PENCERELER
Portekiz’in Nobel ödüllü yazarı Jose Saramago Körlük isimli ünlü romanında insanların salgın halinde kör oldukları bir kenti anlatır. Bir kadın hariç tüm kent salgın sonucu kör olmuştur. Körlük metaforu üzerinden toplum eleştirisi yapılan romanda, gören tek kişinin “Pencerelerde cılız da olsa tek bir ışık, binaların ön yüzlerine yansıyan tek bir parıltı göremedi”ğine vurgu yapılır.[1] Belli ki, kent halkı görmeyen insanlardan oluştuğu için pencerelerdeki ışığın da onlar için bir gerekliliği ve anlamı kalmamış!
Sadık Hidayet’in, sayfalarından bunalım taşan Kör Baykuş’ta anlattığı evlerin pencereleri dar, basık ve karanlıktır. Neden karanlık? Zira bu evlerde hiç yaşayan olmamıştı.[2] Ya da kent halkı ölmüştü.[3] Anlıyoruz ki, içinde yaşam olmayan evin penceresi de karanlık oluyor.
Görmeyen insanın pencereye ihtiyaç duymayacağını bir başka yapıtta daha somut görüyoruz. Bilim kurgunun öncülerinden kabul edilen H. G. Wells, Körler Ülkesi isimli uzun öyküsünde 14 nesildir görmeyen insanların ülkesinden bahseder. Doğal olaylar sonucunda Ant Dağları’nda dağların, kayaların ve uçurumların ulaşıma kapadığı bir ülkedir burası. Görme kavramına yabancı bu insanlar görmenin ne ve nasıl bir şey olduğunu bilmiyorlar. Bir şekilde oraya ulaşabilen roman kahramanı, görme özelliğine sahip olduğu için körler tarafından normal bir insan olarak kabul edilmez. Körler, kendilerini normal kabul ettikleri için, gören insan onlara göre daha aşağıdadır. Roman kahramanı, körler ülkesinden bir kıza aşık olur ve evlenmek ister. Ancak ülkenin önde gelenleri, bu evliliğe bir şartla onay verirler; damadın normal bir insan olabilmesi için görme kabiliyetinin yok edilmesi, yani kör edilmesi! Görmenin iyi bir şey olduğunu kabul ettiremeyeceğini anlayan ve gözlerini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya olan kahramanımız dağların çetin yamaçlarındaki ölümcül yolculuğa katlanarak körler ülkesini terk eder.
Bu öykü üzerine uzun uzun yorumlar, değerlendirmeler yapılabilir, ancak amacımız öyküyü tanıtıp yorumlamaktan çok, körler ülkesindeki evlere dikkat çekmektir. Yazar, evleri betimlerken şu ifadeleri kullanır:
“Vadinin ortasındaki köy evleri, bildik dağ evlerinin sıradan ve karmaşık ev yığınlarına zerre benzemiyordu; şaşılacak kadar temiz sokağın iki yanında sıra sıra dizili evlerin rengârenk ön cephelerine birer kapı oyulmuştu, cephelerin pürüzsüzlüğünü bozan tek bir pencere yoktu.”[4]
Belli ki yazar, görmeyenlerin pencereye de ihtiyacı olmayacağı varsayımından hareket etmiş. Bu düşüncenin, pencere ile görmek, görmek ile ışık arasındaki kuvvetli bağdan ileri geldiği söylenebilir. Körlerin pencereye ihtiyaç duymaması, evlerinin de penceresiz olması sonucunu doğurmuş. Pencere ile aydınlık arasındaki bağlantının kökü hayli eskilere uzanır. Eski Yunancadaki “phaino”dan gelen “fenetre”, “Fenster”, “fenestra” ise pencereye özgü bir özelliğin, “aydınlık sağlama” başarısının altını çizmektedir.[5]
Şüphesiz bu düşüncede –eksik de olsa- doğruluk payı var. Hatta pencerenin tek işlevi odayı aydınlatmak olsaydı, Wells’in düşüncesinin tamamen doğru olduğunu kabul etmemiz gerekirdi. Oysa pencerenin tek işlevi odalara ışık saçmaktan ibaret değil. Biliyoruz ve görüyoruz ki, pencereler aynı zamanda odaların havalandırılması işlevini de üslenmiştir. Belki Wells’in bu öyküyü yazdığı yıllarda pencerenin aydınlatma işlevi ön plandaydı, havalandırmanın önemi yoktu. Bugün bu işlevin de çok önemli olduğu yadsınamaz.
Şarkılarımıza kadar giren “pencerenin perdesini havalandıran rüzgâr” temizlik, sağlık ve ferahlık için vazgeçilmezimizdir. “Pencereyi açın da biraz hava alalım” cümlesi, gündelik ev ve ofis yaşantımızın bir parçasıdır. Her ne kadar kent yaşamının çok katlı binalarındaki pencerelerde, kır evinin pencerelerindeki şirinlik olmasa da havalandırma işlevi yok sayılamaz.
Başka dillerdeki pencere anlamına gelen sözcüklerde de havalandırma ya da aydınlık özelliğine uzanan anlamlar görüyoruz. Örneğin İzlanda dilinde pencere yerine kullanılan “vindauga” sözcüğü “hava-gözü” demektir. İngilizcede “Window” (wind-door) ise “yel kapısı”dır.[6] İngilizlerin “yel kapısı” demesi, tahminen 500 yıl önce yaşamış bizim Karacaoğlan’ın “Bizim pencereler yele karşıdır” demesine benzemiyor mu?
Peki, pencerenin işlevi aydınlatmak ve havalandırmaktan mı ibarettir? Öyle olsaydı, pencere yerine duvarlarda açılmış kaba deliklerle de aynı sonuca ulaşılırdı. Belki mağara devri insanları pencere olarak kaba delikler kullanıyordu. Ama biliyoruz ve görüyoruz ki, pencereler, tarihî binalarda da bugün de birer kaba delikten ibaret değil. İşin içine estetik, yani kültür girmektedir.
Felsefeci Nermi Uygur, pencereyi kentleşme sürecinin anlamlı bir göstergesi olarak niteler.[7] Bu nitelemedeki “anlamlı bir gösterge” ibaresinin üzerinde durmak gerek. Sadece aydınlatma ve havalandırma işlevine sahip olan bir pencerenin “anlamlı bir gösterge” olması beklenemez. Kentleşme sürecine “anlam” katabilmesi için pencere kültürle yüklü olmalı, yani estetik bir görünümü olmalı. Bir başka felsefeci Alain de Botton’un pencere için “mimaride zerafetin bir başka göstergesi” dediğini[8] de hatırlatalım. Anlıyoruz ki felsefeciler pencereye “anlamlı bir gösterge” ya da “mimaride zerafetin göstergesi” olarak bakıyorlar.
Çevremize baktığımızda pencereler görürüz. Penceresiz yapı yok denecek kadar azdır, varsa da insansızdır. Ve insan, yaşadığı mekanın penceresine anlam, güzellik, incelik katmaya çalışır. Daha da ileri giderek, Fahriye Abla gibi bir saksı ıtırla o güzelliği bütünleştirir. Sadece evlerin değil, kamu binalarının, dinsel yapıların da pencereleri estetik ve kültür boyutuyla gözlere hitap eder. Cami ve kilise pencerelerinin, o yapıya kattıklarını düşününce konu daha iyi anlaşılır. Kültürün yansıması ile anlam ve zerafet kazanan pencere, hoşça bakışı ile içerinin dışarıyla bütünleşmesini sağlar.
Elbette tarihsel süreçte pencereler de evrim geçirir ve döneminin kültür ve medeniyetini yansıtır. Ebatlar ve biçimler değiştiği gibi duvarın hangi noktasında konuşlanacağı da değişir. Küçükten büyüğe, dikdörtgenden kareye evrildiği gibi, kavisli pencereler de yaygındır. Günümüz mimarisinde ise duvardan duvara büyük boyutlu pencereler eski pencerelerin papucunu dama atmış görünüyor. Dev boyutlu pencereler sanki biraz mahremiyeti ihlal etti gibi geliyor bana. Eski pencerelerdeki gizem de gitti. Giderken yanında götürdükleri de var.
Don Norman Duygusal Tasarım’da bir “zen manzarası” deyiminden bahseder. Bu deyim adını yüksek bir dağın tepesinde yaşayan, bütün manzarasını kulübesine gidiş yolunda uzunca uzanan kısa boyda bir pencere kalacak şekilde yüksek duvarlarla kapatan bir Budist rahibin kıssasından alır. Bu yolla uzak denizin görüntüsünün gücü ona o pencereden bakan biri için asla solmayacak her daim o görüntüyü hatırlayıp hayalinde canlı kalacaktır. Bunun için bu Zen öğretisine göre güzel bir manzara varsa, ona bakan büyük pencereler inşa ederek onu bozmak yerine geçiş yollarında, koridorlarda, giriş yollarında, merdivenlerde, odalar arasındaki boşluklarda manzaraya bakan pencereler koymak daha doğru olur. Duygusal Tasarım’ın yazarının da paylaştığı bu zen öğretisine göre, çok büyük pencereler “görüntünün gücünü” zayıflatıyor.
Öykü ve romanlarıyla tanıdığımız Sevinç Çokum, İstanbul üzerine yazdığı cümlelerde bakın ne diyor: “Pencereler 1950’li yıllardan sonra kıyılan yeşilliğe paralel olarak genişledi. İnsanlar bu gereksizce büyütülmüş pencerelerden yok olan İstanbul’u seyrettiler bol bol. Evet pencereler büyüdü ve içerilere giren çiğ ışıkla beraber pek çok şey de kayıplara karıştı.”[9] Belli ki yazarımız anılarımızda kalan pencerelerin sıcaklığını ve tadını unutmak istemiyor. Bugünkü büyük pencerelerden gelen ışığın ise “çiğ”liğine vurgu yapıyor. Haksız da sayılmaz. Doğayı tahrip ettikçe, yok ettikçe çok katlı dev binalar diktik. Bu binalardaki dev pencerelerle de kaybettiğimiz doğayı yakalamaya çalışıyoruz. Ama nerde o eski pencereler? Önüne saksıların dizildiği pencereler… Pencereden kokan ıtır… Neler neler hatırlatır…
[1] Jose Saramago, Körlük, Çevrien: Işık Ergüden, Kırmızı Ked, Yayınları, 15. Baskı, İstanbul 2019, s. 275
[2] Sadık Hidayet, Kör Baykuş, Farsçadan Çeviren: Behçet Necatigil, YKY, 19. Baskı, İstanbul 2016, 54, 57
[3] Sadık Hidayet, Kör Baykuş, s. 66
[4] H.G. Wells, Körler Ülkesi, Çeviren: Evrim Öncül, Kollektif Kitap, 3. Baskı, İstanbul 2018, s. 19, 20
[5] Mermi Uygur, Yaşama Felsefesi, YKY, 7. Baskı, İstanbul 2018, s. 149
[6] Mermi Uygur, Yaşama Felsefesi, YKY, İstanbul, s. 149
[7] Mermi Uygur, Yaşama Felsefesi, YKY, İstanbul, s. 150
[8] Alain de Botton, Mutluluğun Mimarisi, Sel Yayıncılık, 3. Baskı, 2010, sh. 232
[9] Sevinç Çokum, Hevenk - Kayıp İstanbul, Kapı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2022, s. 11
FACEBOOK YORUMLAR