Beşir Ayvazoğlu: Lale, Lale Devri ve Laleciler

RENK RENK SÜMBÜLLERLE ZENGİNLEŞTİRİLMİŞ LALE TARHLARININ, AĞAÇLARIN VE GÖLETLERİN ARASINDA ŞAİR NEDİM’İ DÜŞÜNMEYEN, ÖZELLİKLE KIRMIZI LALE TARHLARININ ATEŞİNDE NEDİM’İN ŞİİRİNİ KEŞFETMEYEN, MAZMUNLARININ SIRRINI ÇÖZEMEYEN KÜLTÜRLÜ BİR TÜRK DÜŞÜNÜLEBİLİR Mİ?

Beşir Ayvazoğlu: Lale, Lale Devri ve Laleciler
13 Haziran 2018 - 10:15

Hollanda’da muhteşem lale bahçelerini gezerken kendimi Lale Devri’nde hissetmiştim. Ben, başlarını hançer gibi
yapraklarının arasından masalsı bir mahluk edasıyla uzatıp işveler gösteren Hollanda lalelerinde atalarımın zevk dünyalarına dair ipuçları yakaladım. Mümkün olsaydı, bu Felemenk lalezarlarından hiç çıkmazdım.

Bundan 450 yıl önce Avrupa’ya doğru heyecanlı bir yolculuğa çıkan lale, Türkistan bozkırlarında yabani bir çiçek olarak uç verip Bulgar Türkleriyle İdil boyuna, Timuroğulları ile Hind’e, Selçuklularla İran ve Anadolu’ya gelmişti. Alman elçisi olmakla beraber Hollanda’yı da temsil eden Ogier Ghislain de Busbeck, 1554 yılında geldiği İstanbul’dan Avusturya’da yaşayan dostu Carolus Clusius’a gönderdiği lale soğanlarının dokularında Türkistan bozkırlarının havası, suyu ve toprağı vardı. Bir süre sonra Hollanda’ya giderek Leiden Üniversitesi’nde göreve başlayan Clusius, bu ülkelerde laleyi ilk yetiştiren ve lale endüstrisini kuran kişi oldu.

Avrupa’da lale merakının daha önce başladığına dair kayıtlar da var. B. Belon adlı bir Fransız hekimi 1549’da çıktığı Yakın Doğu gezisi sırasında İstanbul’a da uğramış ve hatıratında “kırmızı zambak” diye zikrettiği lale çiçeğinin soğanlarından edinmek için birçok yabancının gemilerle İstanbul’a geldiğinden söz etmiştir. Laleyi Avrupa’da meşhur ettiğini iddia eden Conrad Gesner de bu çiçeği ilk defa 1559 yılında, Ausburg’da, ender egzotikler koleksiyonuyla şöhret kazanan Nerwart’ın bahçesinde gördüğünü, ona da soğanların İstanbul’daki bir dostu tarafından gönderildiğini söyler.

Kısacası, lale Avrupa’ya 16. yüzyılın ortalarında İstanbul’dan gitmiş, Türkçe “tülbent”ten bozma “tulip” adıyla, özellikle Hollanda ve Almanya’da aranan bir meta haline gelmişti. 17. asrın başlarında zengin bir adamın lale koleksiyonunun bulunmaması zevksizliğinin bir göstergesi olarak kabul edilirdi. Lale merakı bir ara kelimenin tam manasıyla çılgınlık (lale deliliği, “tulipo manie”) haline geldi. Zenginler büyük paralar ödeyerek sahip oldukları nadir lale soğanlarıyla övünüyorlardı. Bir lale soğanına bütün servetini yatıranlar bile vardı. 1636 yılında nadir türlere talep birden artmış ve bunların satışlarını gerçekleştirmek üzere Amsterdam, Rotterdam ve Leiden gibi şehirlerdeki borsalarda düzenli pazarlar kurulmuştu. İş zamanla o noktaya vardı ki, bazı tüccarlar, her türlü yola başvurarak fiyatlarda dalgalanmalar meydana getirerek aşırı kazançlar elde etmeye başladılar. “Tulipomanie” bütün toplumu bulaşıcı bir hastalık gibi sarmıştı.

Ne var ki çılgınlığın sonuna kadar böyle devam etmeyeceğini anlayan bazı tüccarlar, birden tavır değiştirerek yeni soğanlar almadıkları gibi, ellerindekilerini de yüksek fiyatlarla satmaya başlayınca işin rengi değişti ve başlayan büyük panik sonucunda lale zengini birçok büyük tüccar birden yoksullaşıverdi; çılgınlık sona ermişti. 16. yüzyılda lale sevgisini Avrupa’ya ihraç eden Türkiye’de ise bu sevgi artarak devam ediyordu.

Lalenin ve lale kültürünün Anadolu’ya Türklerle birlikte geldiği kesindir. Roma ve Bizans’ın nedense hiç ilgilenmediği bu çiçek, 13. yüzyıldan itibaren stilize edilmiş olarak Selçuklu tezyinatında, yazma kitap ve kaplarında görülmeye başlar; şiirde ise 14. yüzyılda uç verir. 15. yüzyıl da en önemli sembollerden biri haline gelen lale, renginden dolayı, kan, mum, şarap, yanak, yara gibi unsurların; şeklinden dolayı da genellikle kadehin benzetilenidir.

Klasik şiirde 16. yüzyıla kadar sözü edilen laleler şüphesiz yabani türlerdi. Yabaniliğinden, yani dağlarda, kırlarda yetişiyor olmasından dolayı “taşralı” sayılan lale, utangaç, usul erkân bilmez bir çiçek olarak zikredilirdi. 15. yüzyıl şairlerinden Necati Bey, bir gazelinde lalenin bahçeye taşradan geldiği için zavallı ve çaresiz göründüğünü, bu yüzden diğer çiçekler tarafından gül devri sohbetine alınmadığını söylemiştir. Dindarlar ve tabiata sufiyane bir heyecanla bakanlarsa lalede İsm-i Celâl’i okurlardı. Mîyârü’l-Ezhar adlı bir de eseri bulunan Tabib Mehmed Aşkî Efendi’ye göre, lale rütbesinin yüksekliğini, “cevâhir-i hurûf”la, yani Allah lafzındaki harflerle yazılmasına borçluydu.

Başta İstanbul olmak üzere, bütün önemli Osmanlı şehirlerinde sadece lale değil; sümbül, gül, karanfil ve zerrin gibi çiçeklerin de çok sayıda meraklısı vardı. Osmanlı kültürünün klasik ölçülerini bulduğu 16. yüzyıl İstanbul’unda bahçe ve çiçek zevki bütün halka sirayet etmişti. İkinci Selim devrinden itibaren saray bahçeleri için imparatorluğun çeşitli bölgelerinden lale ve sümbül soğanları ısmarlandığını gösteren fermanlar vardır. Saray dışından meraklılar da bir yolunu bulup yeni türler elde etmek için çeşitli yerlerden soğanlar getirtiyorlardı. Çiçek artık günlük hayatın vazgeçilmez bir parçasıydı; zarifler, Nedim’in ünlü bir gazelinde ifade ettiği gibi destarlarına birer gül iliştirir, sübyan mekteplerinde okuyan çocuklar her sabah hocalarına küçük çiçek demetleri götürür, hasta dostlara zarif çiçek şişeleri içinde karanfil, gül, zerrin, yahut lale gönderilerek halleri hatırları sorulurdu. Bahçesiz fukara evlerinin bile pencerelerinde gül, sardunya, karanfil, küpe çiçeği, fesleğen saksıları eksik olmazdı. Bu zevk zamanla başlı başına bir sanat haline geldi. Nitekim 17. asırda Terbiye-i Riyaz u Ezhar ve Tenmiye-i Hadayik u Eşcar amacıyla bir cemiyetin kurulmasına ve çiçekçibaşılık makamının ihdasına ihtiyaç hissedildiği Sultan İbrahim’in bir fermanından anlaşılmaktadır. Hem cemiyetin başına hem de çiçekçibaşılığa getirilen Mesnevi şârihi Sarı Abdullah Efendi bahçe ve tohum sahipleriyle çiçekçi esnafının problemlerini, anlaşmazlıklarını vb. çözmekle görevlendirilmişti.

Sultan İbrahim’den sonra tahta geçen Dördüncü Mehmed devrinde de Meclis-i Şükûfe adı verilen bir çiçek araştırma enstitüsü kuruldu ve başına Solakzâde Çelebi getirildi. Bu enstitünün görevi, incelenmek üzere gönderilen laleleri renkleri, şekilleri, yaprakları ve benzerleri arasındaki yeri açısından değerlendirmek, varsa kusurlarını göstermekti. Çiçek kâseleri ve şişeleri arasında yapılan hararetli tartışmalar sonunda incelenen çiçeğin Baş Güzide, Orta Güzide veya Serfirâz olduğuna karar verilir, kusursuz laleler de tumturaklı isimlerle kayda geçirilirdi. Böyle yüzlerce laleye akla hayâle gelmedik isimler verilmişti: Berk-i rânâ, dürr-i yektâ, feyz-i seher, gül-i ruhsâr, sîm-endâm, nev-peydâ vb. Dördüncü Mehmed’in musahiplerinden Mevlevî-Halvetî Fennî Mehmed Dede de şairliğinin ve bestekârlığının yanı sıra, yaman bir çiçek meraklısıydı ve en büyük zevklerinden biri yeni türler yetiştirip la’l-i bedahşî, kavs-i kuzah, ferah-bahş gibi şiirli adlar vermek ve her birini bir kıt’ayla ebedîleştirmekti. Bu kıt’alarını topladığı esere Tuhfetü’l-ihvan adını vermişti.

Fennî Mehmed Dede öldüğünde Osmanlı tahtında beş yıldır Üçüncü Ahmed oturuyordu, fakat Lale Devri henüz başlamamıştı. Dördüncü Mehmed’in Emetullah Gülnuş Sultan’dan oğlu olan Üçüncü Ahmed, 1718 yılında Pasarofça Anlaşması imzalandıktan sonra, kendisine bu anlaşmayı telkin eden damadı Nevşehirli İbrahim Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. Savaştan nefret, barışseverlik ve eğlenceye düşkünlük bakımından padişahla sadrazamının mizaçları birbirine çok benziyordu. Babasının hükümdarlığı sırasında eğlencelerin, şenliklerin en ihtişamlılarını tadan, sanat, çiçek ve bahçe zevki edinen Üçüncü Ahmed, kendini damadının zarif ellerine bıraktı. Böylece Lale Devri başlamış ve İstanbul’da öteden beri var olan lale merakı, hiçbir zaman “tulipomanie” derecesine varmasa da, epeyi yaygınlaşmış ve abartılmıştı.

Lale Devri, imar ve ıslahat faaliyetlerinin başlatıldığı, kapıların Avrupa kültürüne aralandığı devir oldu. İlk matbaa bu devirde açılmış ve bir kâğıt fabrikası kurulmuş, hatta İstanbul’da bir çini fabrikası tesis edilerek İznik ve Kütahya çiniciliği diriltilmek istenmişti. Öte yandan Kâğıthane deresinin etrafı ve Boğaziçi sahilleri zarif köşkler, yalılar ve bahçelerle bezeniyordu.

Bu bahçelerin en gözde çiçeği laleydi. Nevşehirli İbrahim Paşa da iflah olmaz bir lale tutkunuydu ve bu zevk bütün halka yayılma istidadı gösteriyordu. Devrin en büyük lale üstatlarından birinin halkın Tabak Ata diye tanıdığı Debbağ Ataullah Efendi olması, lale zevkinin sırf yüksek zümreye has olmadığını göstermektedir.
Üçüncü Ahmed devrinde lale merakının toplumu nasıl sardığını daha iyi anlayabilmek için binden fazla yeni lale formunun elde edildiğini söylemek yeterlidir. Bahçelerinde kuyumcu titizliğiyle çalışan binlerce lale meraklısı birbiriyle kıyasıya yarışıyordu. Eskilerin Lâle-i Rûmî dedikleri Türk lalesinin yaklaşık iki bin tanesinin adları ve yetiştiricileri çiçek tezkirelerinde ve lale mecmualarında kayıtlıdır.

Nedim’in şiirlerinde hâlâ bütün ihtişamıyla yaşayan Lale Devri, birçok pırıltılı ve müsbet hamleye rağmen, saray ve çevresinin toplumu rahatsız edecek derecede zevke, eğlenceye ve israfa dalması yüzünden kanlı bir ayaklanmayla sona erdi. Gerçi lale zevki Lale Devri’nden sonra da bir süre devam etti; fakat üstüste yaşanan savaşlar, devletin ve halkın yoksullaşmasına yol açan ekonomik krizler yüzünden bahçe ve çiçek zevki zamanla inkıraza yüz tuttu. Sarı Abdullah Efendi’lerin, Fennî Mehmed Dedelerin, Tabak Ataların lale yetiştirme sırları unutulup gitti. Onların yetiştirdiği laleler, geleceği görmüşçesine fırınlarda ebedî baharlar yaratan çini ustalarının abideleri süsleyen panolarında nefes alıp veriyor. Hollandalılara gelince, onlar müreffeh hayatlarını dört yüz küsur yıl önce Osmanlı’dan aldıkları lale zevkiyle süsleyip zenginleştirmeye devam ettiler.

 

Kaynak:http://trdergisi.com/lale-lale-devri-ve-laleciler/

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum