Tahsin Gündoğan: ZAM'AN

Keşke diyorum hala “tarih çağları” panosuna bakmakla meşgul olan küçük çocuklar olarak kalsaydık…

Tahsin Gündoğan: ZAM'AN
17 Temmuz 2013 - 16:29

ZAM’AN

Çocukluğum/çocukluğumuz… Her birimizin başından geçen tatlı hadise…  Kasabadaki okulumuza yazılmışım, yaşım yedi… Okulda ilk günler, alışmaya çalışıyorum… Çocuğum daha, nerdeyse hiç birşeyden haberim yok, oyun oynamaktan başka bildiğim bir tek şey dahi yok aklımda…  Sınıfa bakıyorum, duvarda asılı olan okuma fişleri, resimlerle beraber açıklamalarının yazılı olduğu mevsimler panosu, o zaman bizim için devasa büyüklükte sayılabilecek olan yeşil renkli bir yazı tahtası, tebeşirler, boş panolar ve genellikle arkamızda kalan duvarda asılı olan bir başka devasa boyutlu geçmişten bu güne uzanan ‘çağlar’ın yazılı olduğu “tarih çağları” panosu… Şimdileri, o zamanı düşünüyorum da sanırım somut olarak zaman kavramını bu devasa “tarih çağları” panosu üzerinde öğrendik biz… Ama yanıldık… Öğrendiğimiz sadece kelime anlamıydı belki de… Tam olarak ne anlam ifade ettiğini hiçbir zaman anlayamadık zam’an’ın…

Zam’an nedir gerçekten? Gerçekte var mı? Yoksa sadece zihnimizin oluşturduğu ve türlü araçlarla somutlaştırmaya çalıştığımız bir çeşit akıl yanılsaması mı? Sanırım en doğrusu, başlangıç ve sonunun, herkesin ancak kendi ömrü kadar sınırlayabildiği, yorum yapabildiği lakin gerçekte başlangıç ve sonunun olmadığı sonsuz bir kavram… Koskocaman bir boşluk… Saatlerin tik tak sesleri arasında geçen bir ömür…

Hayatımızdaki küçük küçük an’lardan oluşan/oluşmuş/oluşacak olan bir zam’an… O devasa panonun önünde geride kalmış onca yılı öğrenmeye çalışırken, aslında küçük küçük an’lardan inşa edeceğimiz onca yıllık bir zam’an’ı da geride bırakmışız farkına varmadan…

Geride bırakılan zam’an, pişmanlıklar ve telaşlar içerisinde pek de yaşanamayan bugün’lerden oluşur belki de… İnsanın aklını sürekli meşgul eden bir dünün içindedir, yaşamış ve bitirmiştir. Ya da şu an içinde bulunduğu an’ın bir yarını olacaktır. Bir saniye, bir dakika, bir saat, bir gün, bir ay,bir  yıl ya da daha sonrası… Ancak ne zaman ölüneceği bilinmediği için hayat sonu olmayan bir yolmuş gibi gelir insana… Bu yüzden gelecek zamandan yani yarın(lar)dan hep bi’ telaş hissi duyulmaktadır… O halde elimizde kalan sadece şimdiki an’dır. O’nun bile bir dakikası geçmiştir şu an...

Ömrümüzden bir dakika daha çalmıştır zam’an… Tolstoy’un iki küçük faresi gibidir… “Ya sen düşeceksindir ağaçtan ya da fareler ağacı sökecektir yerinden…” Er ya da Geç… Bu dakikalar birleşip bize ayrılan zam’an bir son bulacaktır…

Bize ayrılan bu zaman içerisinde herkese eşit de davranmaz… Mutlu olanlar için hızla akıp gidecek kadar nankör, bekleyenler ya da sıkıntılı olanlar açısından yavaş ilerleyecek kadar gamsız… Sonsuz denilebilecek kadar geniş… Şair’in de dediği gibi “zaman ki sonsuzdur, bitmemiş şiirler gibidir/Bazı hüzünleri, bazı nehirleri tutup anlatmak gibidir…”

 

Bu sonsuzluk kadar geniş zam’an’ı, kimi anlarda duvara atılan bir çentik ile ya da koparılan takvim yapraklarıyla takip etmeye çalışırız… Bu aletler aslında o’na kesinlik katabilmek için uydurulmuş ve o’nun gerçekliğine bu şekilde inanmaya çalıştığımız ucu bucağı olmayan birer mefhumdan başka bir şey değildir…

Bazen zam’an acımasızdır. Değer vermiş olduğunuz kutsalınıza karşı, ihanet pususuna yatmış olan bir düşman gibi davranacaktır sürekli. Sıkı dostluklara, derin aşklara, güzel arkadaşlıklara, mutlu aile ilişkilerine, kurulan sonsuz hayallere ihanet eder çoğu zaman… Ya da Aişe Okay’ın, kendisine “saat kaç  görebiliyor musun?” diye sorulan küçük bir kızın, saati olmadığı halde bileğinin üst kısmına dişleriyle oluşturmuş olduğu saat izine bakıp “saati görmüyorum ama onu hissedebiliyorum” demesi kadar gerçek ve bi’ o kadar da acıdır aslında…

Zam’an’a müdahale edebilme şansı yoktur kimsenin…. Kimselere aldırmadan “kültablasına bırakılan bir sigara misali” yanar gider… İster içersin kendine has olan tadını alırsın, istersen bırakırsın o kendi bildiği şekilde yanmaya devam eder ... Her ikisinin de  sonucu kül olmaktır ancak bir taraf varoluşunun gereğini yerine getirmenin verdiği huzurla tabağa dolmuştur, diğeri ise boşu boşuna… Biz ise sadece akıp giden zamanın ardından daha iyi nasıl tüketebiliriz, nasıl kullanabiliriz ya da nasıl yaşayabiliriz gibi sorulara cevap aramakla geçirmişizdir bu zam’an’ı…

Ancak bu sorulara bir cevap bulunamadığı zaman suç her  zaman zam’an’a atılır… Lakin sanıldığı gibi zam’an’ın hiç bir suçu yoktur… Suç aslında; “hayatı, her sabah başucunda çalan alarmı ‘beş dakika daha diyerek’ ertelemek kadar basit bir olay sayan bir insaoğlunun, beş dakika daha diyerek sürekli ertelemiş olduğu o an’ını ve ertelemenin sonucu olarak kaybetmiş ya da vazgeçmiş veya ‘ertelenmiş an’ının hüzünlü sonuçlarını’ sonradan, ‘zaman her şeyin ilacıdır’ diyerek zamana bırakması kadar ‘ironinin dibine vurmuş bir saçmalıktır’…”

Keşke diyorum hala “tarih çağları” panosuna bakmakla meşgul olan küçük çocuklar olarak kalsaydık… 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum