Reklam
Reklam
Prof. Dr. Ayşe İLKER

Prof. Dr. Ayşe İLKER

[email protected]

"ÇERNOBİL DUASI"NDA, ANLATI KAHRAMANLARININ FELAKET KARŞISINDAKİ GERÇEK/GERÇEKÜSTÜ TUTUMLARI"

17 Kasım 2025 - 11:52

“ÇERNOBİL DUASI”NDA, ANLATI KAHRAMANLARININ FELAKET          KARŞISINDAKİ GERÇEK/GERÇEKÜSTÜ TUTUMLARI”

   Prof.Dr.Ayşe İlker

ÖZET                            

2015 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alan Svetlena Aleksiyeviç, 26 Nisan 1986 yılında Çernobil Nükleer Santralinin reaktöründe meydana gelen patlamanın yaşamsal ve toplumsal sonuçlarını, facianın birinci el tanıklarının anlatımlarıyla dünyaya duyurmaya çalışmıştır. Patlamanın olduğu gün, dört reaktör aktif durumdadır. İki reaktörün de inşası sürmektedir. 25 Nisan 1986’da dördüncü reaktör bakıma alınır. Mühendis ve teknisyenler, güç kesintisine karşı önlem almak amacıyla bir deneye başlar. Deney, gece 23.00’da başlar ve 26 Nisan gecesi 01.23’de gerçekleşmek üzere düğmeye basılır. Bu, nükleer felaketin başlangıcı olur. On milyon nüfuslu Belarus’ta patlamadan sonra 485 köy ve kasaba yok olur. Her beş Belaruslu’dan biri radyasyon kontaminasyonu olan bölgede hayatını sürdürmektedir. Bu, 2 milyon 100 bin insana tekabül etmektedir  ve bunların 700 bini çocuktur.Yazar Çernobil Duası’nda, Ukrayna’nın kuzey bölgesinde, Kiev yakınlarındaki Çernobil üssünde görevli olarak çalışan mühendis, teknisyen, işçi, eğitmen ve bunların aileleri ile  başka alanlarda çalışan pek çok kişiyle yüz yüze röportajlar yapmış ve bunları “anlatı” tekniğiyle edebî bir verime dönüştürmüştür. Anlatılarda, anlatı kahramanlarının karşı karşıya kaldıkları felaketi yorumlama biçimleri, hayatlarının birdenbire değişmesi üzerine düşünceleri, kendilerinin çektiği  bedensel acı ve tükenişlerin yanında aile bireylerinin, çocuklarının ve eşlerinin tükenişleri karşısındaki tarifsiz ve umutsuz bekleyişleri 1.teklik kişi anlatımıyla verilmektedir. Bir dram ve belki de dram ötesi bir ağırlığın yükünü taşıyan bu anlatılarda, anlatı kahramanlarının bazen felaketi “gerçek sınırları içinde kabullendikleri” bazen de “gerçeküstü” bir söylem çizgisine yaklaşarak, kendilerini rüyalarında ve hayallerinde yaşıyor zannetmeleri, radyasyon felaketinin insan tutumlarında meydan getirdiği en önemli değişikliktir. Anlatılarda, başta Sosyalist sistem olmak üzere teknolojiden kültürel alanlara, gündelik hayattan resmî  alanlara kadar; basit ve sıradan olanlardan sanatsal ve estetik olanlara kadar her şey hakkında sorgulamalar ve  fikir yürütmeler gelir karşımıza. Bu da  20. yüzyılın en büyük felaketi karşısında kalan bir toplumun, felaketin en ağır yükünü çeken bireyleri tarafından  hayat bilançosunun çıkarılmış olduğunu gösterir.

Makalede, “tutum” ( (attitude) kavramının sosyal psikolojideki  anlamı üzerinde durulacak ve anlatı kahramanlarının “gerçeküstü” tutumlarının, felaketten sonraki yaşamlarını katlanabilir hale getiren bir araç olduğu anlatılacaktır. 

 Anahtar Kelimeler: “Çernobil Duası”, anlatı, tutum, gerçek-gerçeküstü

Bu yazıda, edebî/yazınsal türlerde çok sık kullanılmayan iki  kavram kullanıldı: Nehir anlatı ve anlatıcı kahraman. Bundan önce, uzun söyleşiler için “nehir söyleşi” kavramı kullanılmıştı. Oktay Sinanoğlu, Halil İnalcık ve Pınar Kür’ün hayatları üzerine yapılan söyleşiler ve başka aydın ve sanatçılarla soru-cevap biçiminde yapılan sohbetler, yayımlanırken bu şekilde adlandırılmıştı. Svetlana Aleksiyeviç’in üzerinde çalıştığım ve  birincisini bu makale için incelediğim  iki kitabına “nehir anlatı” dememin sebebi, yazarın bir gazeteci kimliğiyle  çok kişiyle, aynı olay örgülerini ele almasıdır. Aynı suyun içinde yüzen binlerce balık veya aynı suda yıkanmış yüzlerce insan gibi, aynı felakete  maruz kalmış yüzlerce insanın bakış açısından, acısından akıtılan bir yazı nehri. “Anlatıcı kahraman” ise,  bir romancı ve veya hikayecinin  yarattığı kahraman değil, olayların  tam içinden çıkmış, gerçek kahramanlardır. Aleksiyeviç, Çernobil Duası ve İkinci El Zaman’da,  kahramanların anlattıkları üzerine inşa ettiği bir türle karşımıza çıkar. Bu sebeple her iki kitapta da olayların kahramanları, anlatanlar olduğu için  “anlatıcı kahraman” kavramını kullanmayı uygun buldum.  Çernobil Duası’nda, Çernobil  faciasının kurbanları, birer anlatıcı kahramandır. Faciaya tanık olarak hayatta kalabilmiş ve zor koşullarda da olsa hayatlarını sürdürebilmişlerse Aleksiyeviç onlardan, gördüklerini ve yaşadıklarını anlatmalarını istemiştir. Bu sebeple, onlar  artık birer “anlatıcı kahraman”dır. Şöyle de söylenebilir: Olayların tam içinde bulunmuş kahramanlar. Çernobil Duası’na geçmeden önce Aleksiyeviç ile ilgili bazı bilgiler vermek gerekmektedir: Svetlana Aleksiyeviç, bir gazetecidir.1986’da meydana gelen felaketin tanıkları ve kurbanlarıyla görüşmüş ve bunları haber yapmıştır. Gördükleri ve anlatılanlar karşısında öylesine dehşete düşmüştür ki yaşananların bütün dünyada bilinmesi gerekliliğini düşündüğü için, Çernobil faciasının değişik yollarla bir şekilde içinde bulunmuş veya kısa bir süre sonra facia sürecine dahil olmuş kişileriyle uzun süren görüşmeler yapmış, bunları kayda almış ve daha sonra anlatılanları edebî bir biçime dönüştürerek yukarıda açıkladığım üzere “nehir anlatı” diyebileceğimiz türle okuyucuların karşısına çıkmıştır. Svetlana Aleksiyeviç,  bu türü ilk olarak 2015 Nobel  Edebiyat Ödülü’nü aldığı yukarıda  adını andığım “Kızıl İnsanın Sonu” kitabıyla oluşturmuştur. Aleksiyeviç “non-fiction”  bir yazar olarak da tanımlanmaktadır. 21 belgesel metin hazırlamış, üç tiyatro oyununun senaryosunu yazmıştır. Aleksiyeviç, kendisi hakkında “Tarihî olaylardan çok insanî duyguları kayıt altına alan bir kalem” tanımlaması yapmaktadır ((NTV, 9 Ekim 2015 Cuma). Ukrayna’nın Stanislav /Ivano Frankivsk şehrinde 31 Mayıs 1948’de Belaruslu bir baba ve Ukraynalı bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Belarus Devlet  Üniversitesi Gazetecilik bölümünden 1972’de mezun olmuştur. Bir müddet yerel gazetelerde çalıştıktan sonra Minsk’te yayımlanan “Neman” isimli edebiyat dergisinin muhabiri olmuş, II. Dünya  Savaşı, Sovyet-Afgan Savaşı, Çernobil Faciası, SSCB’nin dağılması gibi dramatik olayların içinde yaşamış, bu olaylara tanık olmuş kişilerle röportajlar yapmıştır. Bu röportajlarının sebebi ve kitaplarının izleği hakkında şu açıklamayı yapmaktadır:

SSCB dönemine ve sonrasına dönüp baktığımızda, tarihimizin koca bir mezar ve büyük bir kan banyosundan ibaret olduğunu görürüz. Kurbanlarla cellatlar arasındaki tükenmek bilmez diyalogları duyarız. Sürekli olarak karşımıza aynı lanetli sorunsallar çıkar: Ne yapmalı, suçlu kim? Devrim, toplama kampları, II. Dünya Savaşı, Sovyet-Afgan Savaşı sırasında halktan gizlenen gerçekler, büyük bir imparatorluğun çöküşü, devasa ölçekte bir sosyalist ütopyanın paramparça dağılması, yeni ortaya çıkan evrensel problemler, Çernobil faciası vs. Bunlar, Dünya üstündeki tüm insanların cevaplaması gereken sorulardır ki, tümü bizim kendi gerçek tarihimizdir. İşte tüm bu cehennemden çıkma soru ve sorunlar, benim kitaplarımın izleğini oluştururlar.“Gözlemler, nüanslar, ayrıntılar için insan yaşamı araştırıyorum. İlgi alanım ne hayatın kendisi, ne savaş, ne Çernobil ne de intihar. Beni asıl ilgilendiren insanoğluna neler olduğu, çağımızda bize neler olduğu. İnsan nasıl eyleyip nasıl tepki veriyor? Özünde insanın ne kadarı biyolojik özelliklerden, ne kadarı çağın getirdiklerinden, ne kadarı kendisinden oluşuyor?Yıllarca gerçek yaşama olası en yakın yolu bulmak için yazma biçimlerini araştırdım. Tıpkı bir mıknatıs gibi beni kendine çeken gerçeklik, bana işkence ediyor, uyuşturuyor. Gerçekliği yakalayıp kağıda dökmek istiyorum. İşte bu yüzden insan seslerini ve itiraflarını, tanıklık edenlerin ifadelerini  kullanıyorum. Ben dünyayı nasıl duyuyor ve görüyorsam öyle yazıyorum: Tek tek insanların seslerinden oluşan bir koro ve günlük ayrıntılardan bir kolaj. İşte bu şekilde aynı anda bir yazar, gazeteci, sosyolog, psikolog ve vaiz olabiliyorum." (https://www.ntv.com.tr/sanat/nobel-edebiyat)

 Bu makalenin temelini oluşturan  Çernobil Duası’ndaki anlatıcı kahramanlar  mesleki olarak itfaiye erleri, onların eşleri, pilotlar, doktorlar, hukukçular, öğretmenler, ev kadınları, temizlik işçileri, teknisyenler, çocuklar ve gençlerden meydana gelmektedir. Bu anlatıcı kahramanları felaket zamanına göre üç ana gruba ayırmak mümkündür: 1. Felaketi yaşayanlar, 2. Felaketten hemen sonra ve tedricî zamanlarda Çernobil’e getirilen görevlendirilmiş asker, pilot, işçi ve benzeri kişiler,  3. SSCB’nin başka bölgelerinden  iç savaş ve etnik mücadelelerden yurtsuz kalarak yollara düşen  ve yeni felaketlerden kurtulmak için Çernobil’e gelen felaketzedeler. Bu üç grup, akıbetleri birbirinden farklı olacakmış gibi görünse de Çernobil’in  ve radyasyonun zaman ilerledikçe insanı tüketen etkisinden kurtulamayacak ve birkaç sene içinde öleceklerdir. Anlatıcı kahramanların kendi verdikleri bilgilerden, temel olarak bazı önemli ip uçları ortaya çıkmaktadır. Bunlardan en önemlisi, Moskova’dan ve  başka büyük şehirlerden Çernobil’e görevli giden askerler ve pilotlar, “Çernobil görevlendirmesi”ni ailelerine söylememişlerdir. Görevlendirilen bu  askerlere ve pilotlara maaşlarının üç-dört katı ödenmiştir. Görev süreleri  altı ayla sınırlandırılmış, altı ayda bir Çernobil’e gidecekler yenilenmiştir. Ayrıca, Çernobil faciasından hemen sonra Rus ordusunda seferberlik ilan edilmiştir. Anlatıcı kahramanların en çok ölüm üzerinde düşündükleri görülmektedir. Kitap, üç kısma ayrılmıştır. Bu, kısımlara başlamadan önce Tarihsel Arka Plan, Yalnız Bir insanın Sesi, Eksik Kalan Hikâye ve Çernobil’in Dünyaya Bakışımızı Sorgulattığına Dair Yazarın Kendisiyle Söyleşisi başlıklarıyla üç ayrı geçiş verilir. Tarihsel Arka Plan geçişinde Belarus’ta, genel ağda (internet)  2002-2005 yılları arasında yayımlanan makalelerden alıntılar verilmiştir. Yalnız Bir insan’da ise, faciada ölen itfaiye erlerinden  Vasiliy İgnatenko’nun eşi  Lyudmila İgnatenko’nun yazara anlattıkları yer alır. Eksik Kalan Hikâye ve Çernobil’in Dünyaya Bakışımızı Sorgulattığına Dair Yazarın Kendisiyle Söyleşisi’nde ise Aleksiyeviç, Çernobil faciasının derin, dramatik  bir değerlendirmesini yapar. Facia yerine gittiğinde kendisine yapılan uyarılar şunlardır:

“Çiçek koparmasan iyi olur, yere oturmamak da iyi bir fikir, pınardan su içme.”Akşam çökerken, çobanların yorgun sürüyü nehre sürmek isteyişini izledim, fakat inekler suya varır varmaz gerisin geri dönüverdi. Her nasılsa tehlikeyi derhal fark etmişlerdi. Kedilerin de ölü fare yemeyi bıraktıklarını anlattılar bana, oysa tarlalar, avlular, her yan onlarla doluydu. Ölüm her köşede pusudaydı, ama başka türlü bir ölümdü bu. Yeni maskelerin ardına gizlenmişti. Tanıdık değildi görüntüsü. İnsan, savunmasız yakalanmıştı, hazırlıklı değildi. Diğer biyolojik türler kadar hazırlıklı değildi; görmek, duymak, dokunmak için programlanan doğal araçlarını tam olarak çalıştıramıyordu. Bu artık mümkün değildi; gözler, kulaklar, parmaklar işe yaramıyordu, bir faydaları yoktu, çünkü radyasyon gözle görülebilir bir şey değildi. Ne kokusu ne de sesi vardı. Cizimsizdi” (Aleksiyeviç, 2017:51).

Bu bölümden sonra I.Kısım olan Ölüler Diyarı başlar. İnsanların Niye Hatırladığına Dair Monolog, Hem Yaşayanlarla  hem de Ölülerle Konuşmanın mümkün olduğuna Dair Monolog, Kapılara Kazınmış Koca Bir Hayata Dair Monolog, Göklerdeki Ruhları Çağırıp Onlarla Birlikte Ağlanan ve Yemek Yenen Bir Köye Dair Monolog gibi başlıklardan oluşur ve Askerler Korosu ile tamamlanır. II. Kısım, Kainatın Hakimi ve Halk Korosu başlıklarını, III. Kısım da Kedere Duyulan Hayranlık ve Çocuk Korosu başlıklarını taşır. Anlatılarda,  anlatı kahramanlarının  karşı karşıya kaldıkları felaketi yorumlama biçimleri, hayatlarının birdenbire değişmesi üzerine düşünceleri, kendilerinin çektiği  bedensel acı ve tükenişlerin yanında aile  bireylerinin, çocuklarının ve eşlerinin tükenişleri karşısındaki tarifsiz ve umutsuz bekleyişleri,  1.teklik kişi anlatımıyla verilmektedir. Bir dram ve belki de dram ötesi bir ağırlığın yükünü taşıyan bu anlatılarda, anlatı kahramanlarının bazen felaketi  “gerçek sınırları içinde kabullendikleri” bazen de “gerçeküstü” bir söylem çizgisine yaklaşarak, kendilerini rüyalarında ve hayallerinde yaşıyor zannedişleri, radyasyon felaketinin insan tutumlarında meydan getirdiği en önemli değişikliktir. Anlatılarda,  başta Sosyalist sistem olmak üzere teknolojiden kültürel alanlara, gündelik hayattan resmî  alanlara kadar; basit ve sıradan olanlardan,  sanatsal ve estetik olanlara kadar her şey hakkında sorgulamalar ve  fikir yürütmeler gelir karşımıza. Bu da,  20. yüzyılın en büyük felaketlerinden biri karşısında kalan bir toplumun, felaketin en ağır yükünü çeken bireyleri tarafından  yaşamış oldukları hayatın bir  bilançosunu   ve teknolojik ve devrimsel bir hesaplaşmasını çıkarmış oldukları anlamına gelir. Bu açıklamalardan sonra, tutum  kavramıyla ilgili değerlendirmeye geçebiliriz: Sosyal psikolojinin merkezî kavramlarından biri sayılan tutum (attitude), belirli bir sosyal obje/nesne/varlık konusunda  bireylerde  mevcut olan ve bilişsel,  duygusal,  davranışsal yanlar taşıyan gizil eğilimleri ifade etmektedir. Tutum,  sosyal psikolojide tarihsel öneme sahip klasik bir tanımla,  ‘Bireyin belirli bir sosyal objeye karşı tepkisini dinamik bir tarzda etkileyen, bireyin deneyimlerine göre örgütlenmiş ve davranış hazırlığı niteliğindeki zihinsel ve nöropsikolojik bir durum" olarak   nitelenebilir(https://acikders.ankara.edu.tr/mod/resource/view.p).  

Sosyal psikologlar, tutumları karakterize eden dört özellik üstünde durmaktadır. Bunlar tutumun yönü (bir objeye karşı lehte veya aleyhte bir konumda olma), tutumun yoğunluğu ya da şiddeti (çok veya az lehte veya aleyhte olma), tutumun merkezîliği (tutumun kişiyi benliğinde angaje edip etmemesi, yani benliğini ilgilendirme düzeyi; ego-involvement) ve tutumun ulaşılabilirliği (tutum objesi ile bu objenin duygusal olarak değerlendirilmesi arasındaki bağın sağlamlığı; bir tepkinin tutum -tutum değil uçları arasında uzanan bir çizgide, tutum ucuna doğru yaklaştıkça, ulaşılabilirliği artmaktadır) şeklinde ifade edilebilir (Önder, 2016-17; Harlak, tarihsiz sunu).  Sosyal psikolojinin araştırma konusu olan tutum; bireyin diğer insanlar, nesneler ve düşüncelerine yönelik değerlendirmeleri olarak adlandırılır.  

Bu bilgiler ışığında, anlatı kahramanlarının sözlerinden içinde bulundukları durumu, hangi tutumlarıyla ifade ettiklerini göstermeye çalışalım:  Göklerdeki Ruhları Çağırıp Onlarla Birlikte Ağlanan ve Yemek Yenen Bir Köye Dair Monolog’da sekiz kişi konuşmaktadır. Onlardan biri şunu anlatır: “Oğlumun yanında, onun yedinci kattaki dairesinde kalıyordum, pencereye doğru yürüyüp aşağıya bakıyorum, istavroz çıkarıyorum. Bir at sesi duymuşum gibi geliyor. Veya horoz…Öyle kötü oluyorum ki…Bazen bahçemiz  rüyalarıma giriyor: İneği bağlıyorum ve sütünü sağıyorum…Uyanıyorum sonra…Yataktan kalkmak istemiyorum. Hala oradayım ben. Bir buradayım, bir orada (Aleksiyeviç, 2017:82) Örnekte anlatıcı kahramanın, tutumun merkezîliği (tutumun kişiyi benliğinde angaje edip etmemesi, yani benliğini ilgilendirme düzeyi; ego-involvement) yönünden bakıldığında, sorunun benliğini tamamen angaje ettiği görüntüsüyle karşı karşıya kalınmaktadır. Yine aynı monologda, başka bir anlatıcı kahraman,  şunları söyler: -Yıkadım evi, ocağı ovaladım…  Masaya ekmek ve tuz koymak lazım, küçük bir tabak ve de üç kaşık. Kaşıkların sayısı evde yaşayan canların  sayısına eşit olmalı. Hepsi geri dönebilsin diye(Aleksiyeviç, 2017:82)  Burada anlatıcı kahramanın gerçek durumu, yalnız yaşamakta olduğudur. Ancak o yalnız yaşadığı halde, hayatında daha önce var olanları da an çizgisine eklemek istemekte ve masaya, ekmek, tuz koyarak, tabak ve kaşık koyarak onların varlıklarını hissetmek,  kısa bir süre önce yaşanmış ama “eski” olmuş bir zamanı yeniden yaşamak ve yitirdiklerini geri getirmek istemektedir. Böylece, anlatıcı kahramanın  tutumunun  yönü ve ulaşılabilirliği arasındaki çizgi uzaklaşmış olmaktadır. Bazen de anlatıcı kahramanlar, karşı karşıya kaldıkları olayın vahametini gizlemeye ve o konuda hiçbir bilgileri yokmuş gibi örtmece bir tutum sergilemektedir: «Radyoyu hemen kapattılar. Haberleri hiç bilmiyoruz, ama huzur içinde yaşıyoruz. Moralimiz bozulmuyor. İnsanlar geliyor, olan biteni anlatıyorlar. Her yanda savaş. Diyorlar ki sosyalizm sona ermiş, kapitalist düzende yaşıyormuşuz artık. Çar geri dönecekmiş. Doğru mu  bu?»(Aleksiyeviç, 2017:90) Bu örnekte anlatıcı kahraman aynı zamanda zihinsel bir karmaşa da yaşamaktadır.

 Anlatıcı kahramanların içinde annesi  Rus Dili ve Edebiyatı öğretmeni olan bir kişi, II. Kısım’da Çehovsuz ve Tolstoysuz Yaşayamayacağımıza Dair Monolog’da şunları söylemektedir : Özellikle annemin kafası allak bullak oldu; bir okulda Rus dili ve edebiyatı dersleri veriyor, bana her zaman kitaplardan öğrenerek yaşamayı öğütlemiştir. Ve ansızın böyle bir kitap kalmadı yeryüzünde. Alt üst oldu annem. Kitapsız yaşamak onun becerebileceği bir şey değil. Çehovsuz ve Tolstoysuz bu mümkün değil. (Aleksiyeviç, 2017:82). Burada, artık kitaplardan öğrenilerek elde edilecek yaşam tecrübesinin geçerli olamayacağı, bir aydının Çehovsuz ve Tolstoysuz yaşayacak olmasının, onun manevi olarak da ölüme benzer bir  yaşantıya mahkum olması demek olduğu anlatılmaktadır. Anlatıcı evlat, annesinin felaket karşısında oluşan psikolojisine karşı, son derece gerçekçi  bir tutum sergilemektedir.

Aynı monoluğun, başka bir anlatıcısı ” Kıyamet kopsa dahi kötülük mekanizmaları işlemeye devam edecek. Bunu anladım. Dedikodu yapmaya, idarecilerin karşısında el pençe divan durmaya, televizyonlarını ve kürk mantolarını kurtarmaya devam edecek insanlar. Dünyanın o son gününün arifesinde  insan, aynı şimdiki gibi olacak. Hep aynı kalacak(Aleksiyeviç, 2017:197)” diyerek, insan doğasındaki kendini emniyete alma, çıkarlarını koruma, güç ve iktidar karşısında eğilme davranışlarının, felaketlerle bile bitmeyeceğini belirtmekte ve nükleer felaketin insanlık problemlerini değiştirmediğini,  gerçekçi bir tutumla anlatmaktadır. III. Kısımda, Rus İnsanının Hep Bir Şeye İnanmak İsteyişine Dair Monolog’da, tarihçi Aleksandır Revalski’nin cümleleri; ideolojik bir tutumun felaket karşısında nasıl da değişebildiğini ve gerçeklerle yüz yüze kalındığında soğukkanlı bir öz eleştiri yapabilmenin gerekliliğini ortaya koyar. Bu öz eleştiri, hem tarihsel hem de günceldir; ve tarihçi alıntılanan söylemiyle siyasetçilerin tutumundan;   etkilenen toplumun tutumuna kadar bir dizi kırılmayı çok çarpıcı biçimde ifade eder:

“Bizler belirli bir Sovyet paganizmi ile yetiştirildik: İnsan her şeye kadirdi, kainatın hakimiydi. Ve dünyaya canının istediği her şeyi yapma hakkı vardı. İvan Miçurin’in formülü: «Tabiatın nimetlerini sunmasını bekleyemeyiz, bunları ondan bizzat almak, bizim görevimizdir.Halka doğasında bulunmayan özellikleri aşılama girişimi. Bir dünya devrimi düşü; insanı ve etrafımızdaki dünyayı baştan yaratma düşü. Her şeyi baştan yaratmak. Evet! O meşhur Bolşevik sloganı der ki: «demirden bir elle insanlığı mutluluğa yönlendireceğiz! Zorba psikolojisi. Mağara insanı materyalizmi. Günümüzde Rusların Tanrı’yı arayış sürecinin alt metni sinsi ve yalancı. Çeçenistan’daki sivil halkın evlerini bombalıyor, az nüfuslu ve onurlu bir halkı yok etmeye çalışıyorlar. Ama  beri taraftan da ellerinde mumlarla  kiliseleri dolduruyorlar….Çernobil, tam da Dostoyevski’lik bir konu. İnsanı mazur gösterme girişimi. Ya da belki, her şey son derce basittir: Dünyaya parmak uçlarında  yaklaşıp tam eşikte durmak lazımdır, kim bilir? Bu ilahi dünyayı hayretle seyredip…o şekilde sürdürmek lazımdır yaşamı…» (Aleksiyeviç, 2017:333-335)

Aleksiyeviç’e Çernobil faciasından sonraki hayal kırıklıklarını, umutsuzluklarını, ölümle yüz yüze gelişlerini ve ölüm karşısındaki çaresizliklerini anlatan kahramanlar,  bir yandan da  kendilerinin ve toplumun sahip olduğu değerlerin nasıl da kolayca  yıkılıverdiğine tanıklık etmişler; bu onların felaket karşısında sergiledikleri tutumları da büyük ölçüde etkilemiştir. Değerlerin insan kişiliğinde ve bilişsel sisteminde, tutumlardan çok daha merkezi konumda olduğunu belirten Harlak, değerlerin bundan dolayı tutumların da belirleyicisi olduğunu ifade etmiştir (Harlak, tarihsiz sunum). Buna dayanarak,  toplumsal ve kişisel değerleri sarsılan ve yıkılan bireylerin tutumlarında da değişiklikler ortaya çıkması kaçınılmaz bir durumdur. Aşağıdaki alıntıda, kadın ve erkek sesinden verilen konuşmalarda anlatıcı kahramanlar, bilimi, bilim insanlarını ve teknolojiyi sorgulamakta ve yıkımdan sonra asıl olan şeyin hayatta kalmak olduğunu vurgulamaktadır. Burada, tutumların  yaşantı yoluyla öğrenildiğini ve  toplumsal tutumlar ve tepki gösterme eğiliminin, tutumların özellikleri arasında gösterildiğini de belirtmek gerekir. Anlatıcı kahramanlar hem tepki göstermekte hem değer verdikleri her şeyin  yıkılması karşısında  mücadele edilecek tek şeyin, hayatta kalabilmek olduğunu ifade etmektedir.

“İki Sesli Bir Monolog: Kadın ve Erkek, Erkek Sesi:..Benim anlatnak istediğim şey ise şu…Suçlu kim? Burada nasıl hayatta kalacağız sorusuna bir yanıt vermek için bunu bilmemiz gerek: Suçlu kim?  Kim??  Bilim insanları mı, nükleer santraldeki personel mi? Yoksa bizzat biz miyiz suçlu, bizim bu dünyaya bakış açımız mı? Daha fazlasını elde etme arzumuzun önünü alamıyoruz… Tüketim ihtirasımızı durduramıyoruz.. Suçluları buldular: Santral müdürü, nöbetçi teknisyenler. Bilim. Öyleyse söyleyin bana, niye yine insan zekasının bir ürünü olan otomobille değil de nükleer santralle mücadele ediyoruz? Bütün nükleer santrallerin kapatılmasını ve nükleer üzerine çalışan bilim insanlarının yargılanmasını istiyoruz. Onlara lanet ediyoruz! Ben insanın bilgi dağarcığına tapıyorum. Ve insan tarafından yaratılan her şeye. Bilgiye…Bilgi tek başına suçlu sayılamaz. Bugün bilim insanları da Çernobil kurbanı. Ben Çernobil’den sonra hayatta kalabilmek istiyorum. Çernobil’en sonra ölmek değil. İçimdeki hangi inanca tutunabileceğimi bilmek istiyorum Bana ne güç verecek?” (Aleksiyeviç, 2017:210-211).

Örneklerden de görüldüğü üzere, yüzyıllar geçse de acısı ve etkisi unutulmayacak ve anlatılarda yaşayacak olan Çernobil faciası, bireylerin hayat karşısındaki duruşlarını farklılaştırmış; felaketle yüz yüze gelen anlatıcı kahramanlar bazen gerçekçi bir tutum bazen gerçek üstü  ve gerçekten kopuk tutumlar sergilemişlerdir. Bu da felaketler karşısında, insan psikolojisinin  pek çok değişkenle baş etmek zorunda olduğunu; bu baş ediş süresinin insanda ve toplumda yıpratıcı izler bıraktığını göstermektedir. Aleksiyeviç, bireyin ve  toplumun acılarına tanıklık ederek ve bunları duyurarak daha güvenli bir dünya gereğine işaret etmektedir. Aynı zamanda da insanoğluna ne olduğunu, çağımızda bize neler olduğunu sorgulamaktadır.

KAYNAKLAR

ALEKSİYEVİÇ, Svetlana (2017). Çernobil Duası-Geleceğin Tarihi, Çeviri: Aslı Takanay Kafka Yayınları, İstanbul

ALEKSİYEVİÇ, Svetlana (2017). İkinci El Zaman-Kızıl İnsanın Sonu, Çeviri: Sabri Gürses, Kafka Yayınları, İstanbul

ARKONAÇ, A. Sibel (2015). Psikolojide Bilginin Eleştirel Arka Planı, Hiperlink Yayınları, İstanbul

BAYSAL, Can  Ayşe (1981).  Sosyal ve Örgütsel Psikolojide Tutumlar, İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi yayınları, İstanbul

BAYSAL, Can  Ayşe (1981).  Sosyal Psikolojide Tutumlara Teorik Bir Yaklaşım, İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi Dergisi

ÇAYKARA, Emine (2008).  Oktay Sinanoğlu-Türk Aynştaynı, Nehir Söyleşi, Alfa Yayınları, İstanbul

HARLAK,Hacer(Tarihsiz).Tutum,www.akademik.adu.edu.tr/bolum/fef/psikoloji/webfolders/.../5Tutumlar-RPD208 pdf

KÜR, Pınar-SÖĞÜT, Mine(2016). Aşkın Sonu Cinayettir,  Söyleşi, Can Yayınları, İstanbul

ÖNDER, R. Ömer (2016-2017). Tutumlar,  Davranış Bilimleri Ders Notları, Ankara Üniversitesi Sağlık  Bilimleri Fakültesi, genel ağ ortamında açık sunum.

www.akademik.adu.edu.tr/bolum/fef/psikoloji/webfolders/topics/5TUTUMLAR

https://acikders.ankara.edu.tr/mod/resource/view.p).  

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum