Sahaflık mesleğinde bir devir kapandı

Osmanlı’dan günümüze sahaflık mesleğinin adresi olan Sahaflar Çarşısı’nda üç kuşaktır bu mesleği sürdüren ve hatıralarını kitaplaştıran Turan M. Türkmenoğlu çarşıdaki çınarların göçtüğünü ve bir tek kendisinin hayatta kaldığını belirtirken, bir devrin de kapandığını dile getiriyor. Türkmenoğlu, eski değerli kitapların sahaflara çuvallarla geldiği dönemlerden birinin dedesi döneminde olduğunu, diğerinin ise kendi çocukluğunda konakların yıkıldığı döneme denk geldiğini söylüyor. Dedesinin dönemini anlatırken, “Kapıların önüne çuval çuval kitaplar bırakılmış. Kimi esnaf kitapları sabah dükkana geldiğinde içeri alır kimisi ise korkup komşu dükkanın kapısına itermiş” diyor.

Sahaflık mesleğinde bir devir kapandı
28 Ağustos 2023 - 09:19
Sahaflık mesleğinde bir devir kapandı
Ayşe Olgun

Sahaflar Çarşısı’nda üçüncü kuşak sahaflık mesleğini sürdüren Turan M.Türkmenoğlu geçtiğimiz aylarda “ Sahaflar Çarşısı’nda Görüp İşittiklerim” adlı kitapta hatıralarını yazdı. Kitap dede mesleğini sürdüren Türkmenoğlu’nun ailesinin bu mesleğe girişinden başlayarak çarşının dününü ve bugününü anlatıyor. Bugün mesleği dördüncü kuşak olarak oğlu Burak Türkmenoğlu ile birlikte devam ettiren Türkmenoğlu ile Sahaflar Çarşısı’nı esnafından müdavimlerine kadar geniş bir yelpazede konuştuk. Buyrun.


Sizin sahaflık hikayeniz dedenizle başlıyor değil mi?

Evet, büyük babamla.


Bu mesleğe ilk başladığı yıllarla ilgili neler anlatırdı büyük babanız? Nasıl girmiş bu mesleğe?

Büyük babam İstanbul’a, Kütahya-Gediz’den geliyor. Zeytinburnu İmalat-ı Harbiyye Mektebi’ne kayıt yaptırıp tahsile devam etmeye başlar. Mektebin son senelerinde iken bir gün atölye çalışmaları esnasında top kundağı yaparlarken karşı tezgahta çalışan bir arkadaşından sıçrayan çelik parçası sol gözüne isabetle bu gözün görme hassasını kaybetmesine sebep olur. Böylelikle çok cüzi bir maaşla vazife malulü olarak tekaüte sevk olunur. Kitaplarını Harbiye Nezareti’nin tam karşında bugün Beyazıt Karakolu olan yerde bulunan Maliye Nezareti’nin önünde sergi açarak satıp yol harçlığını çıkarmaya çalışıyor. Büyük babam akşamleyin birisinden bir kucak kitap satın alıyor, sattıklarından fazlasını uygun fiyata alıp eve dönüyor ve ertesi gün de bu kitapları satıyor. Böyle birkaç akşam sattığı kitapların parasıyla daha fazla kitap alarak onları da birkaç hafta satarak kitapla para birikiyor. Valide hanım diyor ki “Mustafa hadi memlekete gideceğiz oğlum, hadi bunları yük etmeyelim oğlum.” Dedem de “Anne gideriz,” derken günler haftalar aylar oluyor. Sonra anlaşılıyor ki memlekette büyükbabam için “gitti de asker olamadan geldi” denilmesin diye burada oyalanıyor. Çünkü aileden birkaç tane Bahriyede subay olan var. Onun ezikliğini duymamak için memlekete gitmekte imtina etmiş. Sonuçta para birikiyor, burada ev sahibi oluyor. Evleniyor.1901 yılında ilk dükkanını açıyor. Daha sonra Çarşının girişindeki Beyazıt Camii minaresinin dibinde mülkünü aldığı bir dükkân var. Yangına kadar o dükkânda babamla beraber çalışıyorlar.

Sahafların ilk adresi yangından önce Beyazıt Camii önünde mi?

Evet eskiden minarenin dibinde ve karşısında böyle bir sıra dükkân var. Yangından sonra istimlak edilip kamulaştırılan Hakkaklar Çarşısının bulunduğu yere yeniden çarşı kurulunca ilk yapılan iş Belediye İl Genel Meclisinden Sahaflar Çarşısı ismini almak olmuş. O güne kadar Sahaf ismi çarşı olarak geçmiyor, Kapalı Çarşı’da Sahaflar Sokağı vardı. Bizim burası Hakkaklar Çarşısı olarak geçiyor. 1974 yılında ben babamın yanından ayrılıp köşedeki dükkânı geçtiğimde bir bakırcı arkadaşım Gündağ Kayaoğlu dedi ki ‘Sen sahafsın, tabelana sahaf yazman lazım’. Böylece ben de tabelama sahaf yazdım. Benden sonra da eski kitap alıp satanlar dükkanlarına sahaf yazmaya başladılar. O zaman bir araştırdım ki sahaf adını benden önce kullanan kimse yok. Büyük babam sahaf kullanmamış, babam kullanmamış. Raif Bey’in dükkân fotoğraflarına bakıyorum. Kitapçı Raif diye geçiyor.

Sahaflar Çarşısı eski yazıyla kitapların alınıp satıldığı bir adres. Peki Harf İnkılabı buradaki sahafları nasıl etkilemiş?

Harf inkılabından sonra sahaflarda geçici bir durgunluk oluyor. Çünkü ellerinde Osmanlıca ya da Arapça kitap olanlar bunları alıp satmaktan korkuyor jandarmanın ya da polis baskınına uğrayacağız diye. Bu dönemde eski kitapları, el yazması eserleri yakanlar, gömenler, kuyulara atanlar oluyor. Mesela babam babasından dinlemiş: Bir sabah dükkânı açmaya geldiklerinde dükkânının kapısında çuvallar varmış. Evdeki kitapları geceleyin atmaya, yakmaya kıyamayan birileri getirip gizlice sahaf dükkanlarının önüne getirip bırakmış. Kimi esnaf kitapları sabah dükkana geldiğinde içeri alır kimisi ise korkup komşu dükkanın kapısına itermiş. O dönem batan da çok büyüyen kitapçılar da var.

Yeni harfle kitap basanlara devlet destek verdi

Harf İnkılabından sonra nasıl bir değişim oluyor çarşıda?

Yeni harflere geçildiğinde buradaki sahafların bir kısmı Bab-ı Ali’ye taşınıyor. Maarif Kütüphanesi mesela. Ondan sonra Remzi, İkbal gibi yayıncılar bu çarşıdan gitmedir. Devlet teşvikiyle bunlar kitap basıyorlar. Yeni harflerle basılan kitapların zaten müşterisi hazır, devlet kendi alıyor, okullara dağıtıyor. O dönem devletle çalışıp yeni harflerle kitap basanlar çok büyük paralar kazanmış. Ama burada kalanlar ve eski kitapları alıp satanlar o dönemde de kanaatkârlık yapmış. İnkılap, Kanaat, Remzi böyle büyüyor. Hâlbuki burada kalmaktan vazgeçip Bab-ı Ali’ye inmiş olsaydı dedem devlet teşvikiyle dört tane kitap basmış olsa önü açılacaktı.

Sahaflar Çarşısı’nın açılış gününde Turan M.Türkmenoğlu’nun babası Adnan Türkmenoğlu konuşma yapıyor.

Burada sizin dedeniz gibi kalmayı tercih eden diğer sahaflar kimler?

Raşid Efendi, Hacı Muzaffer Ozak, Büyük babam Mustafa Türkmenoğlu, Nizamettin Bey. Ayakta çok az esnaf kalıyor bu çarşıda. Mesela yangından sonra buraya 23 dükkan yapılıyor. Ama sadece 15 sahaf bulabiliyorlar düşünün. 23 dükkanı doldurmak için çevrede kasaba, fotoğrafçıya, çorapçıya sahaflık yapmaları için dükkan vermişler.

Sahaflar ikinci hareketliliği ise özellikle 1950’lerden itibaren konaklardan çıkıp apartmanlara taşındıkları yıllarda yaşadığını yazıyorsunuz kitabınızda.

1954- 55 yıllarında imar hareketinin yeniden başlamasıyla oldu. Bugün kentsel dönüşüm var ya, o zaman da bu eski artık ahşap evlerin kullanılmayacak hale geldiği bir dönem. Öte yandan yollar açılmak için yapılan istimlaklar sonucu herkes yerinden oynadı. Yeni piyasalar açıldı. Karadeniz’den gelen büyük bir kalfa akımı burada müteahhit oldu. Bu müteahhitler konakları yıkıp karşılığında 3-4 katlı binalar yaptı. Eski dededen kalma evler yıkılırken de çatıda, tavan arasında, bodrumda babadan dededen kalma kitaplar gün yüzüne çıktı, sokaklara saçıldı.

Eski kitaplar kilosu 30 kuruşa satıldı

Bu geçiş yıllarından neler hatırlıyorsunuz?

Konaktan apartman dairesine geçiyorsunuz. Yoldan çeviriyorlar eskiciyi. Oğlum burayı boşalt, al götür; neredeyse üstüne para verecekler, o şekilde buraya gelirdi kitaplar. Kilosunu 30 kuruşla başladık böyle eski kitapları almaya.

Kiloyla kitap alma dönemi. O dönem mi başladı?

Tabii. Zaten çuvalla geliyor. Herkesin aşağı yukarı dükkânında bir kantar vardı. Bizimki 16 kilodan fazla tartmaz. Çentik atarlar ona. Giderek fiyatlar yükselmeye başladı. Bu Süleymaniye’deki eski ahşap evlerde kalırdı eskiciler ve birbirlerini tanıdıkları için de zaman içinde piyasayı yükselttiler. Sonra 60 yaptılar derken fiyatlar aralarında koordine olarak yükseldi.


Böylece eski kitapların piyasasını eskiciler oluşturdu yani?

Tabii ondan sonra daha da ileri gittiler. “Kabala Pazar” diye bir şey icat ettiler Kabala toptan demekmiş. Niğdeliler, Nevşehirliler kabala dermiş buna. “Kabala Pazar” deyip çuvalın tamamına fiyat isterler. Pazarlık eder alırsınız. Ama hem bereketliydi hem de içinde önemli kitaplar çıkıyordu bu çuvalların. Evinde eski kitap olanların bir kısmı utandığı için “ya buna mı ihtiyacı var” diyecekler diye bizi gizlice çağırırdı. Bir kısmı da “ya bunlar nedir” deyip küçümsediklerinden satardı. Babamın motosikleti vardı o yıllarda. Atlardı motosiklete, ben de arkasında sarılırdım beline, eski evlerden kitapları almaya giderdik.

Çarşının ortasına Ali Emiri sandalye atarmış

Ali Emiri Divanu Lügati’t Türk eserinin tek orijinal nüshasını sahaflarda böyle gelmiş çuvallarda bulmuş. Konakların yıkıldığı sizin dönemde de böyle önemli kitaplar çıktı mı?

Gelmiş, gelmiş. Ben ya İsmail Abiden ya da Nizamettin Beyden dinlemiştim. Ali Emiri Efendi’nin küçük bir sandalyesi varmış, Çınar altının oraya sandalye koyarmış. Koltuğunda kitap olan kim varsa çevirirmiş. Satmaya mı götürüyorsun? Evet, önce ben görecem dermiş. Ve buradaki esnafta buna itiraz etmezmiş. Nasıl olsa hocada vardır bu, ondan bize gelir diye göz yumarlarmış.


Konaklardaki kitapların çuval çuval geldiği dönemden başka ne hatırlıyorsunuz?

Çuvalların içinden çıkan çok önemli kitaplar vardı elbette. Günlerce burada müzayede tertip ediliyordu. Yani kitaplar kamyonla geliyor. Çuval çuval. Çuvalların boşalıp tasnif edilmesi 1 hafta 10 gün sürüyordu. Duruma göre Hacı Muzaffer Ozak Efendinin dükkânında ya da İsmail Akçay abinin dükkânında tasnif edilirdi. Ben herhalde ilkokul son sınıfta filandım. Mazarakis, Frenç Amerikan Kitabevinin deposunu satıp Yunanistan’a gitmiş. Kapının girişinden avluya ve dükkanların önü aşağı kapıya kadar kitap yığılıydı. Bütün esnaf ortak oldu onlara. Öyle bir daha da bereketli bir depo buraya gelmedi.

Sahafların şeyhi olarak bilinen Muzaffer Ozak’ın devri o yıllar aynı zamanda değil mi?

Hacı Muzaffer Bey’in tabii

ismi büyüktü. Anadolu’dan mutlaka bir tarikat ehli birisinden tavsiye ile gelir ya bulamadığı kitapları temin eder ya da elden çıkarmak istediği kitapları için yardım isterlerdi. Çarşı canlılığını ona borçluydu biraz da.

Çarşı’nın unutulmayan sahafları

Çarşı ile ismi müsemma olmuş kimleri sayabilirsiniz?

Hacı Muzaffer Beyi anlattım. Ekrem amca vardı, babası Hulusi Karadeniz Gürcistan’dan bastonunun içine çay saklayıp Türkiye’ye getirerek ilk çayın Rize’de yetişmesine sebep olan kişi. Aynı zamanda da alim bir insan. 12 numaralı dükkanın ilk sahibi. Aşağıda 20 numaralı dükkanın ilk sahibi İsmail (Dilmen) amca daha sonra İbrahim Manav vardı geçenlerde vefat etti. Son zamanların en tanınmış sahafıydı. Onun yanında Raşit Efendi’nin damadı Necati (Alpas) bey vardı. Sonra oğlu Orhan bir müddet çalıştırdı nedense dükkanı kiraya verip kendisi Sultanahmet’te turisttik kitap, minyatür ve eşya satmaya başladı. Benim yetiştiğim önemli sahaflardan birisi de 1970’lerde vefat eden Nizamettin (Aktuç) beydi. 2014 yılında vefat eden İsmail (Akçay) abi vardı o da burada musiki kitapları satardı. Bazen öğrenciler gelir “amca bizim paramız yok kitabı alıp fotokopi çektirip getirelim” derler kitabı alıp giderlerdi. Ama İsmail abi bir başkası kitap istediğinde yine verirdi. Onun dükkanında Cuma namazından sonra kıdemine göre insanlar dükkanda oturur ve sohbetler edilirdi. Bazen bu sohbetlerde tartışmalar da çıkardı. Mesela İsmail abi Harf İnkılabına karşıydı. Biri de bunu savununca İsmail abi misafire de bir şey diyemez ama yüzü sinirden kıpkırmızı olurdu. Yine bu sohbetlerde sık sık edebi dedikodular da yapılırdı. Bunları da ikinci kitabımda yazmayı düşünüyorum. Yine Aslan Kaynardağ vardı. Üniversite hocalarının daha çok gelip gittiği bir dükkandı.

Bu dükkanı daha sonra siz devralıyorsunuz değil mi?

Sağlık sorunlarından dolayı Aslan Kaynardağ dükkanı devredeceği zaman ben talip oldum. O da oğlumun adına dükkanı devredeceğini söyledi. Böylece oğlumun adına devraldık. Ama Aslan beyin yerini doldurmak kolay değil. O bir filozoftu. Entelektüel bir kişiydi. Kulvarlarımız farklıydı daha doğrusu. Onun yanında Ali Ertem vardı. 70 yaşından sonra hukuk fakültesini bitirdi okumaya meraklıydı. Bir sonraki dükkan Nadir Onan’ındı. Nadir bey hassas biriydi ve çok dert yandığı için esnaf ona Muzdarib Nadir ismini takmıştı. Bir ara Aziz Nesin ile ortaklık yapmıştı. 1962 yılında Kerim Sadi’nin Osmanlı İmparatorluğunun Dağılma Devri ve Tarihi Maddecilik isimli kitabını basmışlardı ancak kitap satmayınca ortaklık da bir süre sonra bitti. Nadir abiye biraz da borç takmıştı bir daha da uğramadı. Nadir abi de bir daha yayıncılık yapmadı. Oğlunun adı Recep Doğan idi. Yayınevinin adını da Doğan Yayınları koymuşlardı. Nadir abi Hacı beyin yeğeni ile evliydi.

Hacı Muzaffer Menderes anısına üç fidan dikti

Çarşıda Hacı Muzaffer Ozak’ın diktiği ve bugün biri kurumuş üç ağacın bir de hikayesini anlatıyorsunuz kitapta?

İbrahim Müteferrika’nın büstünü koyacağımız zaman bu ağaçlardan biri kurumuştu sökmek istedik ancak o zaman dediler ki bu ağaçların manevi anlamı var sökemezsiniz. O zaman bu ağaçların Hacı Muzaffer Ozak tarafından idam edilen üç devlet adamının anısına dikildiğini öğrendik. Kuruyan ağacın yerine de Hacı Bey’in oğlu Cüneyt Bey, dikti ama fazla büyümedi. Çarşının ortasındaki çınarı ise babam 1953 yılında dikmiş bugün 70 yaşında.

Yayıncılar Cağaloğlu’na indi

Sahaflar aynı zamanda yayıncılık da yaptı o zaman?

Herkes yaptı diyemeyiz. Eski sahafların pek yayıncılığı yok. Daha sonra kendilerine bir alan açmak istediler. Ağırlıklı olarak bir numara başladı yayıncılığa. İhsan Manavoğlu önce burada yayıncılığa başladı. 1950’lerde. Orhan Kemal, Rıfat Ilgaz gibi yazarların ilk kitaplarını bastı, Hababam Sınıfı’nı ilk yayınlayan odur. Daha sonra da Cağaloğlu’na taşındı. İbrahim Derbeder onun tezgahtarıydı. Bir müddet sonra dükkanı devralınca o da üniversite yayınlarını satmaya ve yayınlamaya başladı. Sonra piyasada bir eksikliği fark edip Alevilikle ilgili kitaplar basıp sattı. Belki bini geçmiştir bastığı kitap. Daha sonra o da Cağaloğlu’na taşındı. Biz burada yayıncılığa devam ediyoruz. Bugüne kadar bastığımız kitap sayısı herhalde 200’ü geçmiştir.

Yayıncılıktan kazanılan para otelciliğe gitti

Yayıncılığı büyütenler o zaman burada kalmadı. Cağaloğlu’na taşındı diyebilir miyiz?

Hatta bir süre sonra yayıncılığı da bırakıp otelciliğe başladılar. Yayıncılığın yanında biz de de Cağaloğlu’nda eski bir bina alıp otelciliğe başlayanlarımız da var. Yayıncılıktan kazanılan para turizme gitti.


Başka sahaflardan otelciliğe geçen kimse var mı peki?

Üç tane sahaf biliyorum ben yayıncılıktan sonra otel sahibi olan. İki tane de büyük müteathitimiz var. Bir tanesi Şemsettin Yeşil’in oğlu Ezan bey, diğeri de Hacı Beyin oğlu Cüneyt bey onlar inşaat işi yapıyormuş öyle duydum. Onların babalarının ocakları burada devam ediyor ama kendileri başka iş yapıyor buraya uğramıyorlar.

12 Eylül’de komutan sahaf dükkanlarını yıkma emri verdi

Sahaflar Çarşısı Türkiye’nin siyasi rüzgarlarından da sık sık etkilenmiş. Mesela kitabınızda 12 Eylül döneminde dükkanlarınız için yıkılma kararı çıktığını yazmışsınız. Sonra nasıl kurtarıldı?

Çarşımızda Adana şalvarı giyen ve pala bıyıkları olan bu yüzden bizim Pala dediğimiz bir bekçi vardı. 12 Eylül sonrası bir gün sabah çarşıya geldik ki bekçi pala bıyıklarını kesmiş. Güldüm tabi. Bekçi de dedi ki “benim bıyıklarım gitti ama sizin dükkanlar gidecek”. Meğer Eminönü bölgesinden sıkı yönetim dönemi sorumlu olan komutan gelip bekçinin bıyıklarına kızıp “onları keseceksin’’ demiş. Sonra da bizim dükkanları gösterip bunlar da yıkılacak demiş. Çarşıda birkaç dükkan sonradan çarşıya eklenmişti ve bunların yıkılması emri vermiş. Biraz sonra siyah bir Reno ile geldiler. Önde Sami bey arkasında yardımcıları çarşıya girdi. Ben etrafta dolaşıyorum tabi tedirgin bir şekilde. Şoför bana gelip dedi ki: Sakın bey, abi gibi ifadeler kullanma komutanım demezsen seninle konuşmaz. Dedim “biz askerliği bitirdik.” “Yok” dedi “öyle konuşacaksın. “ Bu arada da o da “şunu yıkın bunu kaldırın” diyor. Göze hoş gelmeyen bir görüntü var bundan hoşlanmamış. Ben neyse bir fırsatını bulup konuştum beni şubeye çağırdı. Gittim orada da çarşının evvelini ahirini ayrıntılı olarak anlattım. Sonra bir mimar çağırdı ve “birlikte proje üretin” dedi. Tek tip aynı metre kare büyüklüğünde dükkanlar çizdi mimar. Komutan bize dedi ki “bunları yapmak için size üç gün müsaade.” Bir demirci bulduk, marangoz bulduk ve bir gecede onlar yaptıkları demir iskelete, ahşap vitrinleri getirdi ve sabaha kadar yerleştirdik. Pazartesi buradan geçenler şaşırdı bu dükkanlara ne oldu diye. Ama bununla da işimiz bitmedi. Bu sefer parke taşlarını beğenmedi ve onları söktürdü. “Yere çiniler döşeyeceksiniz” dedi. Tabi çini döşemek çok masraflı olduğu için topladığımız parayla bu parke taşları yaptırdık neyse kabul etti fakat bu sefer kapıları eski diye söktürdü ve demir kapı yaptık. Ama sonra bize bir gün bir dava açıldı yaptığımız parkelerle ilgili.

 

Parke taşlarına siyasi dava

Kim açmış davayı?

Buradan geçen biri dava açmış. Neymiş parke taşları o dönem kurulan ANAP’ın amblemindeki petek şeklindeymiş biz de ANAP’ın propagandasını döşediğimiz taşlarla yapıyormuşuz. Neyse bu davadan da sıyrıldık bu sefer de iki ama genç geldi. Dedi ki “sizin bu döşediğiniz taşlar bizim bastonumuzla yol bulmamızda zorluk çıkarıyor”. Sitem etti gittiler. Sonra Sami bey beni tekrar çağırdı ve Beyazıt Meydanı’na yeni düzenleme yapacaklarmış bize de “ne yapalım” diye fikir sordu. Ben de eskisi gibi meydana bir havuz yapılmasını söyledim. Dedi ki bizim bütçemiz havuzu karşılamıyor içine toprak doldurup çiçek havuzu yapalım. Söylediği komik bir şey ama karşınızdaki asker olunca pek bir şey de diyemiyorsunuz. Sonra döşediği taşlarda hanımlar topuklu ayakkabıyla yürüyemiyormuş. Şikayetler gelince bunu iletmeye yanına gittim ve taşların arasına dolgu malzemesi döküldü ve biz zamanla komutanla baba oğul gibi olduk. Ama bugün bakınca koskoca askeri komutan meydana ne yapılacağını bize gelip o dönemde de sordu da bugün Belediye Başkanı meydana şu taşları döşerken gelip bize bir fikir bile sormadı. Bizim komutan da emekli olduktan sonra Türk dünyasının kadın şairleri üzerine araştırma yaparak geniş bir dosya hazırladı. Bu kitabın Kültür Bakanlığı’nda basılması için de beni aracı etti ama basılamadı. En son Çamlıca’da askeriyenin huzur evine yerleşti.

 

İbrahim Müteferrika çarşıda kambur oldu

İbrahim Mütefekkira’nın heykeli de yine aynı dönemde dikiliyor değil mi?

Çarşıda boş bir alan vardı birileri gelip oraya dükkan yapar diye bir heykel koyalım dedik. Önce Atatürk büstü koyacaktık. Çünkü Atatürk büstü dikmek de sökmek de kanuna tabi ve kimse kolay kolay kaldıramaz. Bakırcı dükkanlarından birisine biri satılsın diye bir Atatürk büstü bırakmış. Dükkanın sahibi dedi ki “20 bin lira istiyorlar”. Ben büstü hem esnafa göstermek hem de deliklerinin yerini belirlemek için çarşıya getirdim. Hem de komutana göstereceğiz. Sami Albay ertesi gün gelip dedi ki “ Atatürk istismar olur hem her yerde Atatürk büstü var. Mesleğinizle de alakalı değil. Siz Sahaflara uygun birinin büstünü koyun buraya.” Biz de tamam deyip büstü bir iki saat içinde tekrar dükkana götürdük. Bu defa polisler gelip “burada büst vardı kim söktü” diye bizi karakola çağırdı. Neyse durumu anlattık biz denemek için getirmiştik falan dedik de kurtulduk. Bu defa İbrahim Müteferrika çizimleri topladık ve onun büstünü yaptırmaya karar verdik. Sanat Tarihçi Selçuk Mülayim’imden yardım istedik o da bizi Erol Kınacı diye bir sanatçıya yönlendirdi. Çizimlerimizi ona verdik Atatürk büstü için topladığımız 20 bin liraya da anlaştık. Kınacı dedi ki “ Ben Almanya’ya gideceğim fazla zamanım da yok. Bu son yapacağım heykel olacak”. Siparişimizi verdik ve bize teslim edeceği gün bir daha atölyeye gittik ki hiç İbrahim Mütfererika’ya benzemeyen bir büst. Tabi itiraz ettik. Ama o da “Siz sanatçının yorumuna nasıl karışıyorsunuz ben yorumladım”dedi. “Bu yorumdan çıkmış adamı kambur yapmışsın “ dedim. “İstemiyorsan al paranı ver heykeli” dedi. Biz de günü kurtarmak ve albaya elimiz boş dönmekten korktuğumuz için mecburen alıp geldik. Tabi çarşıdan geçenler de zaman zaman “Müteferrika kambur olmuş” diye laf atar.





Yazı ilk olarak 27/08/2023 Pazar Yeni Şafak gazetesinde yayınlanmıştır.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum