Türk-Açe ilişkileri ya da tarihin namusu

Elbette Osmanlı ve Güneydoğu Asya derken, anadamarı Açe olan ve buradan Filipinlere hatta Doğu Asya’ya değin uzanan bir ilişkiler kervanından bahsediyoruz

Türk-Açe ilişkileri ya da tarihin namusu
10 Ocak 2012 - 12:55

Mehmet Özay - Dünyabülteni / Malezya

Yerel seçimler nedeniyle havanın giderek bulandığı bir döneme rağmen, 11-12 Ocak’ta Açe bir kez daha uluslararası bir konferansa kapı aralarken, tarihin derinliklerinde kalan unsurların hangi ellerle ve hangi yöntemlerle ortaya çıkarıldığına da tanıklık edecek. Bu yazıda, söz konusu konferansla ilgili bilgi vermenin yanı sıra, bizzat kendi tecrübelerimden hareketle bizdeki akademya ve ilgili kurumların Açe özelindeki yaklaşımlarına değineceğim.

Önce bu etkinliğin başlığına değinelim: “Anadolu’dan Açe’ye: Osmanlılar, Türkler ve Güneydoğu Asya”. İsim oldukça cafcaflı ve o derecede kışkırtıcı olmasıyla dikkat çekiyor. Kıymetli Dr. Saiful Mahdi’nin gönderdiği tanıtım broşüründeki başlığı  görür görmez Prof. Anthnony Reid’in Açe-Türk ilişkilerine dair sarfettiği ‘gerçek mi, kurgusal mı’ yönlü sorgulaması geldi. Bu bağlamda başlığa atfen kimi eleştirilemi saklı tuttuğumu ifade edeyim.

Bu seferki konferans öncekilerden bazı açılardan farklılık taşıyor. İlki, etkinliğin salt konferansla sınırlı olmayıp, atölye çalışmalarının da gerçekleştirilmesi olacak. Öte yandan, bu konferans Güneydoğu Asya dışından bir kurumun öncülüğünde organize edilmesiyle dikkat çekiyor. Bu bağlamda etkinliğin ana organizatörünün British Council’in destek verdiği “British Academy” olduğunu söyleyeyim. Ancak bu İngiltere’de faaliyet gösteren bir akademi değil, tastamam aksine son birkaç yıldır Ankara’da “pusu kurmuş” İngilizlerin hayata geçirdiği bir proje. Konferans da bu projenin bir ürünü olacak. Bu bağlamda British Academy’e övgüler düzmek yerine, böylesi bir oluşumun niçin ve neden Türk akademyası ve kurumlarınca gerçekleştirilmediği konusunda eleştirel bir yaklaşımım olacak. Açe’den başlayarak Güneydoğu Asya’nın kahir ekseriyetini teşkil eden Malay dünyasını anlama ve algılama konusunda Açelilerle birlikte ortak bir gayrete gelmek yerine, neden lokomotifin Ankara’ya gelmesini ve bu çerçevede niçin sadece lokomotifin ihtiyaç duyduğu “kürekçilik” vazifesiyle yetindiğimizi sorgulayacağım.

Bununla birlikte, elbette Açe’de uluslararası konferansların ortak kuruluşu ve ilgi çevrelerin yakından bildiği Açe-Hint Okyanusu Araştırmaları Merkezi de (ICAIOS) unutulmamalı. Bu iki ana kuruma, Birleşik Krallık Güneydoğu Asya Çalışmaları Birliği (ASEASUK), Academia Britannica ve Açe Valiliği de destek veriyor.

British Academy ekibi kimlerden oluşuyor önce buna bakalım. Başında London John Russells  bulunuyor. Malay dünyasının gözde kaynak eserleri el yazmaları üzerine çalışmaları ile tanınan Russells, zamanında Londra Doğu Çalışmaları Merkezi’nde de görev yaptı. Öte yandan, halen London British Council’de çalışan ve Malay dünyası entellijansiyasının yakından tanıdığı Annabel Teh Gallop önemli rol oynuyor. Aynı zamanda, akademinin Ankara’da moderatörlüğünü yapan Andrew Peacock’u zikretmeliyim. Dr. Snouck Hurgronje’un torunları sınıflamama giren bir araştırmacı-akademisyen... Ankara’da olup da Türk akademisyenlerinden “istifade etmemek” İngiliz terbiyesine uygun olmadığından, birkaç isme yer verildiğini görüyoruz: Prof. İsmail Hakkı Göksoy ve Prof. İsmail Hakkı Kadı. Hocalar, ilgili oldukları alanlarda birer tebliğ sunacaklar.

Konferansın açılışında tabir yerindeyse ağır topların yer alacak. Kimleri kastediyoruz ‘ağır toplar’ demekle? Bir yanda oryantalist geleneğin Güneydoğu Asya’daki temsilcisi Prof. Dr. Anthony Reid, öte yandan, Endonezya İslamının son dönemde yetiştirdiği liberal eğilimiyle tanınan Prof. Dr. Azyumardi Azra. Azra’yı 17. yüzyıl Ortadoğu – Malay dünyası ilişkilerine dair kapsamlı çalışmasıyla tanıyoruz. Alanında önemli isimler Portekiz ve Osmanlı kaynaklarını eşzamanlı olarak ele alan “The Ottoman Age of Exploration” çalışmasını 2010 yılında yayımlayan Giarcarlo Casale.

Elbette Osmanlı ve Güneydoğu Asya derken, anadamarı Açe olan ve buradan Filipinlere hatta Doğu Asya’ya değin uzanan bir ilişkiler kervanından bahsediyoruz. Bu gerçeği söz konusu bu konferansta da görmek mümkün. Yani, sadece göklere çıkartılan II. Selim dönemi bağlamındaki ilişki değil, 20. yüzyıl başlarında Filipinler ve Japonya’ya kadar ulaşan bir  devamlılıktan bahsedilebilir. Ancak hatırlanması gereken bir şey varsa o da, ‘Türklerin’ Hint Okyanusu serüveninde bugüne kadar söylenenlerin “üstünlük kompleksinden” sıyrılamaması kadar, söylenmeyen daha pek çok şeyin olduğu kanaatindeyim. Geçenlerde bu bahsi kendisiyle tartıştığım Naqib Al-Attas’ın yardımcılarından Prof. Wan Mohammad Nor Wan Daud Avrupa ve Akdeniz havalisindeki anlatılardan hareketle “Türklerin bu üstünlük kompleksini hak edecek yeter nedenleri var” dediğinde, bu yaklaşımın Malay tarih ve medeniyetini görmezden gelecek düzeye varmasının tarihe hakaret olduğu yönünde karşılık vermiştim. Üstüne bir de şunu eklemiştim. “Bu öyle bir kompleks ki, II. Selim’in hazırladığı ancak gönderemediği 19 gemi hayaleti hâlâ birilerinin zihninde dolaşıyor. Bu basit gerçekliği bile çözememiş bir kitleden bahsediyoruz. İçinde sivil toplum çalışanlarından, devleti temsil makamındaki kimi kurumlardaki sorumlulara kadar genişçe bir kitlede aynı yanlış varlığını devam ettiriyor.” Bu kompleksin, örneğin 19. yüzyıl ikinci yarısında bir cariyeden pan-islamizm hikâyesi çıkartacak denli mantık dışına taşacak düzeylere vardığını görmekse insanın havsalasını zorluyor... Hint Okyanusu ve Güneydoğu Asya serüveninde Seydi Ali Reis’in Mirat’ul Memalik isimli seyahatname kategorisine giren çalışmasından başka, erken dönemlerde bölgeyi doğrudan temaşa etmiş bir yetkin Osmanlı mensubu bulunmaması da şaşırtıcı değil mi? Özelde Açe’ye genelde bölgeye gönderilen zanaatkar, alim vb. insanlar arasında kimsenin eline kalem değmedi mi diye sormak gerekiyor.

Türklerin, Malay ilişkilerinde takılıp kaldıkları yerdir Osmanlı. Osmanlı içinde de birkaç padişah. Oysa tüm gelişmeler böyle sıradan bir okumaya mı tabi tutulmalı? Ordunun başında sefere çıkmama geleneğinin başlatıcısı bir padişaha rol mü biçilmeli, yoksa padişahın politikalarına yön ve renk veren Vezir-i Azam’lara mı dikkat çekilmeli? Ya da, saraydaki bir Hint Okyanusu fraksiyonunun varlığını nasıl değerlendirmeli?

Örneğin, Osmanlı Devleti öncesinde Türklerin Hint Okyanusu ve Güneydoğu Asya ilişkileri nelerdi? Bir yerlerde değindiğimiz ve 1990’lı yılların ikinci yarısında bizzat Açe’ye giderek incelemelerde bulunma ilgi ve alâkasını göstermiş ve bugünkü Dışişleri mensuplarına örnek teşkil ettiğini sürekli ifade ettiğim, Büyükelçi Metin İnegöllüoğlu’nun kaleme aldığı 1994 yılında yayınlanan çalışma bir ipucu niteliği taşıyor. Ya da, bugün dahi Banda Açe’de Pande Köyü sakinlerinin sosyal hafızalarında epeyce yer etmiş Osmanlı öncesi Türklük olgusunun somut göstergelerinden biri köydeki mezarlıkta karşılığını buluyor. Peki, Pande adını ve önemini Açe’ye gidip gelmiş yüzlerce ya da binlerce Türk arasından entellektüel yeterliliğe sahip tek bir kişiden işittiniz mi diye sormam gerekiyor.

Kaldı kı, Türklerin bu coğrafyayla ilgilerini “idealize” etme yerine, coğrafyanın siyasi ve toplumsal bağlamlarını gözönüne alarak ilişkileri bir daha ele almakta faydalı olacağını düşünüyorum. Ne demek istediğimi biraz daha net ifade edeyim. Türk-Açe ilişkileri özelinde, “Açeliler yardım istedi” teranesine bir son verip, Açe neresidir, Açeli kimdir, Açe Güneydoğu Asya İslam tarih ve medeniyetinde ne gibi bir yer işgal eder, Osmanlı ile ilişkiler geliştirme niyeti neye tekabül eder türünden yöneltebileceğim pek çok sorunun cevabı verilebilmiş değil. Bu soruların cevapları da elde mevcut Osmanlı kaynakları dikkate alınarak anlaşılabilir bir yönelim göstermediğini, Türk tarihçi ve araştırmalarının ne zaman anlayabileceklerini de merak ediyorum. Daha İstanbul’daki Açe ile ilgili el yazmaların önemi konusunda bilgi dağarcığı sınırlı ve bulduğu belgenin önemini bir İngiliz’den öğrenecek kadar konuya vakıf olmayan akedamya mensuplarının yapacağı çok iş var... Bu kadarla da bitmiyor elbette sorumluluk. Bu işin, doğuda Çin, batıda Portekiz, Ortadoğu’da Hadramut (Yemen) kaynakları kadar ve de bizatihi Açe’nin kendi öz tarihi, felsefi boyutlar içeren el yazma eserlerine müracaat etmeden kesinlikle olmayacağı aşikâr. Bir başka ifadeyle, Malay el yazmalarında atıfta bulunulan Türk, Türkoman, Rum vb. kavramlarla ‘Türk’e yapılan atfı, salt Osmanlı Devleti muvacehesinde anlamak mümkün olmadığını, bunun ‘Türk’ olgusunun tarihin derin bir yerlerinde -belki de bize gizli kalmış- içerdiği anlamla ile irtibatlı olduğunu düşünmek de mümkün. Türk akademyasına düşen bu yüce görev niçin gerçekleştirilemiyor? Yaşadıklarımızdan hareketle bu soruya cevabımız elbette ki mevcut. Bunun için biraz geriye dönüp, 2005 Açe serüvenimi yad etmem gerekiyor.

Açe ile ilgili gelişmeleri sizlere aktarmaya başladığım 2005 yılının sonlarından bu yana sürekli gündeme getirdiğim bir husus var, Açe’yi anlamak için Açe’yi yakından mercek altına almak gerekiyor. Bunun için en önemli girişimin akademya tarafından yapılacağını ısrarla vurguluyorum. Daha o dönemde, Banda Açe’de tsunaminin geride bıraktığı kurumlardan birkaçını yakından görme ve yöneticileri ile doğrudan temas kurma imkânı bulmuş ve bu kurumları nasıl yeniden canlı bir araştırma ve bilim merkezi olacağı konusunda kafa patlatmış, Cakarta’da IAIN Şerif Hidayatullah Üniversitesi Rektörü ve “The Origins of Islamic Reformism In Southeast Asia: Networks of Middle Eastern and Malay-Indonesian ‘Ulama’ In The Seventeenth and Eighteenth Centuries” başlıklı eserin yazarı Prof. Dr. Azyumardi Azra’yı ziyaret etmiş ve onun yönlendirmesiyle o dönem asistanlığını yapan ve günümüz Endonezya’sında el yazmaları konusunda uzman Oman Fathurrahman’la görüşmüştüm. Akabinde, Fathurrahman Açe’ye geldiğinde irtibatımız devam etmişti. Kısa sürede beliren çözümleri ilgili kişi ve kurumlarla paylaşmayı tarihi bir sorumluluk addederek sürekli peşini kovalamıştım. Açeli bir entellektüel olan ve o dönem görev yaptığı BRR kurumunda Sosyal İlişkiler Müdürlüğü’nde çalışan Sahari Gani’nin bizzat hazırladığı Türk-Açe İşbirliği Komisyonu kurulması yönündeki ciddi yaklaşımını da hatırlatmadan geçmemeyim. Açe dolaylarında gezinip de bu tür işlerle uğraşamada ne gönlü ne bilgisi olanları bir yana koyuyoruz... Gelin görün ki, konuya sıhhatli yaklaşan bir tek yanıt almak mümkün olmadı. “Vallahi bizim haberimiz yoktu” diyenlere -sınırlı da olsa- sözüm yok elbette. Ancak kimler olduğunu söylemenin vakti geldiğinde, tarihin namusu adına, elbette kelimeler bir bir dökülecektir yazıya... Kitaplarımızı ve makalelerimizi okuyanların, Açe’yi ziyaret edip -ki aralarında gazeteci tayfası da bulunuyordu- mihmandarlığımızdan istifade edenlerin yakinen bildiği -ancak görmezden geldiği- el yazmaları, diğer kıymetli eserleri ile salt bir kütüphane değil, aynı zamanda, Açe kültürünen en nadide örneklerini barındırması dolayısıyla bir etnografya müzesi niteliği taşıyan “Ali Haşimi Kütüphanesi ve Eğitim Vakfı”, sadece Açe’nin değil, bütün Güneydoğu Asya Malay dünyasının en köklü el yazma kütüphanesi özelliğini taşıyan “Dayah Tanoh Abee” el yazma kitaplığı bunların başında geliyordu. Süreçte bu kurumlarla ilgili Tokyo Üniversitesi Yabancı Araştırmalar Merkezi’nin yaptığı katalog çalışmasıydı. Bu yayından sadece 500 adet basılarak ilgili el yazma kütüphaneleri veya akademisyenlere dağıtıldığını söyleyelim. Proje koordinatörü Yumi Sugahara, 2007 yılında Banda Açe’de kendisiyle yaptığım ropörtaj sırasında çalışmanın bir nüshasını hediye etmişti. (Oman Fathurrahman, Munawar Holil, Katalog Naskah Ali Hasjmy Aceh: Catalogue of Aceh Manuscripts: Ali Hasjmy Collection, the 21st Century Center of Excellence Programme “The Center for Documentation and Area-Transcultural Studies, Tokyo University of Foreign Studies, Tokyo, 2007.) Öte yandan, Almanya’dan Leipzig Üniversitesi’nden uzmanların, söz konusu kütüphanede kurdukları aylar süren “kampta”, elyazmaları dijital ortama aktarma yönündeki kararlı çalışmalarına tanık olduk. Bu çalışmayı kamuoyuyla paylaşmak amacıyla, akabinde İngilizce, Flemenkçe ve Arapça dillerinde bir internet sitesi (http://acehms.dl.uni-leipzig.de/content/below/index.xml?lang=ar) hizmete konuldu. Çeşitli vesilelerle dile getirdiğimiz ve yukarıda tekrarlama ihtiyacı duyduğumuz kurum ve kuruluşlarla işbirliği kadar, Türklerin Açe ve Malay dünyasındaki ilişkilerine dair başka kaynakların ve ipuçlarının olduğunu ifade edeyim. Ancak bunların gündeme getirilmesi, üzerinde çalışılması, Türk ve uluslararası kamuoyuna taşınması bir ekip işi olduğu da malum.

Tüm bu izahlardan sonra, yaklaşık birbuçuk yıl önce, Türkiye’nin köklü bir üniversitesinde Malay Tarih ve Medeniyet Bölümü’nün niçin kurulması gerektiğine dair yazıyı niçin gündeme taşıdığımız herhalde anlaşılmıştır.


 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Günün Başlıkları