Deniz Erbulak Yazdı: Manisa Kültür Sohbetleri

MANİSA KÜLTÜR SOHBETLERİ (13 OCAK 2018 SÖYLEŞİSİ)

Deniz Erbulak Yazdı: Manisa Kültür Sohbetleri
18 Ocak 2018 - 09:36

MANİSA KÜLTÜR SOHBETLERİ

(13 OCAK 2018 SÖYLEŞİSİ)

 

Gençlik romanlarım, yayınevleriyle ilk buluşan kitaplarım oldu. 14 YAŞINDA BİR GENÇ KIZIM BEN serisi, bir sekizinci sınıf öğrencisinin aile, okul, sınavlar arasındaki günlük sıkıntı ve mutluluklarını anlatan bir konuyla kurgulandı. Daha çok aile ilişkilerini, günlük hayatın tanıdık olaylarını ve ebeveyn-ergen ilişkisindeki klişeleri irdeleyen bir yol izledi. Bu seri için söylenen bir eleştiriyi dile getireyim; mesela bana “keşke gerçek hayatı yazsaydınız” diyenler oldu. Elbette edebiyat gerçek hayatın acı, travmatik, yıkıcı taraflarını da ele alır ve sanatın akla ve kalbe aynı anda dokunabilen incelikli  üslubuyla topluma sunar. Ancak ben gençler için yazdığım kitaplarda bu yol yerine daha sıradan, aslında sorun sayılmayan ufak olayları ele aldım. Bunun sebebinin gençler için yazdıklarıma başka bir misyon yüklememdir. Çünkü edebiyat aracılığıyla insanlara, özellikle gençlere hayattan çıkarıp düzeltmemiz gereken yanlışları anlatırken, çıkardıklarımızın yerine koyabileceğimiz güzel şeyleri de anlatmak, önermek, tarif etmek gerektiğine inanıyorum.

Değişik türlerde yazdım. Fantastik, dram, bilimkurgu, korku… Genel olarak çok keskin ve değişmeyen bir üslupla, kendime ait belli kalıpları özellikle terk etmeyerek edebiyat yaptığım için, aynı türde örnekler vermeyi kendimi tekrarlamak gibi gördüm. Hep farklı türlerde ama vazgeçmediğim anlatım diliyle romanlar yazmayı belki en çok bu sebeple tercih ettim. Yine bu sebeple ben baştan beri hiç; “korku romanları yazarı, cinayet romanları yazarı, aşk romanları yazarı” gibi net bir isimlendirmeyle anılmadım.

Roman, benim için diğer türlerden oldukça açık arayla önde hatta yukarıdadır. Romanı şekillendirmekte ise genellikle okur olarak da tercih ettiğim 19.yy. edebiyatını oluşturmuş akımların tavrını kullanırım. Modern ve postmodern edebiyatı önemseyerek takip etmekle birlikte; yazar olarak da okuyucu olarak da kendime yakın bulmam. Tasvirlerimde birebir atmosferi kurabilmek için realizmi tercih ederim. Ancak romanlarımda belirgin biçimde romantizm akımının yükseliş ve alçalışları, karakter kaderlerini belirleyiş ve olay izah edişleri kendini göstermektedir.

Romanda benim için ilk adım daima karakterlerin oluşturulmasıdır. Bazı yazarlar olay odaklı yazarlar, bazıları belli bir mekân üzerine. Benim içinse karakter yoksa roman da yoktur ve karakter her şeyiyle elle tutulacak, gözle görülecek şekle dönüştüyse artık roman için gerekli her şey de var olmuştur. Bir karakteri, okurun da aynı inançla göreceği, hissedeceği biçimde yazabilmişsem artık o romanda hangi mekânın nasıl anlatılacağı, hangi olayların gerçekleşeceği hem bir bakıma önemsizdir hem de aslında aşağı yukarı bellidir. Çünkü her şeyiyle, karakteri, tercihleri, tepkileri, duruşu, zaafları ve kuvvetli yönleri, yönelişleri ve kaçışlarıyla bir karakter, içinde bulunacağı mekânı da kendisiyle birlikte var etmiş, olaylar karşısında yürüyeceği yolu da belirlemiş olur. Artık okurun ve benim yürekten inandığımız karakter bütün bir roman boyu bir kanepede oturup düşünse de, fantastik bir olayın içinde çılgınca sürüklense de okuyucu için amaç sadece o karakteri takip etmek ve romanın içinde onun peşine düşmektir.

Bir romanda tasvir, atmosferi, dolayısıyla anlatılan hikâyeyi, yani romanın kendisini gerçek hale getiren en önemli unsurdur. Bu tasvirlerin bazı romanlarda en başta detaylı biçimde yapılıp okuyucunun adeta bilgilendirildiğini, sonrasında sadece olay akışına yer verildiğini görürüz. Bu benim okuyucu olarak da yazar olarak da uzak bulduğum yoldur. Nasıl yüzünü ezbere bildiğimiz yakın bir dostumuzla konuşurken onu her seferinde yine görmek, yüzüne bakmak, beden dilini okumak istersek; karakterleri de özelliklerini romanın her sahnesinde tekrar tekrar tartmak hatta o yüzde, o saçta, o mimiklerde aradığımızı, tahmin ettiğimizi bulduğumuzdan emin olmak isteriz. Ben bunun için tasvir unsurlarını birer leitmotif gibi kullanırım. Elbette bunlar, karakterleri ilk kez okura tanıttığım baş kısımlarda daha detaylı, sonraları daha kestirmedir. Romanın aşağı yukarı yüzüncü sayfasından sonra artık okuyucuyla birbirimizi kestirmeden anlayan iki arkadaş haline geliriz. Karakterler hakkında aramızda detayları belirlemek için tek kelime de yeter. Hatta aynı anda aynı şeyleri tahmin edebilen bir ortaklık kurarız. Okuyucu, hem yazar için hem de artık çok iyi tanıdığı karakterler için bu hisse sahip olduğunda, romana karşı aidiyet de hisseder. Bu sebeple tasvirlerde karakterin sadece fiziki özelliklerini değil, nasıl baktığını, gülerken alaycı mı hüzünlü mü olduğunu, dudağını nasıl büktüğünü, neden birden ve hiçbir şey söylemeden çekip gittiğini tarif etmeye de gayret ederim.

İnsanın yaşadığı şehrin, onun yazılarına aksetmemesi hatta ta içine dek sızmaması bana göre mümkün değildir. Çünkü daima çevreden besleniriz. Gözlem, romanların en büyük verilerini oluşturur. Hayal ürünü hatta fantastik kurgular tercih etsek bile anlattığımız şey insanın kendisidir… ve bu, antik çağdan beri değişmeyen hikayedir aslında. Romanların geçtiği yer ve zamanlar değişik olabilir, fantastik ülkeler, bilimkurguya müsait apokaliptik dönemler, tam da günümüzdeki modern metropoller yahut zamansız köy ve kasabalar olabilir. Bu seçimler, romanın türünü de belirler. Ama seçilen hangisi olursa olsun hepsi sadece bir fondur, bir tür dekor. Önde asıl hikâye, insanın hep aynı yollardan geçen kendisi bütün çarpıcılığıyla durur. İnsan, dostluğu, aşkı, fedakârlığı, ihaneti, yenilgisi, savaşması, merhameti, sadakatiyle esas unsurdur. Bu yüzden ne yazarsak yazalım anlattığımız şey aslında temelde hep aynıdır.

Bu noktadan hareketle yaşadığım şehirde gördüklerim bir açıdan belki bütün Anadolu şehirlerinde görebileceklerim, bütün diğer şehirlerde okuyucunun karşılaşacakları detaylarla aynıdır. Bu yüzden beslenme alanım, kendi yaşam alanım olsa da; anlattığım yer bütün ülke, bazı açılardan bütün dünyadır. Bazı romanlarımdaki karakterler için “şu falanca hanım mıdır, anlattığınız kişi şurada mı oturuyor?” gibi tahminler yürütülmüştür. Oysa bunlar sadece her okurun kendi bildiği ve hayata baktığında herkesle aynı anda gördüğü benzer figürlerdir, o kadar.

Manisa, aidiyet hissettiğim, aynı zamanda sahiplik hislerimin de karşılığı olan şehirdir. Baktığım binalarında kendi çocukluğumda gördüğümü görür, sokaklarında yürürken başımı kaldırdığımda Spil Dağı’yla yüz yüze olacağımı bilirim. Bu, tanıdıklık ve emniyet olduğu kadar derinden anlamayı da beraberinde getirir. Bazen yolda yürürken karşılaştığım yabancı bir insanla bir anlığına göz göze gelirim. Hüzün görürüm, keder, telaş, sevinç ya da heyecan. Bir daha karşılaşmamak, hiç tanışmamak üzere yan yana geçip gideriz. Bu anlar, benim biriktirdiklerimdir. Mutlaka romanların içine sızar, karakterlerden birinin bir parçasını oluştururlar.

Genelde tanıdığım insanları alıp doğruca yazmam. Ama kendimi hayatın etkilerine açık tutarım. Etkilendiğim insanların romana ve bana sirayet etmelerine izin veririm. Edebiyat, etkilenme sanatıdır der Vedia Altıok. Onun adını verdiğim roman kahramanımı yazmak belki de bildiğim birini doğruca yazmaya en yaklaştığım örnek olmuştur. Manisa’da geçen Spil Dağı’ndaki depremleri ve jeolojik olayları konu alan Kıyametle Savaşanlar romanımda, dolaylı otoritesi ve sarsıcı tesiri olan bir dekan karakteri yazmak istemiştim. Vedia Hocahanım, lise hayatımda görür görmez etkilendiğim, geniş kitleler üzerinde müthiş bir iz bırakan Manisa Lisesi’nin efsanevi edebiyat öğretmeni idi. Onun sadece benim değil, öğrencilerin ve öğretmenlerin üzerinde hep aynı hayranlık ve çekinceyi birlikte ve asla planlamadan yaratmış oluşu, yazmak istediğim muktedir dekan karakterine muazzam bir güç verecekti. Vedia Altıok Hocahanım’ın adını vermezsem o karakteri yazamayacakmışım gibi geldi, dekan Vedia Münevvergil karakterini öyle kaleme aldım.

Romanlarda dil ve üslupta genel olarak klasik tercihleri olan biriyim. Hikâyeyi eksiksiz ve en estetik haliyle, kallavi, unsurları yerli yerinde ve ses ahengi ihmal edilmemiş cümlelerle anlatmayı severim. Okuyucu olarak da bunu ararım. Bu bakımdan yine 19.yy. romanlarındaki baskın yazar motifini tanımlamak için kullanılan “Tanrı yazar” kavramına uygun bir anlatıcı haline dönüştüğüm söylenir. Bu sık sık editörlerim tarafından da eleştiri olarak gündeme getirilmiştir. Ancak ben, bütün detayları, okurun tercihine bırakmadan sağlam ve eksiksiz olarak okuyucuya sunmayı yazarın tahakkümü değil, görevi olarak algılarım. O yüzden modern edebiyatta uzun yıllardır verilen pek çok eserde de yapıldığı gibi okuyucuyu interaktif olarak romana dâhil eden ve ona alternatif sonlar hazırlatan hatta romanın sonunu onun belirlemesi için muallâkta bırakan kurguları daima kendime uzak bulurum.

Edebiyatta yeni yollar ve görüşler için fırsatlar yaratılmalı ve sanat, daha ileriye taşınmalıdır. Ancak bunu yaparken elde edilmiş doğruları feda etmemek gerektiğine inanırım. Bu açıdan eski anlatım biçimlerinin kendilerine has güzelliklerini kaybetmeden yeni tarz metinlerde avangart biçimlerde kullanılması, edebiyatın geçmişiyle geleceğiyle harmanlanmasını heyecan verici bulurum. Ancak sanatın her dalı için düşündüğüm gibi edebiyatın da estetik ve sanat yapma kaygısından uzaklaşmadan hatta bunu ilk sıraya koyarak kendini oluşturması gerektiğine inanırım.

Deniz Erbulak

Ocak 2018, Manisa

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum