Ömer ERDEM

Ömer ERDEM

[email protected]

Çocukları eğit(eme)mek ya da...

03 Haziran 2024 - 09:53

Eğitim yol ve yöntem göstermektir. Eğitici bundan vazgeçip öğrenciyi kendisine benzetme hedefine yönelince sapmalar kaçınılmaz hale gelir. Hele toplumun ortak şuur, niyet ve birikimi olmaktan çıkıp gücü bir süreliğine eline geçirenin ideolojik rengine bürünmeye başlayınca eğitimde çanlar hepten çalmaya başlamıştır demektir. Kabul edilmelidir ki nitelikli eğitim tarih boyunca hep seçkinlerin ayrıcalığı olmuştur. Ulus devletlerin doğuşuyla birlikte hem ulus devlet fikrini genele yaygınlaştırmak hem de sanayi çağıyla çeşitlenen iş ihtiyacını patronun/ devletin adına işleyecek insan ihtiyacından dolayı kitlesel eğitim gündeme gelmiş bu uğurda çalışmalar hızlanmıştır. Batıdaki eğitim hamlelerinin kökeninde milliyetçiliğin yatması ise ayrıca düşündürücüdür. Dileyen Jules Payot’nun dilimize İrade Terbiyesi adıyla çevrilen kitabına bakabilir. Fransız milliyetçiliğinin başta Alman ve İngilizlere karşı nasıl kabardığını görebilir. Fransızlar için eğitim Avrupalı rakiplerini altetmenin amacıdır. Sömürgecilik hedefleri de dahildir bu amaca.

Eğitim sadece okula hapsedilecek bir mesele olmadığı için katman katman ve dalga dalga açılımlara sahiptir. Söz konusu olan çocuk olduğunda hele, aile, çevre, toplum ve dünyayı hepten ilgilendirir. Eğer çocuk anne karnına düştüğü andan itibaren hak ettiği sağlıklı süreci yaşayamazsa doğum sonrasına dezavantajlı başlayacaktır. Doğumla beslenme, anne baba ile büyüme, yakın ve dolaylı merhamet gibi destekler onun kişiliğini belirleyecektir. Türkiye’de azalan doğurganlık oranı ekonomik, sosyolojik ve felsefi bir dizi gerekçeyi barındırır sonunda. Anneler çocuklarından mahrum oldukları gibi çocuklar da annelerini akşam vakti görebilmektedirler. Kreş gibi sosyal ve psikolojik destekli kurumların yetersizliği ortada iken bir çocuk ve aile selametinden söz edilemez. Anaokulu çağı ise hala zor ve çetin bir süreçtir. Mekan, uzman, kaynak yetersizlikleri had seviyededir. İlkokul çağı ise hepten yetersizliklerle örülü. Sınıflar, okul binaları, yetkin eğitimci ve yönetici sorunları halka halka birbirine ekleniyor. Türkiye’nin seçkin ve parası olanların dışında bir eğitim sahibi olmadığını kabul etmek en hakikatli hükümdür. Müfredat bu süreçte sadece detay hükmünde kalır.

Eğitim, yöntem, idealizm ve insan ( öğretmen) üçgeninden kurulu bir ocaktır. Yöntem ve idealizmi öğretmen kendi uhdesinde taşır. Öğretmen meselesini sonuçlandıramamış bir sistem yerinde saymaya, bürokratik ve sosyo- ekonomik bir etkinlik etrafında dönmeye mahkumdur. Doğaları gereği müfredatların ucu açık sistemler olması ve öğretmenlerce güncellenip geliştirilmesi gerekir. Öğretmen falan iktidarın falan ideolojinin falan sosyal sınıfın değil toplumun ortak ve damıtılmış öznesi olmak durumundadır. Bu açıdan sendika, dernek, vakıf gibi yapıların aradan çekilmesi, öğretmen özerkliğinin mutlak sağlanması gerekir. Öğretmen kendi varlığında bilgi ile insani değerleri pedagojik süzgeçten geçirerek öğrenciye yöntemiyle sunabilen kişidir. Bu bağlamda bir tür insan sanatıdır onun yaptığı.

Müfredatın sadece bir tartışma meselesi değil iktidar kavgalarına sahne olması sebepsiz değil. Jakobenlik kendince gelenekler de oluşturdu çünkü bizde. Toplumun ihtiyaçları, insanın hakları ve çağdaş yöntemler sağduyu ile derlenip bir eğitim yolu olarak konulamadığı için ülkemizin tarihi insan ve kaynak israfının da tarihidir. Her müfredat için sadece zaman değil bilgi ve kaynak da kullanılır. Eğitimin aynası ise hastane koridorunda yürüyen, otobüs durağında bekleyen insandır. O insanın davranış ve üretme biçimine bakarak neyi başarıp başaramadığınızı anlayabilirsiniz. Eğitim hakkının devlet ve toplum eliyle kısırlaştırılıp insan tekinin elinden alınması çağdaş bir suçtur. Ortalama bir yöntemle her insan makul derecede eğitilebilecek iken bunun başarılamamış olması sadece düşündürücü değildir. İnsanın aklına bunun bilinçli yapıldığını düşünmek bile gelir.

Türkiye bir süredir müfredatı tartışıp konuşmuyor. Devleti yönetmeyi bir süreliğine emanet alan ebediyen bu mülkü eline geçirmiş, üstelik de daha sanki dün bunu ele geçirmişçesine aceleci, buyurgan ve iddialı davranırken karşı çıkanların geçmiş refleksleri andıran tepkilerinden başka bir şey gözükmüyor. Bu yerinizde biz olsaydık içerik olarak biraz farklı yöntem olarak aynı yolu takip ederdik anlamı taşıyor. Oysa hem eğitim üzerine çalışmış, bilgi, birikim ve vizyon sahibi insanlar var hem de hiçbir çene ve gücün tarafında durmuyorlar. Mevcut ve dayatılan paradigmanın terk edilmesini söylüyorlar. Görünen o ki bu sesler duyulmayacak. Şimdilik gücü elinde tutanlar eğitim yaşındaki çocukları kendilerine benzetme hevesiyle yol almaya çalışacaklar. Oysa veriler bize gösteriyor ki bugünkü dünyada çocukları böyle bir kalıba sokmak öyle kolay olmadığı gibi sonuçları hayli çarpıcı da olabiliyor.

Ne çocuklar ne de gelecek kimsenin mülkü değildir. Eğitim ise bir gücün veya zihniyetin aparatına dönüştürülemez. Türkiye gibi her tür toplumsal dinamiğin değişim ve dönüşüme ayarlandığı ülkelerde kapalı müfredatlar hızla aşınıp eskimekten kurtulamaz. Temel ilkeleri tespit ettikten sonra öğretmen odaklı eğitime yönelmek ve çocukların ufkunu yetkin öğretmenin kılavuzluğunda yürütmek en makul yol sayılmalı. Yetkin bir öğretmen kendisini de yenileye yenileye insandan insana bir akış olan eğitimi gerçekleştirebilir. Çocuklar sabahleyin duvarlara, dersliklere, binalara değil öğretmenlere emanet edilir. Müfredat öğretmendir. Onun nasıl bir kişi olduğunu merak edenler Behçet Necatigil ile Sallabaş Kemal’in hikayesine bakarak çıkarabilir.

 

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum