Türklerin anayurdunun neresi olduğu konusunda muhtelif teoriler öne sürülüyor. Bu teorilerde bilimsellik hassasiyeti çok yüksek olmakla birlikte işin içine azıcık kurgu da eklemlenebiliyor. Fakat zaten tarih bir yanıyla kurgudur. Bilimadamı hayal kurmaksızın doğrudan doğruya somut verilere bakarak çıkarımlarda bulunur diyorsak yanılıyoruz demektir. Çünkü bilimadamı bir duygusuz robot olmaktan uzaktır. Kuru kuruya bilim yürütülmez. Düş gücü bilimin destekçisidir ve hatta yeri geldiğinde düş gücüyle bilimin önü açılır, bilimin tıkandığı yerde hayal kendisini dayatır. Kendisini dayatmıyor olsa bile insanoğlu hayallere gönüllü sarılır. Bilimadamı mucizevi bir varlık değildir, onun sihirli değneği yoktur, bilimadamı herkes gibi insandır. Bilimadamları da önyargıların, beklentilerin ve düş kırıklıklarının kuşatması altındadır.
Türklerin bir kavim olarak doğduğu coğrafya neresidir? Kimi bilimadamlarına göre Güney Sibirya’dır. Kimi bilimadamlarına göre Ural Dağları’dır. Kimi bilimadamlarına göreyse Türklerin kökenleri Sümer ülkesinde aranmalıdır. Tabii bu teoriler birtakım kanıtlarıyla birlikte tartışmaya açık teorilerdir. Alman düşünür Martin Heidegger yurtsuzluğu varlıktan uzaklaşmak şeklinde tanımlıyor. Her varlığın bir alanı vardır ki buna varlık alanı diyoruz. Türklerin şimdideki vatanları bellidir. Söz konusu vatanların bazısı hürdür bazısı henüz müstakil değildir. Üzerinde artık başkalarının yaşamakta olduğu yitirilmiş vatanlar da vardır. Meseleye teoloji cephesinden bakarsak insanoğlu bu dünyaya cennetten düşmüştür. Bu dünya insanoğlu katında gurbettir. İnsanlık daima sıla özlemi içerisindedir. Hepimiz asıl yurdumuza geri dönmeyi arzu etmekteyizdir. Bir çocuğun anne rahmine geri dönüş arzusu gibi insanoğlu da cennete dönüş arzusuna sahiptir. Cennet nerededir sorusuna yanıt bulamıyorum. Muhtelif görüşler ileri sürülüyor. Kimilerine göre cennet bu dünyada bir yerdedir veya kıyamet koptuğunda bu dünya cennete dönüşecektir. Kimilerine göre cennet evrenin içindeki bir değişik gezegendir. Kimilerine göreyse cennet kâinatın dışındadır, yani metafizik bir âlemdedir. Paralel evrenler teorisini göz önünde tutarsak, bu durumda cennetin metafizik bir âlemde mi yoksa metafizik olmayan fakat bizim evrenimizin dışındaki bir başka evrende mi yer aldığı sorusu karşımıza çıkabilir. Türklerin yeniden doğduğu yurt olarak Ergenekon bir gerçeklik midir? Dünyamızda böyle bir doğuş yurdu gerçekten var mıydı? Ergenekon yoksa Türklerin hayal dünyasından mı biçimlenmiştir? Öncelikle şunu belirtelim ki var olmayan hiçbir şeyi hayal edemeyiz. Ne demeye çalıştığımı şöyle izah edeyim: Güneşin yedi rengi vardır. Peki ya sekizinci renk nasıl bir şeydir? Biz insanlar ne yeryüzünde ne de gökte sekizinci rengi görmedik. Çünkü sekizinci renk yoktur. Varsa bile henüz sekizinci renkle yüzleşmedik. İşte bundan ötürüdür ki sekizinci rengi ne hayal edebiliriz ne de tanımlayabiliriz.
Ergenekon vardır. Nerededir? Belki mitik evrenimizdedir. Mitik evrenleri hayal edebildiğimize göre mitik evrenler var gibidir. En azından var olmaları mümkündür. Gelgelelim mitik evrenlerin varlık alanı biz insanların hayal gücüne yaslanıyor. Ergenekon muhakkak vardır çünkü orası Türklerin yeniden türediği yurttur. Türk kavmi nerede teşekkül ettiyse veya nerede yeniden varlık kazandıysa işte orası Ergenekon yurdudur. Bunu kavramak hiç de zor değil. Türkler nerede teşekkül ettiler veya nerede yeniden varlık kazandılar? Varsayalım ki atalarımızın derin kökleri Sümer ülkesine kadar iniyor. Bu durumda Sümer ülkesini başlangıç noktası kabul edeceğiz. Yine varsayalım ki atalarımız birtakım nedenlerle Sümer ülkesinden göç ederek Kafkaslar üzerinden Ural Dağları’na gidip yerleştiler. Tekrar varsayalım ki atalarımız Sümer ülkesinden birtakım nedenlerle göç ederek İran veya Kafkaslar üzerinden Türkistan’a yerleştiler ve oradan da Güney Sibirya’ya geçtiler. Şayet böyle olmadıysa Ural Dağları’nda bir müddet yaşayarak Kazakistan üzerinden Güney Sibirya’ya göç ettiler. İşte bu varsayımlardan yola çıkarak Ergenekon yurdunun Ural Dağları, Türkistan veya Güney Sibirya olabileceği kanısına sürüklenebiliriz. İnsanoğlu katında göç daima mümkündür ve insanoğlunun bu gezegende ulaşamayacağı toprak yoktur. Eskimolar yaşamaya en elverişsiz muhitte hayatlarını sürdürebiliyorlar. Dolayısıyla da Japon adalarında yaşayan bir halkın kuş uçuşu yaklaşık 10.000 kilometre mesafedeki Britanya adalarına göç etmesi mümkündür. İnsanoğlu ilkel çağlarda bile her yere gidebilecek donanıma sahipti. Oradan oraya göçlerimiz Heidegger’in dediği gibi varlık alanımızdan uzaklaşmak mıdır? Demek istiyorum ki Türk kavmi olarak varlık kazandığımız (doğduğumuz yani teşekkül ettiğimiz) ilk yurttan ayrıldığımızda sıla özlemini de çıkınlarımıza bağlamadık mı? Aradan uzun zamanlar geçtikçe atalarımız şimdiki yurtlarına nereden geldiklerini unutmuş olabilirler. Batı Türkleri elbette ki Horasan’dan gelmiş olduklarını unutmuyorlar. Kastettiğim biraz farklıdır. Ural Dağları teorisi şayet doğruysa Güney Sibirya’dan, Moğolistan’dan ve Türkistan’dan batıya göç ederek Azerbaycan ve Türkiye’ye yerleşmiş olan Türkler niçin en eski yurtları olan Ural Dağları’nı hatırlamıyorlar? Ardı ardına birkaç vatan değiştirdikleri için şimdiki vatanlarına en yakın Horasan olduğu için mi Horasan’dan geldik diyorlar? Tabii ki sebep budur. Oğuz Türkleri aslında şimdiki Kazakistan’dan batıya gelmişlerdir. Horasan unutulmuyor fakat Kazakistan hatırlanmıyor.
Kastettiğim tam olarak bu da değildi. Varsayalım ki doğduğumuz yer Ural Dağları muhitidir. Türklerin genetik hâfızası Ural Dağları muhitini büsbütün unutmuş mudur? Burada bir parantez açarak Türkler ilk nereden çıktılarsa orası Ergenekon yurdudur hatırlatmasında bulunacağım. Varsayalım ki atalarımızın derin kökleri bir zamanlar Sümer ülkesinde yaşıyorlardı. Sümer ülkesinde birtakım felaketler yaşandı ve atalarımız dağılarak Ural Dağları muhitine ulaşıp yerleştiler. Bu yeni muhitte başka kavimlerle buluşup kaynaştılar. Ortaya çıkan yeni kaynaşmanın çehresi Sümer ülkesindeki çehreden az çok farklı olacaktır. Türkler böylelikle Ural Dağları muhitinde yeniden varlık kazanmış oluyorlar. Şayet böyle olduysa Ural Dağları muhiti Türklerin yeniden derlenip toparlandıkları Ergenekon yurdudur. Tabii bu varsayımımızda Ural Dağları muhiti yerine Güney Sibirya muhitini de koyabiliriz. Fakat günün birinde Türklerin yeniden teşekkül ettikleri yurdun Kazakistan veya Türkmenistan coğrafyası olduğunu kanıtlayanlar da çıkabilir.
Bir diğer güçlü teori ise Türklerin en eski yurdunun Anadolu, Azerbaycan, Irak muhiti olduğuna yöneliktir. Şayet bu kuram doğruysa Türkler varlık alanlarından uzaklaşmış olmuyorlar. Bu durumda Türkler varlık alanlarına birkaç bin yıl sonra geri dönmüş oluyorlar. Türklerin en eski yurdu neresi olursa olsun genetik hâfızamızda izler bırakmıştır. Türkçenin yapısında, fiillerinde, sıfatlarında, her türlü unsurunda ve her türden söz dağarcığında ilk yurdun ipuçları yakalanabilir. Türk folklorunun her ayrıntısında ilk yurdun izleri sürülebilir. Ortaya tatmin edici sonuçlar çıkar veya çıkmaz. Günün birinde mutlaka çıkacaktır umudunu yitirmeyeceğiz. Dede Korkut hikâyelerindeki karlı dağların Türkistan’daki dağlar olduğunu düşünmemizin yanı sıra bu karlı dağların Ural Dağları’ndan izler barındırıyor olabileceği ihtimaline de sıvanabiliriz. Kısacası çok yönlü bakmamız gerekiyor. Dede Korkut hikâyelerinin çok eski zamanlara yaslandığını hemen her araştırmacı kabul ediyor. Kamal Abdulla buna “şafak varyantı” demiştir ve Dede Korkut anlatılarını mağara devrine kadar indirmiştir. Biz kendimizce burada Karaçuk Dağları’nı ele alalım. Mağara devrinden başlatılan Dede Korkut anlatıları Türkistan coğrafyasında yeni bir katmanla pekiştirilmiştir. Varsayalım ki karlı dağlar ilk anlatılarda Ural Dağları veya başka dağlar idi. Hangi dağlar olursa olsun (ilk dağ unutulunca) Dede Korkut anlatılarındaki karlı dağlar Türkistan’daki Karaçuk Dağları olarak anlaşılacaktır. Sözlü kültür zaman ve mekân değiştikçe dağların yerini de değiştirecektir. Meselâ ben kendimce Karaçuk Dağları adını her işittiğimde Batı Anadolu’daki Kaz Dağları’nı anlamak istiyor olabilirim. Karaçuk Dağları adını işittiğimde Torosları anlamak istememde hiçbir sakınca yoktur. Karaçuk Dağları söz konusu edildiğinde Kafkas Dağları’nı, Balkan Dağları’nı ve hatta Alp Dağları’nı anlamak isteyenler de çıkabilir. Altay veya Tanrı Dağları’nı anlamak isteyen de olabilir. Karaçuk Dağları’ndan söz açıldığında doğrudan doğruya Karaçuk Dağları’nı anlamaksa en kestirme yoldur. Bütün bu anlayışlar ilk nazarda bilim dışıdır. Ural Dağları’ndan ya da Güney Sibirya coğrafyasından destanlarıyla birlikte Türkistan’a göç etmiş olan atalarımızın meselâ Ural Dağları’nı Karaçuk Dağları’na dönüştürmüş olması bilim dışı değildir. Atalarımızın zihinlerinde taşıdıklarını yeni yurtlarına yamamış olmalarına hiçbir bilimadamı itiraz edemez. Şunu demek istiyorum ki, bir bilimadamı çıkar da atalarımıza “Sizin karlı dağlar, bildiğiniz karlı dağlar değildir, geldiğiniz yerdeki karlı dağları yeni coğrafyanızdaki karlı dağlara uyarladınız” şeklinde çemkirirse atalarımız o bilimadamını meşe odunuyla döver. Kısacası bir anlatı nasıl çok katmanlıysa o anlatılardaki karlı dağlar da çok katmanlıdır. Atalarımız her edindikleri yurtta karlı dağlar görmüştür. Gördükleri dağların adları az çok değişmiş olsa bile ‘karlı dağlar’ algısı hiç değişmemiştir. Bu itibarla da karlı dağlar Türklerin her yurdunda hemen aynı algıyı harekete geçirirler. Bunun en basit kanıtı Balkan Dağları’nın önceki adının Tanrı Dağları olmuş olmasıdır. Ad değişebilir. Tanrı Dağları batıya göç edildiğinde Allahuekber Dağları olmuştur. Coğrafyadan coğrafyaya karlı dağlar farklıdır ama ‘karlı dağlar algısı’ sabittir. Buradan sonra artık bizi meraklandıran soru şu olmaktadır: “Atalarımızın ilk gördükleri karlı dağ hangisiydi?”
Anlatılardaki karlı dağların çok katmanlı olması gibi Ergenekon yurdu da ister istemez çok katmanlı olabilecektir. Yurtsuzluk şayet ki varlıktan uzaklaşmak ise Türklerin ataları birkaç defa varlıktan uzaklaşmıştırlar. Türklerin hareketli tarihinde bir değil de birkaç Ergenekon yurdu aranabilir. Yeniden toparlanmak amacıyla durakladığımız, çoğaldığımız ve enerji topladığımız her durak bizim Ergenekon yurdumuzdur. Derin tarihimizi şimdilik yeterince çözümleyemediğimizden ötürü Ergenekon yurtlarımızın kronolojik sıralamasını yapamıyoruz. Kendimizce gelişigüzel tasnifte bulunmaya yeltensek bile tatmin edici kanıtlar getiremeyiz. Sümer ülkesinden çıkarak mı dünyaya yayıldık? Ural Dağları’ndan türeyerek mi dünyaya yayıldık? Güney Sibirya’da çoğalarak mı dünyaya yayıldık? Belki de bunların her biri Ergenekon duraklarımız idi! Karlı dağlar algımız nasıl sabitse Ergenekon algımız da öylesine sabittir.
Arkeolog Remzi Oğuz Arık’a göre, yurt edinmenin başlangıcında irade dışı etkenler söz konusudur. Birtakım topluluklar iradelerinin hâricindeki sebeplerle yer değiştirirler. Vatanların ilk doğuşu Arık’a göre bulutlu ve karanlıktır. Topluluklar vatanlarını serbestçe seçmezler. Oğuzlar ağırlıklı olarak Hazar Denizi’nin güneyine inerek İran-Türkiye topraklarına yerleşmişlerdir. Oğuzlar ağırlıklı olarak Hazar Denizi’nin kuzeyine yürüse idiler başka bir iklimi vatan edinmiş olacaklardı. Her topluluk yerleştiği coğrafyanın kabına göre biçim alıyor, ayrı bir şahsiyet kazanıyor. Coğrafyanın kabına göre biçimlenirken de kendi damgasını bu coğrafyaya vuruyor. Saadet ve felaket, iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik, doğruluk ve eğrilik hep bu yörüngeye göre ayarlanmıştır. Bir toprak parçası bir topluluk katında coğrafyadan vatana yükselirken kaç milyon facia, kaç milyon hâdise, kaç milyar ıstırap vuku bulmuştur. Remzi Oğuz Arık soruyor: “Bir milletin vatanını hangi andan başlatmalıyız? Bir coğrafya bir topluluğa ne zaman vatan olur? Biliyoruz ki neolitik çağdaki yerleşmeler jeolojinin müsaadesi ölçüsündedir. İnsan nerede yaşayabileceği yer ve oraya doğru bir yarık, bir yol bulabilmişse oraya dökülmüş, oraya yerleşmiştir. Yani, yurtların ilk manzarası baştan aşağıya tesadüflerdir.”[1]
Tesadüfler dış etkenlerdir. Hiçbir topluluk keyfince yer değiştirmez. Buralardan usandık başka yerlere gidelim denmez. Tarih boyunca Türk göçleri de böyle olmuştur. İklim değişikliği, kuraklık, güçlü düşmanların baskısı ve iteklemesi, nüfus artışı türünden sebeplerle yurt değiştirilir. Atalarımız Oğuzlar da Güney Sibirya ve Moğolistan coğrafyasından kalkarak Türkiye’ye kadar gelmişlerdir. Oğuzların ezici çoğunluğu Türkistan-Horasan-İran hattı üzerinden Anadolu’ya geçmişlerdir. Oğuzların daha az kalabalık olan kimi boylarıysa Hazar Denizi’nin kuzeyine geçerek oradan Kafkasya veya Balkanlar yolunu tutturarak Anadolu’ya varmışlardır. Bütün bu dağılışlar ve buluşmalar muhtelif zorunlulukların eseridir. Göç yolları keyfi tercihlerle belirlenmiyor. Arık, bir toprağın hakiki anlamda vatan katına yükselmesinin esas dinamiğini hâtıralara yüklemektedir. Hâtıralar muayyen bir topluluğu muayyen bir toprağa sımsıkı bağlıyor. Bununla birlikte hâtıraların sönmemesi gerekiyor. Arkada hatırlayacak kimse kalmıyorsa veya ortada hatırlanacak bir şeyler yoksa vatan da yoktur. Bu durumda vatan sönmüştür.
Türklerin doğduğu (bir diğer ifadeyle tarih sahnesine çıktığı) yer olarak Ural Dağları’ndan Güney Sibirya’ya kadar geniş bir araziye bakmak durumunda kalıyoruz. Türklerin atalarının Altayca konuştuklarını göz önünde tutarsak ilk anavatanımız hakkında daha aydınlık fikirlere kapılabilir veya ulaşabiliriz. Moğolca, Korece ve Japonca gibi dilleri de kendinden çıkarmış olan Altayca muhakkak ki eklemeli dildi fakat Türkçe değildi. Türkçenin doğduğu yer olarak anavatan Güney Sibirya’dır. 10 Kasım 2021 tarihinde yayımlanmış olan çetrefilli makalesinde Martine Robbeets ilginç şeyler söylüyor. Martine Robbeets ne diyor? Karmaşık bir makale. Türkçeye tercümesi biraz bozuk olmuş. Tuttuğum notlardan yola çıkarak ve herkes rahat anlasın diye basite indirgeyerek (ve pek çok ayrıntıyı es geçerek) söz konusu makalenin tezlerini sıralayacağım.
Altay Dilleri Ailesi’ne bu makalede Transavrasya Dilleri adı veriliyor. Martine Robbeets ‘beş kardeş dil’den söz ediyor. Bu beş kardeş dil şunlar:
Türkçe
Japonca
Korece
Moğolca
Tunguzca
Martine Robbeets bu beş kardeş dilin ortak köklerini üç ayrı bilim dalının verilerini birleştirerek çözmeye çabalıyor. Dilbilim, Arkeoloji ve Genetik.
Önce anlamamızı kolaylaştırmak için tasnif yapalım:
Ön-Türkçe
Ön-Japonca
Ön-Korece
Ön-Moğolca
Ön-Tunguzca
Beş kardeş dil biraz geriye indiğimizde şöyle birleşiyor:
Ön-Türkçe
Ön-Japonca Korece
Ön-Moğolca Tunguzca
Yani beş kardeş dil biraz geriye inince üç ana dil olarak karşımıza çıkıyor. Bu üç ana dil ayrıştığında beş kardeş dil doğmuş oluyor. Peki bu üç ana dil ne zaman ayrıştı? Martine Robbeets açıklıyor:
Günümüzden yedi bin yıl önce iki ana dil var:
Ön-Altayca
Ön-Japon Korece
Beş kardeş dilin ortak adı Ön-Transavrasyaca. Ön-Transavrasyaca ikiye bölününce yukarıda belirttiğimiz iki dil ortaya çıkmış oluyor: Ön-Altayca ile Ön-Japon Korece. Demek oluyor ki ortak dil Ön-Transavrasyacadan ilk olarak Ön-Japon Korece uzaklaşmıştır diyebiliriz. Günümüzden yedi bin yıl önce Ön-Altayca ile Ön-Japon Korece ayrıştığı için bu ikisi arasındaki bağlantı kopuyor. Farklı diller hâline gelmeye yöneliyorlar. Altayca şimdilik tek dildir. Japon Korece de şimdilik tek dildir. Japon Korece ortak dilini konuşanlar günümüzden yedi bin yıl önce Kore ülkesine göç ediyorlar. Japonların ataları ile Korelilerin ataları yedi bin yıl önce Kore ülkesinde aynı dili konuşmaktalar. Bu tarihten iki bin yıl sonra (günümüzden beş bin yıl önce) Kore ülkesi halkının bir kısmı Japonya adalarına göç ediyor. Diğer bir kısım ise Kore ülkesinde kalıyor. Doğal olarak ayrışma oluyor ve ortaya iki dil çıkıyor: Korece ile Japonca. Kore ülkesinde kalanlar Korece’yi oluşturuyor. Japonya adalarına göç edenlerse Japonca’yı kuruyorlar.
Altayca konuşanlar ise aşağı yukarı benzer tarihlerde iki bölüğe ayrılıyorlar. Bu ikiye ayrılma nedeniyle Altayca da ikiye bölünmeye yöneliyor. Güney Sibirya’dan doğuya doğru göç edenler Ön-Moğol Tunguzca ortak dilini konuşuyor. Güney Sibirya’dan batıya doğru göç edenler Ön-Türkçe konuşmaya başlıyor. Daha sonrasında Ön-Moğol Tunguzca kendi içinde ikiye bölünerek Moğolca ile Tunguzca dillerini doğuruyor. Ön-Türkçe ortak dilini konuşanlar ise göçlerle birbirlerinden uzaklaştıkça R Türkçesi ve Z Türkçesi ayrımlarına sebep oluyorlar. Peşi sıra hepimizin bildiği Türkçeler ortaya çıkacaktır. Martine Robbeets makalesinin basite indirgenmiş özeti budur diyebiliriz.[2]
Ön-Altaycanın doğduğu yer olarak Güney Sibirya görünse de Güney Sibirya bizim katımızda Türkçenin teşekkül ettiği yer olarak daha önemlidir. Tabii bu arada Z Türkçesinin R Türkçesinden çıktığını da hatırlatalım. Elbette ki Z Türkçesi nüve olarak R Türkçesinin içinde vardı. Dillerin anadilden koparken bugün anladığımız şekilde standart dil olmadığını, anadilden kopuş sürecinde bile şivelere ayrılma eğilimi taşımış olabileceklerini hesaba katmamız gerekiyor.
Türklerin kökleri, farazi olarak ya da gerçek olarak, Ural Dağları’ndan Sümer ülkesine, ne kadar derinlere inerse insin Türkçe olarak anayurt Güney Sibirya’dır. Türklerin daha önceki ataları Türkçe konuşmuyorlardı; onlar Türkçeyi doğuran kök-dili konuşuyorlardı. Daha da geriye inersek kök-dili konuşanların ataları da bir başka kök-dili konuşmaktaydılar. Dünya üzerinde insanların her yere göç edebilmelerinin mümkün olabilmesi gibi kök-dillerin de yayılarak birbirlerine yabancı görünen yeni ve farklı diller doğurmaları da mümkün oluyor. Kazakistanlı halk bilimci Akedil Toyşanulı, Kazak evinin (keçe evin) aile üyelerini yalnızca sıcaktan ve soğuktan değil, tabiattaki kötü ruhlardan da koruyan kutsal varlık olduğunu belirtiyor. Mikrokozmos olarak ev kâinatın izdüşümü olmakla birlikte yurdun (vatanın) da küçültülmüş hâlidir. Vatan mânâsında yurt da üzerinde yaşayanları kötülüklerden koruma işlevine sahiptir. Bir cenin için anne karnı ne derece korunaklıysa, bir aile için ev, bir toplum için yurt aynı derecede korunaklıdır. Yurdu mukaddes bir çember şeklinde tahayyül edersek bu çemberin içi kutsal töre’nin yaşandığı kültürel mekândır. Kazaklar ıssız bozkırda gecelediklerinde çember çizip onun içinde yatarlarsa cin ve şeytan yaklaşmazmış.[3]
Biz bu makalemizde Yurt ve Dil bahislerine ilişkin birtakım düşüncelerimizi eksiğiyle gediğiyle kaleme almaya yeltendik. İleride bu düşüncelerimizi geliştirip genişletmeyi ve daha kapsamlı yazılar kaleme almayı umuyoruz.
Dipnotlar
[1] Remzi Oğuz Arık, Coğrafyadan Vatana, sayfa 10, 1000 Temel Eser, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1969
[2] Makale yazarı: Martine Robbeets; Makalenin adı: Transavrasya Dillerinin Tarımsal Yayılma Nirengi Desteklemesi; Dergi adı: International Journal of Humanities and Education; Yayın tarihi: 10 Kasım 2021; BİLİMDİLİ sitesi üzerinden Türkçe çevirisine erişebilirsiniz.
[3] Akedil Toyşanulı, Türk-Moğol Mitolojisi, sayfa 168, Bengü Yayınları, Ankara 2020
Not. yazı ilk olarak 16 Ekim 2022 tarihinde www.kırmızılar.com sitesinde yayınlanmıştır.
FACEBOOK YORUMLAR