”Gılgamış Destanı ve Dede Korkut Hikâyeleri” başlıklı bir başka yazımızda Sümerli Gılgamış’ın yol arkadaşı Enkidu’nun bizdeki Tepegöz’le benzeşen ve ayrışan yönlerini ele almıştık. Sümer Gılgamış Destanı’nda bahsi geçen Enkidu yarı hayvan yarı insan şeklinde melez bir mahlûktur. Tepegöz gibi Enkidu da tabiatın içerisinde yaşıyor. Tepegöz Oğuzların düşmanıdır. Ne var ki Enkidu Sümerlerin düşmanı değildir. Tam tersine Sümer kralı Gılgamış ile işbirliğine yanaşacak derecede anlayışlıdır. Enkidu doğanın ve hayvanların koruyucusudur. Gılgamış Destanı’nda kötülüğün temsilcisi olarak Humbaba adında azgın bir canavar bulunmaktadır. Dede Korkut Hikâyeleri’nde Sarı Çoban ile peri kızının gayrimeşru münasebetiyle Tepegöz doğuyor. Gılgamış Destanı’ndaysa rahibe Şamhat ile Enkidu’nun ilişkisi sonucunda Humbaba adlı vahşi yaratığın türediği anlaşılmaktadır. Her iki anlatıda da yasak ilişkilerin meyvesi olarak birer kötü varlık zuhur ediyor. Yasak ilişkiler –töreye ve doğaya olumsuz müdahale olmaları itibarıyla– kötülüğe yol açıyorlar. Oğuzlara Tepegöz’ün ve Sümerlere Humbaba’nın tasallutta bulunmaları insanlardan tabiatın intikam alması olarak yorumlanabilir. Anayasa niteliğindeki töreler de insanlığın doğal hükümleri olarak görülürse, bu durumda, tabiatın intikamı ile törenin cezalandırması özdeş hale gelir.
Biz bu yazımızda Emre Erzincan’ın “İt-Baraklar” adlı çalışmasından yola çıkarak birtakım izler sürmeye yelteneceğiz. İt-Baraklar insan bedenli ama köpek başlı vahşi canlılardır. Enkidu’nun yarı insan yarı hayvan olması gibidirler. Köpek başlı İt-Barakların bedenleri de hayvanımsı şekilde aşırı kıllı ve çirkindir. Psikolojileri yahut karakterleri ise saldırgandır. Kuzeyin soğuk iklimlerinde yaşadıkları varsayılan İt-Barak kavminin sadece erkekleri böyledir. Aynı kavmin kadınları ise fazlasıyla güzeldirler ve savaşçı kadınlar olmalarıyla birlikte bütünüyle insan görünümüne sahiptirler. İt-Barak kadını doğum yaptığında, doğan bebek erkekse çirkin, kızsa güzel bir fizyolojiye sahip oluyor. Gılgamış Destanı’nda adı geçen rahibe Şamhat da olabildiğince güzel ve ayartıcıdır. Şamhat bu haliyle İt-Barak kavmindeki güzel kadınları çağrıştırıyor. Türk destanlarından öğreniyoruz ki Oğuzlar başa çıkamadıkları İt-Barak kavminin erkeklerini İt-Barak kavminin kadınlarından yardım alarak mağlup etmeyi başarabiliyorlar. Bunun sebebi de İt-Barak kadınlarının kendi kavimlerindeki çirkin erkeklerden mustarip olmalarıdır. Oğuzların yakışıklı yiğitleriyle tanışan İt-Barak kavminin güzel kadınları İt-Barak savaşçılarını yenmeleri konusunda Oğuz savaşçılarına yardımcı oluyorlar.
İt-Baraklar kuzeyin sert ikliminin vahşi karakterli mahlûklarıdır. Doğudan Batıya bütün dünya mitolojilerindeki köpek başlı figürleri irdeleyen Emre Erzincan bu vahşi İt-Barakların yurdunun Ural Dağları muhiti olduğu sonucuna varıyor. Ural Dağları muhiti Sibirya gibi karlı ve dondurucu soğuk bir iklimdir. İt-Barakların tüylü bedenleri ve uyumsuz mizaçları bu sert iklimin gereği sayılmalıdır. Ama yine de İt-Barak kadınlarının aşırı güzelliklerinden ötürü bir çelişki yakalayabiliriz. Bununla birlikte, unutmayalım ki, efsanelerden söz ediyoruz. Efsaneler dünyası gerçek dünyadan farklıdır. İskandinavya’nın iklimi de Ural Dağları ve Sibirya gibi soğuk olduğu için buralarda benzer anlatılar karşımıza çıkıyor. Aynı anlatıları İskandinavyalıların dâhil bulundukları Germen halklarının hepsinde görüyoruz. Şimdi burada Emre Erzincan’ın çalışmasından bir alıntıyı toparlayıp özetleyerek Kuzey Avrupa mitolojisine başvuralım:
Asgard ülkesinde yaşayan Tanrı Loki devler ülkesine gider ve oradan beğendiği Angerboda adındaki bir kadın devi yanında getirir ve kendine eş yapar. Tanrı Loki’nin Angerboda’dan çocuğu olur. Bu çocuğun adı Fenrir’dir. Asgard ülkesinde diğer tanrıların çocuklarıyla büyüyen Fenrir, başlarda tüm diğer çocuklarla uyum içindedir ancak büyüdükçe köpeğe benzeyen kafası daha da belirginleşir.[1]
Kadın devden doğma Fenrir başlangıçta uyumludur fakat büyüdükçe vahşi içgüdüleri baskın çıkacaktır. Büyüyünce uyumluluğunu yitiren Fenrir’i tanrılar karanlık ormanın kayalıklarına sürüyorlar. Hikâyenin devamı var elbette ama biz burada bırakarak Fenrir’in yukarıda söz ettiğimiz durumunu Tepegöz’ün durumuyla kıyaslayacağız. Tepegöz peri kızından doğuyor. Fenrir ise kadın devden doğuyor. İkisinin de anneleri insan-dışı değişik varlıklardır. (Asgard ülkesindeki tanrıları Germenlerin ataları olarak düşünmemiz gerekiyor; malum olduğu üzere mitik tanrılar aslında tarihin bilinmeyen çağlarında yaşamış olan atalardır). Tepegöz doğduğunda Oğuzlarca evlat ediniliyor ve insanlar arasında büyüyor. Fakat büyüdükçe vahşileşiyor. İçgüdüleri nedeniyle insan-dışı davranışlar sergilemeye yöneliyor. Oyun arkadaşları olan Oğuz çocuklarını hırpalıyor. Ve tabii Oğuz yurdundan kovuluyor. Fenrir ise büyüyünce Asgard ülkesinden kovuluyor. Oğuz yurdundan kovulan Tepegöz bir tepeyi kendine mesken edinerek eşkıyalığa soyunuyor. Gelen geçen kervanları basıyor. Asgard ülkesinden kovularak karanlık ormanın kayalıklarına sürülen Fenrir ise muhtelif mücadeleler sonrasında baş-tanrı konumundaki Odin’i yutarak öldürecektir. Tepegöz de Oğuz insanlarını yemektedir. Görüldüğü üzere bizim destanlarımızdaki Tepegöz ile Kuzey Avrupa mitolojisindeki Fenrir arasında kimi paralellikler bulunmaktadır. Emre Erzincan bu Kuzey Avrupa anlatısında “Wargr” sözcüğünün yer aldığını ve bu “Wargr” sözcüğünün “kurt-adam” anlamına geldiğini belirterek İt-Baraklarla bağlantı kuruyor.
Soğuk iklim özelliklerini de göz önünde bulundurursak İt-Baraklar, Tepegöz, Wargr ve Fenrir figürlerinin ortak bir coğrafyadan türeyerek etrafa yayıldığını düşünebiliriz. Nitekim Emre Erzincan’ın tezi de budur zaten. Peki ama ortak coğrafya neresidir? Ural Dağları çevresi midir?
Osman Karatay, İskandinav hikâyelerinde Odin’in Turkland adlı bir ülkeden çıkıp geldiği bilgisinden yola çıkarak iz sürdüğünde şu malumatı yakalıyor: “(İskandinav sagalarında) Kral Sveigder tahta çıktıktan sonra atalarının memleketini, tabii en başta Odin’in makamını ziyaret amacıyla Turkland’a gittiği yazılıdır.” Osman Karatay “Demek ki,” diyor, “Odin’in mezarı ve makamı Türkistan’da imiş. Bu tamam da Emir Timur’un bir sefere çıkmadan önce Öden Ata’nın kabrini ziyaret ederek dua etmesini neyle açıklayacağız?”[2]
İskandinav mitolojisindeki Turkland ile bizim Türkistan muhakkak ki özdeştir. Bununla beraber, Türklerin atalar ülkesi olarak şimdiki Türkistan’ın dışında bir başka coğrafya arayıp bulmamız da mümkündür. Nasıl ki Köroğlu gibi, Yunus Emre gibi şahsiyetlerin pek çok yerde makamları varsa, Timur’un ziyaret ettiği Öden Ata kabri de bir makam olabilir. Yani bu makam Türkistan’a başka bir yerden taşınmış olabilir. Bu başka yer büyük ihtimalle Ural Dağları muhitidir. Ural Dağları çevresi çok eski zamanlarda Germen, Slav ve Türk kavimlerinin beraberce yaşadıkları, komşuluk ettikleri, kültür alışverişinde bulundukları ana coğrafyadır. Dolayısıyla Türklerdeki, Germenlerdeki ve Slavlardaki ortak veya benzer kültür unsurlarının kaynağı da Ural Dağları çevresidir. Hem Osman Karatay hem Emre Erzincan bu coğrafyadaki İdil (Etil) ırmağının adındaki İt- köküne atıfta bulunarak İt-Barakların yurdunu saptıyorlar. İt-il yani İt-ülkesi şeklinde akla yatkın bir yorumda bulunuyorlar. Kaldı ki Oğuz destanlarında İt-Baraklar ile Oğuzları komşuluk derecesinde birbirleriyle yakın temasta görmekteyiz. Dede Korkut hikâyeleri de İt-Barakların ülkesinin Oğuz yurduna yakınlığını telmih etmektedir.
Osman Karatay’ın tarih tezine göre Türkler iki katmanlı bir kavimdir. Birinci katmanın anayurdu Sümer ülkesidir. Sami yayılması neticesinde Sümer ülkesinin ahalisinden bir kısmı Ural Dağları ve İdil Nehri yöresine göç edip yerleşiyor. Fakat bu yörede yaşayan başka etnik unsurlar da var. İkinci katman işte bu etnik unsurlardır. Sümer ülkesinden gelenlerle buradaki diğer etnik unsurlar uzun bir süreçte karışıp kaynaşarak Türk kavminin atalarını oluşturuyorlar. Kısaca söylersek Türk kavminin teşekkülü iki katmanın buluşmasıyla mümkün hale geliyor. Bu teşekkülü Karatay’ın kaleminden okuyalım:
“Bu durumda Türklüğün oluşumunu nasıl kurgulayacağız? Muhtemelen iki tabakalı bir etnik yapıdan bahsedeceğiz. Ortadoğu’nun akıllı ve medeni insanları Orta Avrasya bölgesinin güzel ve güçlü insanlarıyla bir araya geldiler ve bu yüksek nitelikli karışımdan Türklüğün yüksek nitelikleri çıktı. Bu aynı atalar muhtemelen Macarlarca da paylaşılmaktadır.”[3]
Karatay’ın iki katmanlı köken tezinin en belirgin delili dildeki sözcüklerdir. Macarca ve Türkçede Sümerce kökenli sözcükler bulunuyor. Başka deliller de var ama biz burada konuyu dağıtmamak için dil üzerinden gitmekle yetineceğiz. Karatay’ın köken kurgusundan çıkan sonuca göre Sümerler Türk kökenli değildir. Tam tersine Türklerin iki katmanından biri Sümer ülkesi kökenlidir: “Bu yüzden dilimizde iki tabaka var. Bir kavram için normalde tek bir kelime olur. Diğer kavramlar onun alt türlerini anlatır. Mesela köpekkelimesi genel olarak o hayvan türünü anlatan kelime ise, itkelimesi bir köpek türünü anlatacaktır. Dilde hiçbir zaman eşanlamlı ve eşsesli kelime olmaz. Bunu ancak ortaokul ve lise bilgisi olarak hatırlayalım yeter. Ama Türkçede bu iki kelime de genel olarak bu hayvan türünü anlatıyor. Bunun gibi, anlam ayrıntısı olmayıp doğrudan bir kavramı genel manasıyla anlatan böyle çok sayıda kelime çiftimiz bulunuyor.”[4]
Karatay, Ural-Altay birliğini oluşturan tabaka ile Ortadoğu kökenli tabakayı irdelerken Türkçenin kelime hazinesinin tamamını Ortadoğu katmanına bağlayamayacağımızı vurguluyor. Ural-Altay tabakası dil yadigârının şekilce kuvvetli fakat kelimece zayıf bulunduğunu da söylüyor. Demek ki Türkçemizin yapısı Ural-Altay (Orta Avrasya) kökenine, sözcük dağarcığı ise Ortadoğu (Sümer) kökenine daha fazla eğilimlidir. Kurt ve börü gibi kelime çiftlerinin dilimizde yer alıyor olmasının nedeni işte bu iki katmanlılıktan ötürüdür. Karatay’ın köken tezinden yola çıktığımızda Türk destanlarını daha farklı okumalara tâbi tutmamız gerektiği sonucuna varıyoruz. Dede Korkut hikâyelerinin alt metnini de yeniden kurcalayıp çözümleme zarureti doğuyor. İt-Baraklar efsanesinin kaynağı büyük ihtimalle Ural Dağları çevresidir. Enkidu ile Humbaba karakterleri ise Sümer ülkesine aittir. Fenrir de Kuzey Avrupa mitolojisinindir. Bunların her birinin ayrılan ve benzeşen yönleri (kelime çiftlerinde görüldüğü gibi) iki katmanlılığa işaret etmektedir. Türk kavmi Ural Dağları muhitinde teşekkül ettikten sonradır ki Güney Sibirya’ya ve Türkistan’a yayılıp buraları yurt ediniyor. Şu halde Türk mitolojisinin nüvesini de Ural Dağları çevresinde aramamız lâzımdır.
Türklerin anayurdunun Güney Sibirya olduğu tezi de vardır ama bu tez Karatay’ın teziyle çelişmiyor. Batı Türklerinin atalarının izini sürmeye kalkıştığımızda Anadolu-Azerbaycan-Horasan-Türkistan-Güney Sibirya ve Ural Dağları çevresi şeklinde geriye doğru gitmemiz hiç de fantastik değildir. Karatay kendi tezini şöyle özetliyor: “Türklerin ve Macarların aynı bölgede, Orta İdil’in doğusundaki sahada türediklerini, ortak atalarının da oralara Mezopotamya’dan gittiklerini düşünme noktasına geliyoruz.”[5]İdil nehrinin deniz gibi büyüklüğünü hatırlarsak Oğuz Kağan’ın daha deniz daha müren sözü ve Uygurca Oğuz Kağan destanında gergedanla boğuşması ayrı bir anlam kazanabiliyor.
Bir de Germen mitolojisinde “Walküre” denen kadın savaşçılar var. Asgard ülkesinde yaşayan Tanrı Loki’nin devler ülkesine giderek Angerboda adlı kadın devi kendine eş edindiğini tekrar hatırlayalım. Walküre denen kadın savaşçılar Amazon kadınları efsanesinin doğmasına sebep olmuş görünüyor. Efsanelere göre Walküre denen kadınları yenmek çok zordur ki Dede Korkut hikâyelerindeki Bamsı Beyrek’in yavuklusu Banı Çiçek’le evlenebilmek için onu yenmesi gerektiğini fakat onu yenmekte zorlandığını düşünelim. Banı Çiçek doğrudan doğruya Oğuz dünyasına ait bulunsa da onun köklerinin çok eskilere dayandığını varsaymamız ihtimal dairesindedir.
Germen mitolojisine dönersek, Walküre denen savaşçı kadınlar karanlıklar ülkesinde yaşıyorlar. Bazı savaşlarda Germen tanrılarına (Germenlerin atalarına), özellikle de Odin’e yardım ediyorlar. Son derece güzel ve güçlü kadınlardır. (Banı Çiçek de güzel ve güçlüdür; Bamsı Beyrek onu ok ve at yarışında geçemiyor). Germen efsanesine göre bir Walküre kadınının kuyruğundan her kim bir tüy kopartabilirse Walküre kadını o tüy kopartan erkeğin hizmetine giriyor. Aksi takdirde Walküre kadınları kendilerine yaklaşmaya yeltenen erkekleri öldürüyorlar. Walküre denen bu kadınlar çok güzel olmakla beraber bedenleri köpeksiymiş.[6]
Efsanelerdeki çelişkiler bizi burada bağlamıyor. Bize çelişki gibi görünen unsurların kendi içinde (mitik evrende) ayrı bir mantığa sahip bulunabileceğini göz ardı etmememiz gerekmektedir. Ama buradaki konumuz bu değil. Türk halk inanışlarında Albastı karısının türevi niteliğindeki Çarşamba Karısı bulunmaktadır. Benim annemin doğduğu kasabada (Balıkesir’in İvrindi ilçesinde) Çarşamba Karısı inanışı hâlâ devam etmektedir. Ben de zaten bir romanıma “Çarşamba Karısı Cinayetleri” adını koymuştum. İvrindi’deki hâlâ canlı bulunan inanışa göre Çarşamba Karısı, adı üstünde, çarşamba geceleri zuhur ediyor ve kadınlara zarar veren erkeklere musallat oluyor. Bu inanış hiç şüphesiz ki kötü niyetli erkeklerden mustarip kadınların psikolojik bir savunma hamlesidir. İvrindi kasabasında bir çeşme var ki Çarşamba Karısı’nın çarşamba gecesinde bu çeşmeyi mesken edindiği söyleniyor. İvrindi halkı çarşamba gecelerinde o çeşmeye hiç yanaşmıyor. Çarşamba Karısı’nı tutsak edinmek de mümkündür. Nasıl mı? Bir erkek Çarşamba Karısı’nın fistanının yakasına çengelliiğne batırmayı başarabilirse Çarşamba Karısı o erkeğe itaat ediyor. Fakat tabii ki çengelliiğneyi batırmak çok zordur. Çengelliiğne burada bir bağ hükmündedir. Çarşamba Karısı ancak çengelliiğne yoluyla bir erkeğe bağlanabilmektedir. Bağ ise, Mircea Eliade’nin ifadesiyle, sihirdir.[7]
Açıkça görüldüğü üzere Çarşamba Karısı ile Germen mitolojisindeki Walküre kadını çok fazla benzeşiyor. Çarşamba Karısı inanışındaki çengelliiğnenin yerini Walküre inanışında kuyruk tüyü doldurmaktadır. Türk halk inançlarında bir kimseye büyü yapmanın yollarından biri o kimsenin saçından bir tel koparmaktan geçmektedir. Tüy, tel ve çengelliiğne birer bağdırlar. Bağlamak düğümlemektir ve düğüm de büyüdür. Kadınlar ve kızlar saçlarını kendi iradeleriyle ördüklerinde düğümlenme büyüsüne karşı önlem almış oluyorlar. Düğüme örgüyle karşılık veriyorlar. Örmek de zaten düğümlemektir.
Ural Dağları çevresi çok eski zamanlarda Germen, Slav, Macar ve Türk kavimlerinin beraberce yaşadıkları, komşuluk ettikleri, kültür alışverişinde bulundukları ana coğrafyadır demiştik. Şu halde Türk mitolojisinin nüvesini de Ural Dağları çevresinde aramamız lâzımdır diye eklemiştik. Türk halk inanışlarındaki Çarşamba Karısı ile Kuzey Avrupa ve İskandinavya mitolojisindeki Walküre kadınları arasındaki sıkı paralellik bize birtakım fikirler veriyor. Kral Sveigder’in tahta çıktığında Odin’in mezarını ve Emir Timur’unsa Öden Ata’nın kabrini ziyaret etmeleri Osman Karatay’ın köken tezini destekleyen unsurlardır.
Dipnotlar
[1]Emre Erzincan, İt-Baraklar, sayfa 84, Akçağ Yayınları, Ankara 2018
[2]Osman Karatay, Türklerin Kökeni, sayfa 201, Kripto Kitaplar, Ankara 2018
[3]Türklerin Kökeni, sayfa 239
[4]Türklerin Kökeni, sayfa 239-240
[5]Türklerin Kökeni, sayfa 257
[6]İt-Baraklar, sayfa 85-86
[7]Bağ konusunda bakınız: Mircea Eliade, İmgeler ve Simgeler kitabı içinde “Bağlayıcı Tanrı ve Düğüm Simgeciliği” başlıklı bölüm, sayfa 106-141, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2018
FACEBOOK YORUMLAR