BATILILAŞMANIN TÜRKİYE EKONOMİSİNE TARİHSEL YANSIMALARI - Hüseyin ALPASLAN

BATILILAŞMANIN TÜRKİYE EKONOMİSİNE TARİHSEL YANSIMALARI - Hüseyin ALPASLAN
07 Haziran 2020 - 20:54 - Güncelleme: 07 Haziran 2020 - 21:03

BATILILAŞMANIN TÜRKİYE EKONOMİSİNE TARİHSEL YANSIMALARI

Osmanlı İmparatorluğu Bizans’ın fethi ile beraber ekonomisini Bizans’ın ticari yapısını özümseyerek canlandırmıştır. Bu ticari yapıda esas olan; özellikle Ceneviz ve Venedik’in denizcilik ve ticaretteki üstünlük ve tecrübelerinden istifade etmektir. Onlara tanınan imtiyazlarla ticaretin Osmanlı şehirlerinde yapılmasından kaynaklanan geliri ve ticaret payını almak amaçlanmıştır. Ancak, Osmanlı Devleti’nin en güçlü döneminde bile genişleyen topraklarda kıymetli değişim araçlarının piyasada yeteri kadar olmamasından kaynaklanan sorunlar olmuştur.

Osmanlı Devleti, Mısır ve Akdeniz’de hakimiyet kurarak Hindistan yolunu kontrol altına almasının ekonomik avantajlarını, 15’nci yüzyıldan itibaren Avrupa’nın, Afrika’nın güneyinden geçerek Hindistan’a ulaşması ve Coğrafi Keşiflerin gerçekleşmesi ile kaybetmeye başlamıştır.

19’uncu yüzyılın başlarına gelindiğinde, dünya piyasalarında yaşanan hızlı ilerlemeler, değişen ekonomik tercihler; Osmanlı ekonomisinin ve geleneksel Osmanlı yönetim sisteminin zamanla zayıflayıp yozlaşmasına yol açmıştır. Avrupa’da yeni sistem değişikliği ve kültürel aydınlanma ile beraber bilim ve sanayide köklü değişimler yaşanırken Osmanlı Devleti bunların gerisinde kalmıştır[1].

Osmanlı Devleti; daha 1800’lü yılların başında askeri ve ekonomik alanda zafiyetlerinin farkına varmıştır. Ancak kendilerini değişim yapamayacak kadar maddi imkansızlık içerisinde bulmuşlardır. Askeri alanda, ekonomi ve yönetim sisteminde meydana gelen zayıflama; Fransız ihtilalinin milliyetçilik fikirlerinin de bu dönemde yayılmaya başlaması ile birleşince beraberinde içeride de ayrışmaya ve kargaşaya sebebiyet vermiştir. Avrupa’nın beş yüz senede kazandığı değişimi ani bir hızla kazanma isteği; batılılaşma sürecinin başlamasını sağlamış olsa da ülkenin yarı sömürge hale gelmesine sebep olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu, 1830 yılında ABD ile “Ticaret ve Seyrüsefer”, 1838 yılında İngiltere ile “Balta Limanı” Antlaşmalarını imzaladıktan sonra, 1839 yılında ilan ettiği Tanzimat Fermanı ile yabancı ülkelerin güdümüne girme yolunda ilk adımlarını atmıştır[2]. 19’uncu yüzyılda ekonomik güçsüzlüğün zafiyetinden yararlanan yabancı devletlerin baskılarıyla Anadolu insanının kaderini belirleyen yeni siyasal ve sosyal düzenlemeler yapılmıştır. Bu düzenlemeler ile Hristiyan halkları arasında milliyetçilik akımı ve özellikle Balkanlar’da Rusya’nın emperyalist genişlemesi artmıştır.

1838 yılında yapılan Balta Limanı Antlaşması ile İngilizler Osmanlı pazarında sanayi ürünlerini çok az gümrük vergisi ödeyerek serbestçe satıyorlardı. Osmanlı pazarından kazanılan yüksek kazançlar karşılığında Osmanlı Devleti’nin varlığını sürdürmesi İngiltere için önemliydi. Rusya, Osmanlı ülkesi üzerinde çıkarlar elde etmek için çabalıyor, ancak karşısında güçlü İngiltere’yi buluyordu. Bu durum Kırım Savaşı’nda ve 93 Harbinde kendini gösterecek ve İngiltere ile Fransa, Kırım Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ni ilk kez borçlandırarak savaşı kendi lehlerine çevireceklerdir. 93 Harbi de denilen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda ise Rusların Yeşilköy’e kadar gelmesinden sonra devreye girecek olan İngiltere, Osmanlı Devleti’nin güç durumunu kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirerek, Rusları engelleme karşılığında Kıbrıs’ın hakimiyetini ele geçirecektir.

Osmanlı Devleti, Kırım Savaşı’nda bütçenin boşalması üzerine, tarihinde ilk kez 1854 yılında Mısır’ın gelirlerini İngiltere ve Fransa’ya ipotek ederek Yahudi bankerlerden borç almıştır[3]. 1874 yılına gelindiğinde Osmanlı dış borcu toplam 231.473.000 Osmanlı lirası olmuştur[4]. 1875 yılında devletin yıllık gelirlerinin toplamı, o yılın borç taksitini ödeyemez hale gelmiştir. Sultan Abdülaziz’in Avrupa’da yeni borç bulma uğraşıları bir sonuç vermemiş ve Padişah yüzünü Rusya’ya çevirmiştir.

Osmanlı Devleti, borçların ödenemez bir hal alması üzerine, İngiliz Büyükelçisine borçlarını yarı yarıya indirme veya erteleme tekliflerini sunarak alacaklı devletlerin merhametlerine sığınmış ve tekliflerinin kabul edilmemesi halinde bu durumun Osmanlı Devleti’ni Rusya’ya yanaştıracağı hususunda bilgi verilmiştir.

6 Ekim 1875 tarihinde Sadrazam Mahmud Nedim Paşa tarafından yabancı ülkelerin elçiliklerine sunulan ve 30 Ekim 1875 tarihinde Sultan Abdülaziz tarafından onaylanan “Ramazan Kararnamesi” ile “İflas edildiği, bütçe açığının 5 milyon lirayı aştığı, iç ve dış borçların faiz ve bedellerinin 5 yıl içerisinde yarısının ödeneceği” duyurulmuştur[5].

II. Abdülhamid, 1876 yılında tahta çıktığında Osmanlı Devleti vatandaşlarının yaşam düzeyini Avrupa düzeyine çıkarmak ve borçlardan kurtulmak amacıyla, İmparatorluk sınırlarında bulunan yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yabancıların işletmesine vererek gelir elde etmeyi amaçlıyordu. Ancak 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı ile kaybedilen topraklar ve artan borçlar nedeniyle alacaklı ülkeler 1881 yılında İstanbul’da Borçlar İdaresini kuracaklardır. Borçlar İdaresi halkın devlete vereceği vergilerin bir bölümüne doğrudan el koyacaktır.

İngiltere’de, Liberal Parti Lideri William Ewart Gladstone’nin 1880 yılında Başbakan olmasından sonra değişen İngiliz siyaseti ile beraber; Gladstone’nin Rusya ve Fransa ile birlikte Osmanlı Devleti’ni parçalama politikalarına karşı II. Abdülhamid yeni dış çözümler arayarak Almanya ve Japonya’ya yönelmiştir.

Alman İmparatoru II.Wilhelm tahta çıkışından bir yıl sonra İstanbul’a gelmiştir. II. Abdülhamid’le yaptığı görüşmelerde; Alman sermayesinin Osmanlı topraklarında faaliyet göstermesi ve Kudüs’te Lutheren Alman Kilisesi yapılması üzerinde anlaşmışlardır. II.Wilhelm’in kutsal yerleri görmek isteği ile Hristiyan ve Müslüman hamiliğine soyunmasının ardında yatan gizli emelleri vardı. Osmanlı tarihi üzerine eserler yazan Alman yazar Lothar Rathmann, II.Wilhelm’in amacını şöyle anlatmıştır, “Almanya’nın Yakın Doğu’daki etkinliğini Avrupalı hasımların aleyhine genişletmek ve Osmanlı İmparatorluğu’nu Alman emperyalizminin yarı sömürgelerinden biri durumuna dönüştürme süresini hızlandırmaktır”[6].

***

20’nci yüzyılın başlarında Balkanlar’da süren ayrılıkçı hareketler devam ederken, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Osmanlı topraklarını paylaşma planlarını zirveye çıkardığı 1908 yılına kadar gelinmiştir. 1908 yılında İngiltere ve Rusya’nın Reval’de Osmanlı topraklarını paylaşmak için yaptıkları gizli anlaşma Jön Türkleri ayaklandırmıştır. II. Abdülhamid’in ayaklanmalar ve baskılar karşısında çaresiz kalmasıyla 24 Temmuz 1908 yılında II. Meşrutiyet ilan edilmiştir. 13 Nisan 1909 yılında patlak veren 31 Mart olayının ardından 27 Nisan 1909 günü II. Abdülhamid tahttan indirilmiştir.

İttihat ve Terakki Cemiyeti, II. Meşrutiyet sonrasında kapitülasyonlara karşı muhalefetini açıkça ifade etmeye, tek taraflı ve Osmanlı aleyhine süren ayrıcalıkların kaldırılması konusunda çaba sarf etmeye başlamıştır. 1909 yılından itibaren ülke yönetimde tek söz sahibi olan İttihat ve Terakki yönetenleri; ilk başlarda İngiliz ve Fransızlarla yakınlaşarak ticari anlaşmalar yapmak ve borç almak istemişlerdir. Ancak, Osmanlı Devleti’ni paylaşma düşünceleri olan ve Rusya’yı küstürmek istemeyen İngiltere ve Fransa anlaşmaya yanaşmadıkları gibi düşmanca tutumlarını devam ettirmişlerdir

Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’nın ilk aylarında, savaşan iki bloktaki Avrupalı Devletlerle ittifak yapma girişimlerinde bulunmuştur. Özellikle savaşın başladığı günlerden itibaren İttihat ve Terakki’nin önde gelen bazı üyeleri görevlendirilerek İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya ile gizli görüşmelere yapılmıştır. Bu görüşmeler sırasında en önemli konulardan biri kapitülasyonların kaldırılması olmuştur. İttihat ve Terakki hükümeti bu görüşmelerde hem 1908'den bu yana amaçladığı “ekonomik anlamda bağımsızlık” hedefine ulaşma fırsatı bulabileceğini hem de Trablusgarp ve Balkan Savaşları’ndan yorgun ve iflasın eşiğinde çıkan Osmanlı Devleti’ne mali ve askeri yardım alabileceğini düşünmüştür.

11 Kasım 1914 tarihinde Birinci Dünya Savaşı’na resmi olarak giren Osmanlı Devleti, Anlaşma Devletleri (Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan) ittifakına dahil olmuştur. Savaşa girmeden hemen önce Osmanlı Hükümeti; 5 Eylül 1914 tarihli Bakanlar Kurulu toplantısında iktisadi ve adli tüm kapitülasyonların kaldırılmasına karar verildiğini yabancı devletlerin Büyükelçilik ve temsilciliklerine bildirmiştir[7].

Osmanlı Devleti’nin karar vericileri, Almanların söylemleri ve propagandalarına güvenerek savaşın uzun sürmeyeceğine inanıyorlar ve savaşın sonucunun Almanlar tarafından belirleneceğini düşünüyorlardı. Anadolu’da yollar yetersiz halde, malzeme taşıyacak araç yok denecek kadar az, savaş sanayisine ait araç ve gereç hemen hemen hiç bulunmaz  bir durumda iken savaşa girilmiştir. Ülkenin bütün ekonomik kaynakları ile tarım ürünleri olduğu gibi savaş için seferber edilmiştir.

Savaş tahmin ve beklenenin aksine uzamış ve Anlaşma Devletleri’nin savaşı kaybetmesi ile Osmanlı Devleti’nde büyük bir ekonomik yıkım meydana gelmiştir. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın ardından, İşgal Devletleri İngiltere, Fransa, İtalya ve sonradan Yunanistan tarafından, savaşta her yönüyle perişan hale gelmiş olan Anadolu işgal edilmiştir. Ancak işgale başkaldıran Anadolu’nun yurtseverleri tüm olumsuz koşullara ve ekonomik zorluklara rağmen Mustafa Kemal Paşa önderliğinde, Türk’ün hangi şartlarda olursa olsun “tutsak edilmeyeceğini”, kahramanca kazandıkları Ulusal Kurtuluş Savaşı ile dünyaya ilan etmişlerdir.

***

Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber, siyasi bağımsızlığın ekonomik bağımsızlıkla güçlendirilmesi hedef alınmıştır. İzmir’de yapılan İktisat kongresinde; devletin ekonomiyi özendirici ve düzenleyici olarak etkili olması kararlaştırılmıştır. Tarım ve sanayi sektörlerinin gelişimi desteklenmiştir. Bu amaçla 1925 yılında Aşar vergisi kaldırılmış, Ziraat Bankası aracılığıyla çiftçilere kredi olanağı sağlanmıştır. 1927 yılında ise Sanayi Teşvik Kanunu ve Gümrük Kanunu çıkarılmıştır.

1929 yılında bütün dünyayı sarsan ekonomik bunalım nedeniyle tüm dünyada olduğu gibi Keynesyen ekonominin temel ilkelerini benimseyen Devletçilik politikası uygulanmıştır.

1933 yılında Sümerbank kurulmuştur. 1933-1937 yılları arasında Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı, 1938 – 1942 yılları arasında da II. Beş Yıllık Sanayi Planları yapılmıştır.

İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı 2’nci Dünya Savaşı’nda kesintiye uğramıştır. Kalkınma Planının yerini savaş ekonomisi almıştır. Savaşın bitimi ile ABD ile yapılan anlaşmalar neticesinde liberal ekonomiyi esas alan plan ve programlar uygulanmıştır.

1950 yılında yapılan seçimlerinden sonra Demokrat Parti iktidarı ile liberal ekonomiye hız verilmiştir. Ekonomide devletin etkisi azaltılmıştır. Karayolları, liman, enerji üretimi ve sulama amaçlı projeler hayata geçirilmiştir. Tarımda önemli gelişmeler sağlanırken, sanayi yeterince gelişmemiştir.

Türkiye’de 1960’tan sonra ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın hızlandırılması amacıyla planlı kalkınma uygulanması benimsenmiştir. Bu amaçla 1960’ta Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kurulmuştur. Beş yıllık kalkınma planları en son 2007-2013 yıllarını kapsayacak şekilde hazırlanmıştır.

24 Ocak 1980 kararları ile devletin ekonomiye müdahalesi azaltılmıştır. 1983 yılından itibaren dışa açılma süreci başlamış, ekonomi uluslararası sermayenin ve küresel güçlerin faaliyetlerine açık hale gelmiştir. 1983 yılından bu tarafa serbest piyasa ekonomisi ile beraber devletin sırtında kambur gibi görülen Kamu İktisadi Teşekkülleri özelleştirilmiştir. Serbest girişim cesaretlendirilmiş, uluslararası sermayenin ülkeye yatırımı teşvik edilmiştir.

Uzmanlarca, Türkiye’nin ve batılı ülkelerin hala sürdürdükleri neoliberal ekonomik politikalarını 2020 yılında meydana gelen küresel salgından sonra yeniden masaya yatırabileceği değerlendirilmektedir. Türkiye bu süreçte izlediği ekonomik modelin benzerliğine rağmen; halkının sağduyusuyla devlet organı refleksini batılı ülkelerden daha farklı bir şekilde ortaya koymuştur. Türkiye, Türk Milletinin Devlet-Millet beraberliğini esas alan kadim yapısının avantajlarıyla hareket etmiştir.

Sonuç;

Özellikle 19’uncu yüzyılın başlarında başlatılan batılılaşma süreci; bir süre sonra Osmanlı Devleti’ni yarı sömürge duruma getirmiştir. Özgürlük ve Demokrasi kavramlarını dar çerçevede özümseyebilen İstanbul’un refahında Anadolu’yu aşağılayan Batı hayranı aydınlarımız ekonomik tutsaklığa giden gerçeğe karşı kör ve sağır olmuşlardır.

Cumhuriyet döneminde, Atatürk’ün önderliğinde milli kurumlara verilen önem ve işlerlik onun ölümünden sonra tekrar Tanzimatçı batılı hayranlığına dönüşerek, yeniden “batı olmadan bir şey yapılamaz” anlayışı yer etmiştir.

Anadolu’nun kutsal topraklarında, tarihi şuurla, batıya teslim olmadan, Atatürk ilkeleri ve devrimlerini iyi tahlil ederek, bu köklü ve asil milleti bilinçlendirerek, izlenecek milli ve yerli ekonomik politikalarla gerçek anlamda bağımsızlığımızı elde etmemiz mümkündür.

Sağlıcakla kalın…

Hüseyin ALPASLAN

Tarihçi- Yazar

[email protected]

KAYNAK:

[1] Justin McCARTHY; “Ölüm ve Sürgün” (Çev. Fatma SARIKAYA), s.5, Türk Tarih Kurumu, 2018, Ankara.

[2] Cengiz ÖZAKINCI; “Türkiye’nin Siyasi İntiharı, Yeni-Osmanlı Tuzağı”, s.19 Otopsi Yayınları, 2005, İstanbul.

[3] Cengiz ÖZAKINCI; “Türkiye’nin Siyasi İntiharı, Yeni-Osmanlı Tuzağı” s.55

[4] Hüseyin Perviz PUR;” Türkiye’nin Borç Prangası”, s.253-254, Otopsi Yayınları, 2006, İstanbul.

[5] Cengiz ÖZAKINCI; “Türkiye’nin Siyasi İntiharı, Yeni-Osmanlı Tuzağı” s.86.

[6] Lothar RATHMANN; “Alman Emperyalizminin Türkiye’ye Girişi”, ss.87-89, Belge Yayınları, 2001, İstanbul.

[7] Liman Von SANDERS; “Türkiye’de Beş Yıl” (Çev. M.Şevki YAZGAN), s.184, Burçak Yayınevi, 1968, İstanbul.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum