Nazım Hikmet gerçeğine kültürel derinlik penceresinden bakış -II-
Mehmet YARDIMCI
6 Aralık1940’ta Bursa Cezaevine nakledilmiş burada Orhan Kemal’le aynı odada kalmıştır.
14 Mayıs 1950 seçimini Demokrat Parti kazanır ve büyük bir af ilan edilir fakat açlık grevinde olan Nazım Hikmet af kapsamına alınmaz. Aynı gün eski Cumhuriyet Başsavcısı Fahrettin Karaoğlan’ın Son Posta gazetesinde: “Bir hâkim olarak memleketimizde bana en büyük ıstırabı vermiş olan hadise, Nâzım Hikmet’in hiçbir delile, hiçbir kanun hükmüne dayanılmaksızın 28 yıl hapse mahkûm edilmesidir. Adalet tarihimizi bu günahtan kurtarmak en büyük emelimdir. Ama ne yazık ki buna gücüm yetmiyor.” biçimindeki itiraf yazısı büyük etki uyandırmıştır.
Dönemin değişik siyasi görüş ve inançtaki 150 demokrat aydını Nazım Hikmet’in de af kapsamına alınması için dilekçe yazıp ilgili yerlere göndermişlerdir. Çankırı, Bursa gibi çeşitli cezaevlerinde yattıktan sonra 15 Temmuz 1950’de 13 yıl 5 ay süren hapis hayatından kurtulmuştur.
Yaşamındaki tüm zorluklara karşın, umudunu hiç yitirmeyen bir insan olarak ön plana çıkan Nazım Hikmet, bu tavrını eserlerine ustaca yansıtmıştır. Yaşama dair savlarını umut ve özgürlük gibi imgelerle ortaya koymayı başaran Nazım Hikmet insanların her koşulda umut taşımaları gerektiğine dair yaklaşımlar sergilemiştir.
Türk şiirinin çizgisini değiştirmiş, çok yönlü, evrensel boyutlu Nâzım Hikmet ülkemizde, kendisinden en çok söz edilen Türk şairi olmuştur. Onun şiir sanatını irdelediğimizde kırık dize tekniği eşliğinde şiirlerini oluşturduğu ve müzikal bir ahenkle sunduğu görülmektedir. Bu nedenle Nazım’ın şiirine gerek kullandığı yalın, kendine özgü dili, gerek temalarındaki çeşitliliği ve dünya insanına bakış açısı nedeniyle ‘bir başka yaratığın soluk alması gibi bir şey’ demek yerinde olur.
Bir toplumda her dönemde yeni şairler belirmiş fakat gerçek anlamda yenilik getiren şairler çok seyrek ortaya çıkmıştır.
Nâzım Hikmet de doğal şiir yeteneği ile Türk şiirine yenilik getirmiş ve bu yeniliği birçok şaire benimsetmiş, Türk şiirinde yeni bir yol açanların önde gelenlerinden olmuştur.
O, Türk dilinin zengin ses sisteminden ve ses uyumlarından yararlanarak Türk şiirine serbest nazmı getirmiş, hecede vezni kırarak geleneksel uyak anlayışını değiştirmiş, halk dilini şiire ustaca sokarak doğal şiir yeteneği ile Türk şiirini yenileştirmiştir.
Nazım Hikmet hakkında yapılan yayınların önemli bir bölümünde yaşadığı aşklar, abartılı bir biçimde öne çıkartılarak, onun devrimci yönü göz ardı edilmiş, ya da komünist, sosyalist, kavgacı yanına vurgu yapılmıştır. Ulusalcı ve vatan, millet kavramlarına oturan yanı görmezden gelinmiştir. Oysa Nâzım’ı gerçek devrimci kılan en önemli özelliği onun “vatan ve millet sevdası”dır. Nâzım’ın memlekete ve millete bağlılığı tüm yaşamına egemen olmuş ve Nâzım, bu tutumundan hiçbir zaman ödün vermemiştir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında toplumun hemen her katmanında kendisini gösteren yeni-eski kavgası edebiyata da yansıyınca yeni fikirlere ve yeni düşünce akımlarına yol açmak amacıyla “putları kırıyoruz” kampanyası başlatarak Türkiye’de toplumcu, gerçekçi bir sanat anlayışı için önemli ortam yaratan Nazım Hikmet, 61 yıllık yaşamına çok sayıda eser kazandırmış, ömrüne sığdırdıkları ve geride bıraktıklarıyla şair olmanın ötesinde bir kimlik olarak iz bırakmıştır.
Türkiye’den kaçışından dört yıl sonra Türk vatandaşlığından atıldığı ve vatansız kaldığı için büyük dedesi Celaleddin Paşa, Polonyalı isimle dünyaya gelse de kendisine vatan seçtiği Osmanlı için yaşamını feda ettiğinden dedesinin anısına 28 Eylül 1955 tarihinde Polonya hükûmetinden vatandaşlığa kabul edilmesi için başvuruda bulunan Nazım’a, Polonya devlet kurulu tarafından 5 Ekim 1955 tarihinde “Borzecki” soyadıyla birlikte vatandaşlık verilmiş ve Nazım Hikmet, Sovyetlerde Borzecki soyadını kullanmıştır.
1959 yılında son kez Vera Tulyakova ile evlenen Nazım Hikmet 3 Haziran 1963 tarihinde hayatını kaybetmiştir. Mezarı Rusya Federasyonu’ndaki Novodeviç mezarlığındadır. Son eşi Tulyakova da 19 Mart 2001 tarihinde yaşamını yitirince mezarlıktaki yer darlığı nedeniyle yakılan cesedinin külleri eşinin yanına gömülmüştür. Hayatının yaklaşık dörtte birini Türkiye’de hapishanelerde geçiren Nazım Hikmet’e Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu’nun 5 Ocak 2009 tarihli kararıyla 58 yıl sonra Türk vatandaşlığı iade edilmiştir.
Nazım Hikmet’in Türkiye’de yayımlanan ilk kitabı 835 Satır’dır. Yayımdan önce şiirleri okuyan Sabiha Sertel’in sansüre uğrar uyarılarına bakmadan kitabı Nisan 1929’da Ahmet Halit Kitabevi Yayınları arasında yayımlamış ve eser ilgi ile karşılanmıştır. Resimli Ay dergisi 835 Satır’ı Mayıs ayının en büyük fikir hareketi olarak değerlendirmiş, 835 Satır bizde edebiyat ve bilhassa, şiir sahasında yeni bir devrin başlangıcı. olmuştur. Nazım’ın şiirleri manzume değildir ve dizelerden oluşmamıştır. Asıl yenilik şairin ruhunda ve sanatındadır. Nazım içi dolu bir şairdir. Şiir onun için fikirlerini ifade edecek bir araçtır. ‘Güneşi İçenlerin Türküsü’ adlı şiiri bunun kanıtıdır.
Basıldığı dönemde Arap harfleri yasaklandığı için 835 Satır, Latin harfleriyle basılan ilk birkaç eserden biri olmuş ve insanların Latin harfleriyle ilk okudukları eserler arasında yer almıştır. Nazım Hikmet Ocak 1931’de Sesini Kaybeden Şehir adlı romanını yayınlamıştır. Bir şehir ne zaman sesini kaybeder, ruhunu yitirince mi yoksa şehrin içindeki tüm insanlar yok olunca mı? Bu roman bir şehrin, bir adamın, bir fedakârın, bir çocuğun, bir babanın, bir annenin romanıdır.
Türkçe şiirin dünyadaki en büyük ve en önemli temsilcilerinden biri olan Nâzım Hikmet, 1941’de Bursa Cezaevi’nde Memleketimden İnsan Manzaraları’nı yazmaya başlamış ama beş cilde ulaşan bu güçlü söylemi özgürlüğüne kavuştuktan sonra sürdürmemiş ve yarım bırakmıştır. Yaşarken ve vefatından sonra yayımlanan kitapları: “Güneşi İçenlerin Türküsü” (1928), “Varan 3” (1930), “1+1=Bir” (1930), “Gece Gelen Telgraf” (1932), “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?” (1932), “Portreler” (1935), “Taranta Babu’ya Mektuplar” (1935), “Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı” (1936), “Kurtuluş Savaşı Destanı” (1965), “Saat 21.00-22.00 Şiirleri” (1965), “Memleketimden İnsan Manzaraları I-V“ (1965-1967), “Dört Hapisane’den” (1966), “Rubailer” (1966), “Yeni Şiirler” (1966), “İlk Şiirleri” (1969), “Son Şiirleri” (1970); tiyatro eserleri “Kafatası” (1932), “Bir Ölü Evi Yahut Merhumun Hanesi” (1932), “Unutulan Adam” (1934-1935), “Ferhad ile Şirin“ (1965), “Enayi” (1965), “İnek” (1965), “Sabahat” (1965), “Ocak Başında – Yolcu” (1966), “Yusuf ile Menofis“ (1967), Konuşmaz” (1965), “Yaşamak Güzel Şey be Kardeşim” (1967).’dir. Nâzım Hikmet‟in yazdığı mektuplar ise: “Kemal Tahir’e Mahpusaneden Mektuplar” (1968), “Oğlum, Canım Evladım, Memedim” (1968), “Va-nu’lara Mektuplar” (1970) ve “Nâzım ile Piraye” (1977) adlı eserlerde toplanmıştır.
Not: Yazı ilk olarak 13 Haziran 2024 tarihinde Yeniçağ gazetesinde yayınlanmıştır.
FACEBOOK YORUMLAR