanmaraş’ta kendi adını taşıyan kültür merkezinde kalabalık bir izleyici kitlesi eşliğinde dualarla yâd edildi. Kendi alanında önemli isimlerin birer tebliğ sunduğu “Doğunun Mustarip Mimarı: Necip Fazıl Kısakürek” başlıklı sempozyum, aradan geçen 29 yıla rağmen, üstad Necip Fazıl Kısakürek’e olan ilginin özellikle gençler arasında artarak devam ettiğini göstermiş olması bakımından da ayrıca önemliydi. Girişte sunulan ve Kahramanmaraş’ta gerçekleştirdiği veya vesile olduğu önemli faaliyetlerle adından sıkça söz ettiren Duran Boz’un kaleme aldığı, üstadın biyografisini içeren kitapçık ayrıca dikkat çekici nitelikteydi.

İki oturumda gerçekleştirilen sempozyumda, başkan Lütfi Şehsuvaroğlu’nun konuya hâkimiyeti, Necip Fazıl ve çevresi dolayımındaki anılara yaptığı yolculuk sempozyumların o bilinen, klasik, sıkıcı taraflarını bir çırpıda tersine çevirmiş olması bakımından da önemli bir ayrıntıydı.

Bâbıâli’de Necip Fazıl’ın şiir sınavından geçen olmamıştır

Maraş Necip Fazıl sempozyumu

Kahramanmaraş Belediyesi’nin ev sahipliğinde ve birçok muhteşem kültürel organizasyona imza atan gayretli hizmet adamı, şair-yazar Duran Boz’un olağanüstü çabasıyla gerçekleştirilen sempozyum, metin yazarlığını yine Duran Boz’un gerçekleştirdiği, görsel zenginliğiyle dikkatlerin bir an bile eksilmediği ve yoğun istek üzerine iki defa gösterilen sinevizyon gösterisiyle başladı. Bu görsel şölenin ardından değerli akademisyen Turan Karataş’ın üstada hitaben yazmış olduğu mektubun okunmasıyla salonda duygulu anlar yaşandı.

Programın ilk oturumunda, ilk konuşmacısı olarak Prof. Dr. Fazıl Gökçek, ‘Babıâlî Çevresi ve Necip Fazıl’ başlıklı tebliğinde, üstad Necip Fazıl’ın bir dönem bohem ilişkiler ağı içerisinde Babıâlî çevresinin iç yüzüne dair önemli ayrıntılar sunduğu yine aynı isimli kitabından örnekler sundu. Gökçek, üstad için “Bu kitapta hemen hiç kimseyi beğenmezken, kendisinin ‘Genç Şair’ ve ‘Mistik Şair’ devresini de beğenmediğini, zaman zaman, ‘onun da diğerlerinden farkı yoktu’ gibi ifadelerle dile getirdiğini belirtmek gerekir. Ama bu eleştiriler bir noktaya kadardır, yine de içinde bulunduğu durumun idrakinde olan ve bundan kurtulmak için çaba gösteren biri olarak kendisini diğerlerinden ayrı ve bir tür ‘seçilmiş’ olarak görür.” ifadelerini kullandı.

Ayrıca Babıâlî için, “Necip Fazıl’ın şairler hakkındaki değerlendirmelerine baktığımızda, zikrettiği isimlerin birer insan olarak kişilikleri bir tarafa, şairliklerini değerlendirirken kendisinin poetikasında ayrıntılı olarak anlattığı şiir anlayışını ve bu anlayışın ölçütlerini kullandığı görülmektedir. Bu ölçütün eleği çok sıkıdır, bu yüzden eleğin altına şair olarak düşen hemen hemen yok gibidir. Her büyük şair gibi Necip Fazıl da şiir sanatı söz konusu olduğunda son derece müşkülpesenttir. Bu yüzdenBâbıâli’de onun şiir sınavından geçen olmamıştır.” sözleri önemli bir ayrıntıydı.

Mukaddesatçı, milliyetçi, Anadolucu, ahlâkçı bir idealin himayesi uğruna sıkıntı çekmeye razı oldu

İkinci tebliğci olarak Prof. Dr. Ramazan Gülendam, “Büyük Doğu ve Büyük Doğu Çevresi” başlığı altında Büyük Doğu mefkûresinin çıkış noktası olarak şunları söyledi: “Necip Fazıl’ın ‘Büyük Doğu’ ifadesinin ilk kullanıldığı metin, Mehmed Akif’in yazdığı İstiklâl Marşı’ndan rahatsız olan ve İslâmî yaklaşımdan/özden arındırılmış daha çağdaş bir ‘millî marş’ yazılmasını isteyen çevrelerin teşvikiyle 1938 yılı başlarında Ulus gazetesinin açtığı yarışma için kaleme aldığı ‘Büyük Doğu’ başlıklı ‘marş’tır. Abdülhakim Arvasi’yle tanıştığı 1934 yılından sonra düşünce dünyasında olumlu bir değişim yaşayan Necip Fazıl, aynı zamanda, dönemin önemli ‘çevre’lerinden biri olan Kadrocularla da hâlâ yakın temastadır. Açılan marş yarışmasına ilk başlarda mesafeli duran Necip Fazıl’ı bu yarışmaya teşvik ve ikna edenlerden biri de, bu Kadrocu çevreden arkadaşı olan ve 1930’lu yıllarda çok samimi olduğu Falih Rıfkı Atay’dır. Aynı yıllarda Üstâd, önemli Kadroculardan Şevket Süreyyave Yakup Kadri ile Maraş Necip Fazıl sempozyumude dosttur. Şair, o zamana kadar hiçbir yerde böyle bir idealinden veya bu kavramdan bahsetmez. O zamana kadar yazdığı ‘saf şiir’lerinde ciddi hiçbir tarih ve medeniyet tasavvurundan bahsetmeyen veya tarihimize övgüler yağdırmayan ‘mistik şair’, o güne dek düşünmediğini bizzat kendisinin ifadelerinden öğrendiğimiz bu kavramı tesadüfen doğaçlama suretiyle mısraları arasında kullanıverir.”

Şartların ağırlığı içerisinde üstadın Büyük Doğu dergisini nasıl sahiplendiğini, onu ne şekilde savunduğunu anlatmak için ise Gülendam şu ayrıntıyı ifade etti: “Necip Fazıl, derginin 1945-1948 yılları arasında yürüttüğü etkili politikayı engellemek amacıyla Halk Partisi İstanbul İl Başkanı’nın, bazı tavizler vermesi karşılığında kendisine matbaa kuracaklarına dair taahhüdünü veya 1946 yılının sonunda CHP ile değil de Demokrat Parti’yle uğraşması karşılığında kendisine 100.000 lira rüşvet teklif eden Başbakan Recep Peker’i reddedip ‘1943’ten 1960’a kadar taştan taşa vurulan, zindandan zindana süründürülen mukaddesatçı, milliyetçi, Anadolucu, ahlâkçı bir idealin himayesi’ uğruna sıkıntı çekip hapis yatmaya razı olur.”

Aslında onun yalnızlığı ta çocukluğundan gelen özgün bir kişilik, bir yaradılış özelliği

Prof. Dr. Yunus Balcı ise “Necip Fazıl’ın Şiirinde Simgenin ve Hecenin Krallığı” başlıklı tebliğinde, “Simgeler ve imgeler en genel anlamıyla kendisi olmayan, yani kendi anlamının dışında başka bir anlam, kavram ve fenomeni ifade etmek için kullanılan ifade biçimleridir. Simge ve imge olarak kullanılan nesne veya işaret kendi varlık alanı dışında yeni ve farklı anlamlarla daha da zenginleşerek daha üst bir kurmaca anlatımın aracı olurlar. Şiirinde şairin bu tarz bir ifade yöntemine yönelmesi, kaba realitenin sıkıcılığından bunalan insan ruhunun mevcut ötesinde yeni ifade yolları arama ihtiyacına yönelmesi olarak açıklanabilir. Çünkü görünenin, sıkıcı ve boğucu dar dünyası sanatkârı bu tek boyutluluktan kurtulmaya iter. Dolayısıyla simgeler ve imgeler bu kaçışın, kurtuluşun, hayatı zenginleştirmenin yolu olurlar.” dedikten sonra Necip Fazıl’ın şiirinde simge ve hece evresini iki döneme ayırmanın mümkün olduğunu ifade etti: “Malumdur ki Necip Fazıl’ın sanatı genel çerçevede iki dönemde ele alınır. 1930ların ortalarına kadar birinci dönem ve bundan sonrası ikinci dönem. Ve Birinci dönem imge ve sembolleri, arkasında ölüm korkusunu gizleyen daha çok yalnızlık, yabancılaşma, korku ve kaçış şeklinde tezahür eden imge ve simgelerdir. Bütün bunları şairin beni etrafında teşekkül eden simge ve imgeler grubunda ele almak mümkündür. Bu döneminde Necip Fazıl, ünlü Fransız şair Baudelaire’nin flanörü gibi bir flanördür, bir bohemdir, bir yalnız adamdır. Aslında bu yalnızlığın çağın ruhu olmasının yanında ta çocukluğundan gelen özgün bir kişilik, yaradılış özelliği olduğunu da belirtmek gerekir. Bir konakta büyüyen Necip Fazıl’ın yalnızlığı, bu birinci döneminde bütün insanlığın içinde kocaman bir yalnızlığı ifade ederken ikinci döneminde kalabalıklar içindeki manevi yalnızlığa dönüşür.  Zaman zaman bu yalnızlığa korku ve ıstırap imgeleri de eşlik eder.”Maraş Necip Fazıl sempozyumu

Hecenin krallığı konusunda ise Balcı, “Malumdur ki hece ölçüsünü modern Türk şiirinde başarıyla uygulayan ilk şairler topluluğu Beş Hececiler olmuştur. 1910lardan 1920lerin ortalarına kadar ince bir duyarlılık ve Türkçe kelime kullanımındaki çeşitlilik ve zenginlikle gerçekten de şiirimizde önemli bir çığır açmışlardır. 1940 lı yıllardan sonra ise bunlar gibi bir grup özellikleri olmasa da saf şiir yazmayı kendilerine bir şiir özelliği olarak benimseyen bazı şairler heceyi Türk şiirinde yeniden zirveye taşırlar. Zaman zaman ikinci Hececiler de denilen bu şairlerden bazıları Cahit Sıtkı, Ahmet Muhip Dranas, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Necip Fazıl’dır.” dedi.

Huzursuzluk ve kaos duygusundan düzen ve ahenk düşüncesine

Dördüncü tebliğci olarak Doç. Dr. Yılmaz Daşcıoğlu ise, “Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde Metafizik İlgiler Açısından Necip Fazıl Şiiri ve Etkisi” başlığı altında şunları ifade etti: “Şair, kendi şiir çizgisini 1934’deki Arvasî ile tanışmasını dönüm noktası alarak iki döneme ayırırsa da aslında ilk şiirlerinden itibaren aynı duyarlılığın sürdürüldüğü görülür. İlk dönem şiirlerinde biçim bakımından tekke şiirinin söyleyiş tarzı ile sembolistlerde ve özellikle Baudelaire’de görülen bedbinlik; ikinci dönemde ise yine tekke tarzı söyleyişin olgunlaşan örnekleri ile tasavvufî söylem dikkati çeker. Fakat her iki dönemde de ‘ben’, şiirlerin ağırlık merkezini oluşturur. Ben’in varlık karşısındaki sorgulayıcı tavrı ilk dönemde din-dışı mistik nitelik taşırken; ikinci dönemde topluma yönelme, mesaj kaygısı öne çıkar. Denilebilirse, ilk dönem şiirlerinde Necip Fazıl sonlu varlık alanı içerisindeki huzursuzluğunu, bundan doğan kaos duygusunu yansıtırken, ikinci dönemde bunun yerini düzen ve ahenk düşüncesi alır. Sanat konusundaki görüşü de belirsiz bir mistisizmden dine dayalı metafizik düşünceye dönüşür: ‘Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış / Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış’ dizeleri bu dönüşümün açık göstergesi niteliğindedir.”

Hasan Akay ise, “Necip Fazı’ın Çilesi Çilenin Necip Fazıl’ı” başlıklı tebliğinde, önemli bir incelik olarak, “Necip Fazıl, Abdülhakim Arvasî’nin yanında mevcudiyeti sayesinde sudan, ateşten, havadan, topraktan geçmiştir; ancak çilenin binbir gününü aşama şeklinde haddeden her halde geçmiş değildir. O ve Ben kitabı da, Tanrı Kulundan Dinlediklerim kitabı da bunun çok anlamlı birer şahididir. Sadece Rabıta kitabında kendi nefsinin ve nefesinin, dil ve üslûbunun, edâ ve tavrının dahli yoktur. Diğer eserlerin hemen hepsinde konuşan odur; kendi özündeki fikir ve idrak çilesinin ifade, izah ve teselli kaynaklarını göstermek bakımından konuşulanlar birer bahaneden ibarettir. İstediği kadar estetik, mecazlı ve mucizeli anlatsın, sûret olarak her birinde hemen daima Necip Fazıl gözükür.” ifadeleri dikkat çekiciydi.

Doç. Dr. Zeynep Kevser Şerefoğlu da “Bir Arayış'ın Adresi olarak Tohuma Gitmek” başlıklı tebliğinde, üstadın Kahramanmaraş’ın İstiklal Harbi neticesinde düşmanı madde ve mana planında memleketten kovduktan sonraki gelişmeleri anlattığı ‘Tohum’ isimli tiyatro eseri üzerinde durdu. Tohum’un üstadın mânâ yolculuğunun henüz başlangıç evresinin ilk basamağı olduğunu, bu nedenle eserin sahnelendiği yıl haricinde pek gündeme gelmediğini, oysa eserin günümüz insanını doğrudan ilgilendiren bir arayışın izlerini taşıdığını belirtti.

Sempozyumun öğleden sonra başlayan ikinci oturumunda ise Asım Öz, “Necip Fazıl'ın Çağdaş Müslüman Düşünce Hakkındaki Değerlendirmeleri”, Doç. Dr. Ertan Örgen, “Modern Birey, Şehir ve Kaos-Mekânın Yeniden Kuruluşu”, Doç. Dr. Vefa Taşdelen, “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu’nda ‘Çifte Kanat’ Metaforu”, Prof. Dr. M. Fatih Andı, “Necip Fazıl'da Korku Estetiği” konularında tebliğlerini sundular.

Çifte kanat metaforu nedir?

Maraş Necip Fazıl sempozyumu

İkinci oturumda Doç. Dr. Vefa Taşdelen’in “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu’nda ‘Çifte Kanat’ Metaforu” başlıklı tebliği dikkat çekici ayrıntılar barındırmaktaydı. Taşdelen, “Çifte kanat metaforu, bünyenin tamlığını, sağlamlığını ve iyilik halini ifade eder; olması gerekeni, normal olanı, bir işlevi yerine getirebilmek için gerekli olan donanımı ifade eder. Tek kanat ise sakatlığı, eksikliği, yoksunluğu ve güçsüzlüğü simgeler. Uçamamayı, olması gerekenin olmadığını, olamayacağını ifade eder. Toplumsal ve kültürel bunalımların, buhranların, çöküşlerin temelinde bünyedeki bu eksiklik vardır. Bugün sadece Doğu kültürü değil, Batı kültürü de aynı yoksunluğu, aynı eksikliği yaşamaktadır. Bu bunalıma işaret eden pek çok eser ismi sayılabilir. Bunlardan hemen ilk anda akla geliverecek olan üçü Valery’nin, Husserl’in ve Sorokin’in Batı kültürünün ‘tinsel kriz’ine işaret eden eserleridir.  Yarım asır içinde art arda yaşanıveren iki dünya savaşı da bu krizin bir başka boyutunu gösterir.  Necip Fazıl da, Doğu’da ve Batı’da yaşanan buhran ve bunalımların nedenini organizmadaki eksiklik ve dengesizlikte görür. Batı aklı, daha Antik Yunandan beri, felsefede, bilimde ve teknolojide büyük başarılar göstermiştir. Bu gelişme Ortaçağda sekteye uğradıysa da Rönesansla birlikte yeniden hız kazanmış, evrenin yasalarının keşfinde, toplumsal ve hukukî anlamda insan dünyasının yeniden düzenlenmesi konularında büyük atılımlar göstermiştir. Dünya Müslümanları ise özellikle 1300’lü yıllardan sonra bir duraklama ve gerileyiş içine girmiş, bunun sonucunda da olup bitenleri yorumlayabilecek ve gelecek zamana yön verebilecek ‘mütefekkir eksikliği’ ortaya çıkmıştır. Sorun Batının manevi olanı dışarıda tutması, Doğu’nun aklı dışlayıp salt manevi olana yönelmesi sonucu bir ‘muvazenesizlik’ durumunun ortaya çıkarmış olmasıdır. Batılı zihniyet maddeyi tanımak suretiyle ona egemen olmak ister. Bu ölçüsüzlük sonuçta onu bunalıma sürükler. İslam’da ise ruh, nefs ve kalp (gönül) kavramları ile içsel bir terbiye ve ahlak oluşmuş, fakat o da aklı ve dış evreni ihmal ederek bir çöküşe doğru sürüklenmiştir.” ifadelerine yer verdi.

Her anlamda doyurucu olan sempozyum sonrası üstad Necip Fazıl’a yüzlerce kişi bir kez daha rahmet diledi. Onun düşlediği bir Türkiye, belki Büyük Doğu henüz emekleme aşamasında ve fakat Necip Fazıl’ın, düşünceleriyle hâlâ bir yıldız olduğu önemli bir gerçek olarak karşımızda duruyor.

 

Arif Akçalı haber verdi

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum