FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL-BİR DEVRİ ŞAİRİYLE ANLAMA DENEMESİ

Yazarımız A. Yağmur Tunalı'nın Türk Edebiyatı dergisinin Kasım 2023 sayısında yayınlanan yazısı:"VEFATININ 50 YILINDA FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL-BİR DEVRİ ŞAİRİYLE ANLAMA DENEMESİ"

FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL-BİR DEVRİ ŞAİRİYLE ANLAMA DENEMESİ
23 Kasım 2023 - 11:13 - Güncelleme: 23 Kasım 2023 - 11:19
BİR DEVRİ ŞAİRİYLE ANLAMA DENEMESİ
Fotoğraf açıklaması yok.

A. Yağmur TUNALI

Edebiyatımızın son zirveleri yirminci asrın birinci ve ikinci çeyreğindedir. Zorlu yıllarımızda dilimiz ve edebiyatımızla ayakta kaldığımızı söylemek yanlış olmaz. Millî ruhu ayağa kaldıran onlardır. “Bozgunda fetih rüyası“ gören “ilahî kahramanlar” neslinin sözsüz sözünü söze getiren onlardır. O neslin söz serdârı Yahya Kemal’in “Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan/ Rü'yâma girdi her gece bir fâtihâne zan” deyişi, devrin şartları düşünülünce akıl hudutlarında söylenmesi imkânsız mısralardır. Yok oluşa karşı muazzam bir direnişi uyandıran ve son zaferi getiren bu inanıştır.
Şaşılacak iştir, Batı’ya götürü usulle bağlı olduğunu düşündüğümüz, -Genç Türkler’in bir kısmı da dâhil- aydınlarımız, Batı’nın üzerimize abandığı yıllar içinde Türklüğe ve vatana bambaşka bir güçle uyandılar. Mucizeli bir iştir. Sevr’i imzalayan Filozof Rıza Tevfik, “ Paris’in kaldırımlarını görmek bile mahz-ı hayırdır” dedikten birkaç yıl sonra vatanın harap bağrına döndü. Abdullah Cevdet, Ahmet Rıza, Bahaeddin Şakir, Halil Ganem, Hüseyinzade Ali, İshak Sükûtî, İbrahim Temo, İsmail Canbulat, Mahmut Celâleddin Paşa, Mahir Said, Tarsûsîzâde Münif, Tunalı Hilmi gibi isimlerin padişah ve rejime karşı duruşları, 2. Meşrutiyet’ten (1908) itibaren geri çekilmiş görünür. Cihan Harbi ve sonrasında olanların hemen her birinin kanlarına dokunduğunu söylediklerinden ve yaptıklarından anlıyoruz. Bu tarihten itibaren dışarda olanlar bir bir vatana döndüler.
Savaş şartları ve Batı’nın tavrı karşısında fikir tartışmaları devam etmekle beraber memleket derdinde birleştiler. Birbirine benzemez birçok grubun insanları fikrî ayrılıklarını bir kenara bırakarak aynı hedefe koştular, vatan müdafaasına giriştiler. Âkif, medenî geçinen kaba gücün insanlığa sığmaz ölçüde gaddârı Batı için “Tek dişi kalmış canavar” dedi. Ve bütün bir aydınlar nesli, daha dün peşine takıldığı bu vicdanı kurumuşlar için Emin Bülend(Serdaroğlu) dilinden haykırdı: “ Garbın cebîn-i zâlimi affetmedim seni/ Türküm ve düşmanın sana kalsam da tek kişi”.
Ahhh bilsek!
Türkiye Cumhuriyeti’ni bize kazandıran şuur patlamasının nasıl oluştuğu muazzam bir gelişmedir. Türk çocukları bunları bilmiyor. Neleri nasıl yaşadığımız, -yine söyleyeceğim- gerçeküstü gerçektir, yeniden doğuş(Ergenekon) mucizesidir. Akılla izahında güçlük çekilen işlerdendir. Hakîkaten öyledir.
Eskileri dinlerseniz o şuuru elle tutacak kadar görüyorsunuz. Ankara’da yüzüncü yıl kutlamaları çerçevesinde 19 Ekim’de büyük mareşalimiz Kâzım Karabekir’in kızı Timsal Karabekir’den dinledik. Paşa, Mütareke’den sonra İstanbul’a çağrıldığında gördüğü manzara karşısında dehşetle üzülür. Üzülmek değildir o, kahroluştur. Dolmabahçe önlerinde İngiliz Fransız gemileri demirlemiştir. Birinde bir Türk subayına bir İngiliz subayı emir vermektedir. O anda içinde bir ordu harekete geçer ve karar verir: “Bir dağ tepesi bana mezar oluncaya kadar bunlarla savaşacağım.” Bir düşünün! Her şey bitmiş görünürken, kendisi de esir bir şehre gelmişken bu iç feryadı koparır. Sonraki sözü içindeki orduya güvenin gücüyle müthiştir: “O karardan sonra bu işgalciler gözümde bir sinek kadar kaldı.” diyecektir. Evet dünyanın en büyük devletlerinin silahlı güçlerinin işgal ettiği İstanbul’a silah bırakmış bir ordunun subayı olarak geldiği halde, gördüğü manzara karşısında bu kararı verir. Bu, zor durumlara düşünce daha bir kuvvetle ortaya çıkan yüksek karakterinin, öldü derken dirilişini sağlayan o yüksek seciyenin yalnız Türk’e mahsus tecellîsidir.
Bunları dinleyince gözümün önünden ne isimler, ne olaylar geçti. Yalnız Karabekir değil, daha başka örnekler sıra sıradır. Ondan kısa bir süre önce bu manzarayı gören Mustafa Kemal’in “Geldikleri gibi giderler” deyişi yine o ruhun kabarışıdır. Ne büyük bir ruh uyumudur ki, Fatih Türbedarı Ahmed Âmiş Efendi, Mustafa Kemal’le aynı cümleyi söyler: ”Geldikleri gibi giderler”. Dikkatinizi çekerim, düşününce, o şartlarda bunlar edilecek sözler değildir. İnanılacak tarafı da yoktur. Bu üç isim ve daha birçoğu birbirinden habersiz asker ve siviller, işgal ordularının esir aldığı İstanbul’da bu sözleri ederler. İşte bizi onların ruhlarına doğan inanılması güç kararlılığın yenilmez inancı kurtardı.
Merkezde edebiyat var
Cumhuriyet’e nasıl geldiğimiz destanlar içinde destandır. İlk neslin edebiyatçıları bu ruhu bir ölçüde duyurdular. Yaşadıklarımızı anlatan binlerle hatıra, hikâye, roman yazılmalıydı, yazılmadı. Bunun, tembelliğimiz dışında da anlaşılır sebepleri var. O ağır durumlardan hemen çıkmalıydık. O acılarla meşgul olacak ne zamanımız, ne imkânımız vardı. Elimizde kalan bir avuç toprağı, elimizde kalan bir avuç insanla yeni bir yapı için değerlendirecektik. Yeni bir başlangıç için kendimizi hazırlamalıydık. Gâzî ve arkadaşları bunu yaptılar.
Edebiyatımızın gözde isimleri bu yeniden kuruluşun merkezinde yer aldılar. Hem eserlerini vermeye devam ettiler, hem de devlet içinde çeşitli görevler yürüttüler. Yahya Kemal(Beyatlı), , Yakup Kadri(Karaosmanoğlu) gibi birçok isim büyükelçilik etti. Ahmet Hikmet(Müftüoğlu) Dışişleri Bakanlığı müsteşarı oldu. Kemâleddin Kâmî(Kamu) Dil Kurumu’nda ve çeşitli kültür işlerinde çalıştı. Hamdullah Suphi (Tanrıöver)Türk Ocakları reisliği yanında bakanlık ve büyükelçilik etti. Halide Nusret(Zorlutuna), Enis Behiç(Koryürek), Faruk Nafiz(Çamlıbel) gibi isimler öğretmendiler. Dergi çıkaranlar, yeni devletin ruhuna birkaç alanda birden hizmet edenler oldu. Yakup Kadri’nin başında bulunduğu Kadro, Halkevleri’nin dergisi Ülkü yarı resmî yayınlardı. Millî Eğitim lokomotifti, çalışmaları merkezdeydi. Bunların dışında farklı eğilimlerde dergiler, kitaplar, şahıslar ve dernekler eliyle yönlendirilen kültür hareketleri yürütüldü.
Faruk Nafiz örneği
Bir devri, bir sanatçı üzerinden anlamaya çalışmak ilginçtir. Hayatı tanırsınız, insanı tanırsınız ve çevreyi tanırsınız. Bizde böyle monografiler, biyografiler çok fazla yazılmadı. Her türlü değerlendirme için ilk yapılacak işlerdendir. Bunu yapmamışsanız, sosyal değerlendirmeleriniz bir yerde mutlaka aksar. Kültür değerlendirmelerinizde bu aksama daha derindir. Özellikle sanatı anlamada ve yerini tayinde güçlük çekersiniz. Fikirleriniz, yorumlarınız askıda kalabilir.
Faruk Nafiz, böyle bir dönem monografisi için seçilecek en öndeki isimlerden değildir. Fakat edebiyat açısından bakarsak öndekilerdendir. Yine de onu, kendi devri içinde bir yere yerleştirmek istesek kendi bakışından çok çevrenin bakışına ihtiyacımız var. Edebiyatımızın en yüksek bir döneminde çıkmış, çok yazan (velûd) bir şairdir. Manzum tiyatro eserlerini de şiir çerçevesinde değerlendirmek lazım gelecek. Ele aldığı konular itibariyle devrini yansıttığı açıktır. Anadolu havasını edebiyata taşıyanlardandır. Millîliğin yerli hayatı ve insanı vermesi gerektiği dillendirilen, Türklük duygusunun yüceltildiği anlayışın içindedir. Millî Edebiyat heyecanının yeni bir ruhla canlandığı zamanların şairidir.
Hecenin neredeyse kutsandığı yıllarda o akıma katılmayı millî bir görev gibi sayması bakılacak bir meseledir. Toplumun ve insanın herhangi bir yönde yön değiştirmesi akşamdan sabaha olmaz. Birkaç nesilde de, yüzyıllar boyu da geçmediği örnekler az değildir. Kültür değişmelerinin aşısı hemen tutmaz. Tuttuğu zaman da tutmadığı görülmüştür. Vezin meselesi böyle bir denemedir. Fakat bütün gücünüzle yüklenseniz de kaybolmayacak ritmiyle nesiller sonra ona dönüldüğünü görürsünüz. Bizde yüzyıllık aruz karartmasının tuttuğunu söyleyecek bir kimse kaldıysa şaşarım.
“Aruz’a veda”
Faruk Nâfiz örneğinde durum daha nettir. Halit Fahri(Ozansoy) gibi “aruza veda” demese de, “Sana uğurlar olsun ayrılıyor yolumuz” mısrasıyla biten Sanat şiirinde aruzu da kastettiğini düşünenler vardır. Onun böyle bir keskin tavır koyduğu söylenemez. Kaldı ki şair, aruzu bırakmak istese de aruz onu bırakmaz. Ruhuna işlemiştir. İlhamının kalıbı yıllar yılı aruza dökülmüştür. Heceden söylediği şiirler de aruzun sesinden ses alır. “Son beklediğim”, Suyun üstünde mıısralar“, “Allaha ısmarladık”, “Beşikten mezara kadar”, “Serenad”, “Bağ bozumu”, “Eriyen adam”, “Onu bir gün görmedim”, “Sen nerdesin?” ve daha birçok şiirinde, koşmalarında, hatta Sanat şiirinde de aruzun ritmi ve dolayısıyle sesi vardır.
O neslin memleket derdini, en çok bunu bilmeye ihtiyaç var. Benim neslimin gençlerinin anarşi yıllarında gösterdikleri benlerini aşan millet duygusuyla vuruşmaları için “adanmış” deyişimiz doğrudur. Kavga Günleri’nde ben de adanmış nesil dedim. Fakat şunu biliyorum: Cumhuriyet’i kuran ve yerleştiren iki neslin vatan duygusu ve kendilerine, Türklüğe imanı karşısında bizimki mahcup bir sevgidir. Onların yaptığını yapma iddiasında olamayız, olunmaz. Faruk Nâfiz’in memleket şiirlerinden akan sırlı âlem, varılmaz yetilmez bir sevdadır. Biz, vatan sevmenin ne demek olduğunu Namık Kemal’in duyurduğu şekilde onun, onların hayatlarında gördük. Onlar vatan sevgisinin cisimleşmiş âbideleriydiler. Her biri şiirden, romandan, sözden, yazıdan heykellerdi.
Fâruk Nafiz’in Zafer Türküsü şiirinde o ruh şahlanır:
Yaşamaz ölümü göze almayan
Zafer, göz yummadan koşar da gider.
Bayrağa kanının alı çalmayan
Gözyaşı boşana boşana gider!
At şiiri, Türk’ün atla ayrılmaz beraberliğini düşündürerek aruzla şahlanır:
Gittikçe yükselen başı Allâha kalkıyor;
Asrın baş eğdi sandığı at şâha kalkıyor!
Sanat anlayanla anlaşılır
Bu ruhu söyleyen şiirlerini bir araya toplamak ve yer yer açıklamalarda bulunmak ne güzel olurdu. Cumhuriyetimizin yüzüncü yılında o heyecanı keşfederek kendimize can suyu verirdik. Bugün artık o şiirleri yayınlamak yetmez. Arka planını, çevreyi, hayatı, insanı anlatarak anlaşılmasını ve duyulmasını sağlamaya ihtiyaç var.
Mesela Kemâleddin Kâmî’nin Rodos önlerinden bir geçişi vardır ki yürek paralar:
“Havada bir dost eli okşuyor derimizi:
Boynu bükük adalar tanıyor sanki bizi..
İçimize çevirip nemli gözlerimizi
Geçtik yabancı gibi yakınından Rodos'un!”
Rodos’un yakınından yabancı gibi geçmek, ağırdan ağırdır. Kaybedilen vatan toprakları o neslin hafızasında, gönlündedir. Acısı açık bir yaradır. Kanar da kanar. Bu yarayı iyileştirmek istemezler. İsteseler de yapacakları bir şey değildir. En azı dört yüz, beş yüzyıl Türk egemenliğinde Türkleşen topraklar kaybedilmiştir. Elde kalan vatan topraklarında yeni bir ülke kurarken, ileriye bakmak için de bu acının itici gücüne ihtiyaç vardır. Yeniden diriliş hareketinin öncüleri şairler, sanatçılardır. Değişmez Türk karakterini yeni bir ruhla kanatlandırmanın siyasi ve askeri ayağı da Gâzi gibi bir dâhinin ve onun duygusunda coşanların coşturduğu bir şahlanıştır.
Cumhuriyet’in yüzüncü yılı dolayısıyle bir eksiğimiz üzerinden giderek vatan duygusu etrafında konuşuyoruz. Vatan duygusu sadece hamasetle sınırlanamaz. Hamaset olmazsa olmazdır. Kötü kullanışlar değerini azaltmaz. Edebî değere yakın olursa ayıklamak kolaydır. Problem o değere uzaklıktır. İçini boşaltacaklara fırsat veren, gibi yapanlardan, gibi görünenlerden gına geldiğini biliyorum. Meydanı onlara bırakırsak işte böyle olur. Ne din kalır, ne millet..
O devrin sanatkârlarında yalnız hamaset yoktur. Vatan zaten sadece o duyguda değildir. Vatan dediğimiz, en sade haliyle yaşadığımız topraklarda ne yaşadığımız ve nasıl yaşadığımızdır. Her yolun vatana çıkacağını söylemek mümkündür. Vatanın dağını, taşını, denizini, ırmağını, bir çiçeğini, bir kadınını, bir erkeğini sevmeyenin vatan sevgisinden bahsedilemez. Vatan içindekilerle sevilir. Han Duvarları uzun şiiri(frenkler uzun şiire poem diyorlar) destan karakterindedir ve bütünüyle vatanı söyler.
Öyle bir şair ki…
Fâruk Nafiz, bizim edebiyatımızın yüzyıllık döneminde aşk ve tabiat şiirleri söylemekte en önde gelen isim sayılsa yeridir. Kadın sevgisi, çocuk sevgisi, toprak sevgisi taşan şiirleri onlarcadır. Aşkı her türlü duygu haliyle ve yansımalarıyla söylemek bakımından özel bir şairdir. Kıskançlığı onun kadar keskin anlatan aransa az bulunur. “Kan tükürsün adını bensiz anan dudaklar/Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun!” derken yakıp yıkan bir bomba gibi beddua eder. Firârî şiiri dehşetli bir çılgınlığın haykırışıdır. Tek gördüğü o ve yaşadığı, duyduğu kıskançlıkla kavruluşudur:
Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin
Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk’a bile
Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin
Kahpelendin de garez bağladım ahlâka bile!
Şükûfe Nihal’e aşkını söylediği şiirlerde bütün varlığıyla ona aktığını hissedersiniz. Gurbet, benim en sevdiklerimdendir. Senfonik bir şiirdir. Aruzla, yer yer sesi ve duygusuyla bir güzellik sağanağı halinde iner. Sesini yükselttiği yer aynı zamanda sesin zirveleştiği bölümdür:
Ey gözlerinin çevresi mor, benzi tutuşmuş,
Akşamladığım yolları yalnız gezen âfet!
Kaç yıl geçecek, böyle hazîn, böyle habersiz,
Sen Marmara'nın göl gibi durgun bir ucunda
Ben böyle atılmış gibi yurdun bir ucunda,
Sen benden uzak, ben sana hasret?
Sarmış beni gurbet,
Sarmış beni Mecnun diye zincir gibi dağlar;
Bir türbe ki rûhum, gelen ağlar, giden ağlar!
Halide Nusret Zorlutuna’dan dinlediğim bu aşkla ilgili hatırayı da burada ilk defa nakletmeliyim. İkisiyle yakın arkadaştır. Evlilikleri söz konusu edilir hale gelince İffet Halim(Oruz)le ikisi şiddetle karşı çıkarlar. Söyledikleri sebep alışılmış bir duruma dayanır. Faruk Nafiz genç kızların sevgilisidir ve çapkın bilinir. Öyle ya, “Gönlümde kovalar eskiden beri/Sarışın kumralı, kumral esmeri” diyen şairdir. “Hayır” derler, “Faruk arkadaşımız ama onunla evlilik olmaz” . Halide Hanım, bunu anlattıktan sonra derin bir iç geçirdi ve “Çok yanıldık, çok. İçimde bir yaradır. Çünkü Faruk sonra evlendi ve gördük ki çok iyi bir koca oldu.” diyerek pişmanlık ve üzüntüsünü söyledi.
Faruk Nafiz’in yeri
Bir husus önemlidir: Cumhuriyet’te ve daha öncesinde siyaset konuşmayan, eleştirmeyen, fikir söylemeyen veya girmeyen aydın yoktur. Faruk Nafiz de girmiştir. 1960 ihtilalinde DP Milletvekilidir. Yassıada’da yatanlar arasındadır. O zindandan çıkardığı kıt’alar edebiyatımızın düşünce şiirleri ve hikmetli söyleyişleri arasındadır.
Devrinde çok sevilen ve benimsenen bir şairdi. Devlet görevlerinde öne çıkanlar bile onun şöhretini geçmiş sayılmazlar. Kemâleddin Kâmî, Enis Behiç bunlardandır. Behçet Kemal(Çağlar) gibiler zaten o kıratta şair sayılmazlar. Orhan Seyfi Orhon, İhsan Raif, Halide Nusret, Şükûfe Nihal, Midhat Cemal gibi isimler derece derece yakın seviyenin şairleridirler.
Devrinde, kendisinden beş yaş büyük Yahya Kemal açık ara önde görülür. Kimse onunla boy ölçüşemez. Necib Fâzıl da parlayan bir şairdir. Nâzım Hkmet, fikirleri dolayısıyla önde görülmese de bu şair grubunun içindedir. Faruk Nâfiz’in bunların hiçbirini kendi ayarında görmediğini Yahya Kemal’e elçi olarak bulunduğu Karaçi’ye gönderdiği bir mektuptan anlıyoruz. Meâlen, ”Sizin olmadığınız bir devirde birinci şair olmaktansa sizin yaşadığınız devirde ikinci olmayı tercih ederim” diyor.
Mizahi şiirlerinde de çokça bu fikir geçer: Biri şöyledir:
Var mıdır söz eri bencileyince,
Bir yana koyarsak Yahya Kemal’i.
Yahya Kemal de Faruk Nafiz’i beğenir. Beğendiğini dostlar arasında söylemekle kalmaz, şiirle ilan eder. Şu meşhur beyti Eski Şiirin Rüzgârıyle kitabına da alınmıştır:
“Bir lübbüdür cihanda elezz-i lezâizin
Her mısra-ı güzîdesi Fârûk Nâfiz’in”
(Faruk Nafiz’in her mısrası seçkindir ve lezzetlilerin en lezzetlisinin bir özüdür).
Söyleyen Yahya Kemal de olsa dostluk payını düşmek gerek. O pay düşülse bile, yüksek şahitlik değerine rağmen tek başına hüküm vermek için yetmez. Bu fikre katılanların çokluğu hüküm haline gelişini sağlamaya yeter. Edebiyat Tarihi’ni yazanların verdikleri hükümler de bu fikri doğrular mahiyette görünüyor.
Bana kalırsa bununla yetinemeyiz! Bizim öncelikle o hükümden çok oraya nasıl varıldığını bilmeye ihtiyacımız var. Çok yönlü bilgilere ve değerlendirmelere ihtiyacımız var. Bu ayarda bir sanatkâr için Fransa’da, Almanya’da, Rusya’da, İngiltere’de neler yapıldığını düşüneceğiz. Bakılacak yer ve konulacak hedef budur. Yoksa Faruk Nafiz’i de, şiirimizi-edebiyatımızı da, devrini de, Cumhuriyet’i de tam manasıyla anlamak mümkün olmaz.
Kaynak: A. Yağmur Tunalı, "BİR DEVRİ ŞAİRİYLE ANLAMA DENEMESİ", Türk Edebiyatı,Sayı: 601. Kasım 2023.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum