Sevgül OLGUN: 'Öğretmenlerden Anılar' Kitabı Üzerinden Öğretmenliğe Dair Düşünceler

Sevgül OLGUN: 'Öğretmenlerden Anılar' Kitabı Üzerinden Öğretmenliğe Dair Düşünceler
22 Mart 2022 - 22:17 - Güncelleme: 22 Mart 2022 - 22:21

‘Öğretmenlerden Anılar’ Kitabı Üzerinden Öğretmenliğe Dair Düşünceler
 

Öğretmenlerimiz… Haklarında ne çok şey yazılıp, çizilip, söylenmiştir değil mi? Bunlara bir yenisini de ben eklemek istedim. Şu yaşıma kadar üzerimde büyük emeği olan öğretmenlerim ve şu anda da icra ettiğim öğretmenlik mesleği ile ilgili birkaç düşüncemi  ‘Öğretmenlerden Anılar’ kitabını da baz alarak paylaşmak isterim. Bahsini ettiğim kitap değerli emekli öğretmen Yılmaz GÖÇMEN’İN Öğretmenlerden Anılar kitabından bahsetmek isterim. Kendisi 1951’de Tire de doğmuş, ilk ve ortaöğrenimini tamamladıktan sonra 1969’da ilkokul öğretmeni olmuştur. Almanya’da Türk işçi ve çocuklarının eğitiminde görev almıştır. Yurda döndükten sonra iki üniversite bitirip emekli olmuştur. 2015 yılında TRT Belgesel için çekilen “Yeni Şükran Oteli” isimli yedi bölümlük programda başrol oyuncusu olarak görev yaptı.

Mevcut kitabında ise ülkemizin pek çok köşesinden derlediği kıymetli öğretmenlerimizin hatıralarını ele almıştır. Yazarında belirttiği gibi bu fedakâr öğretmenlerimizin elinde salt insan unsuru vardı. Ne imkan ne de hali hazırda belirli bir mekan vardı. Bu insanlar tüm yokluklara rağmen yine de ellerindeki İNSAN unsurunu çok iyi kullandıklarını görüyorum. Kitapta en çok dikkatimi çeken unsur bu insanlar yaptıklarını bir meslek olarak görmeyip kendilerinden fedakarlık olarak baktıklarına şahit oldum. Bu insanlar görevlerini bir meslek olarak görmeyip öğretmenliği yaşamak/yaşatmak olarak görüyorlardı. Bütün öğrencilere ve özellikle bu ülkeye mezara kadar devam edecek bir görev olarak görüyorlar. Bu insanlar “defineler harabe ve yıkık yerlerde olur” zihniyetinde olan insanlardı. Amaçları bu ülkenin güzel çocuklarına hizmet olarak görüyorlardı. Bu insanlar zor şartlar altındaki köyde yeri gelirse müdür, hademe taş ustası boyacı yeri gelirse de başı ağrıyana ilaç, hastasına doktor hayvanına veteriner oluyorlardı. Yani bu insanlar kısaca devlet demekti. Zaten Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “Toplumun en fedakar unsuru öğretmenlerdir.”

Her zaman köy enstitülerinden mezun olmak istemişimdir. Zira onlar köy hayatı için lazım olagelen her türlü bilgiyle donatılıyorlardı. Mustafa Hocamın ayakları yanan iki kişiye pansuman yaptıktan sonra köyünün hem öğretmeni hem de sağlık memuru olmuştu. Öğretmenimiz o günden sonra hiçbir akşam yemeğini kendi yapmaz her akşam bir başka evde ağırlanır, zaten Anadolu’nun güzel insanları kendisine yardım eden insanlara yüreğini ve evini mutlaka açardı.

Bu insanlar henüz konuşamayan ve ekonomik şartlar dolayısıyla okuyamayan bir çocuğumuzun okul masraflarını karşılayıp hem de dil mefhumu sebebiyle her gün bir saat dersleriyle ilgileniyorlar. Yıl sonunda ise hem konuşma öğrenilmiş hem de okuma-yazma sorunu halledilmişti. Emekler boşa çıkmamıştı. Bundan daha haklı bir gurur var mıydı? Öğretmeninse bunlar benim görevim demesi ile gösterdiği alçakgönüllülük, diyecek tek kelime yoktu. Alkışlanası…

İlk tayinin çıktığı yere henüz 17 yaşında olan öğretmenimiz gittiği köyde su elektrik gibi hiçbir şey yoktur. Öğretmenimiz muhtarla işbirliği yaparak su ihtiyacını karşılamıştır. Okutulmayan kız çocukları için bütün köyü kapı kapı dolaşmış. Bıkmadan usanmadan anlatmış, anlatmış, anlatmış Öyle bir meslek ki ödül olarak öğrencisinin başarısı yeterliydi. Berber çok uzakta olduğu için oraya kadar gidemeyip kendilerince cam şişelerini kırıp o cam parçasıyla tıraş oldukları için yüzlerinde kesikler oluşmuş. Yine muhtar, köylü ve öğretmenimizin katkılarıyla bu sorununda üstesinden gelinmiş ve bir tıraş makinesi alınmış ve okulun bir ihtiyacı daha karşılanmış olur.

Okulun bahçesine zeytin ağaçları dikilmiş ve her ağaca her bir öğrencinin adı verilmiş. Herkes ağacını bilip ağaçlarının bakımını titizlikle yapmışlar. Bu öğretmenimiz Tire’de bir ilki gerçekleştirmiş. Köyde Tire’nin ilk trampet ve izcilik teşkilatını kurmuş. Önceleri kız çocuklarını okula göndermeyen insanlar 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı için kız çocuklarının olduğu izci ve trampet takımı öğrencilerini bir gün öncesinden öğretmeniyle göndermişler. Bu bir öğretmene olan sonsuz güvenin ve sevginin nişanesi idi. Okuldan boş kalan zamanlarda takımı çalıştırmış ve şampiyonluk kazanmış. Aradan yıllar geçtikten sonra öğretmenimiz ne bu köyü ne unutmuş ne de köylülerini unutmuştur.

Küçük yaşlarda öz babasının dahi sahip çıkmadığı Osman’a bir öğretmenimizin sahip çıkması. Ne ulvi bir meslekti bizimkisi. Öyle bir meslek ki öğrencisi hastalandığı zaman ders çıkışı okuldan sonra ders anlattığın öğrencin yıllar sonra senin sınıfına il milli eğitim müdürü sanıyla gelsin elini öpsün ne yüce bir gurur böyle.

Hoşgörü başlığı altındaki yazı beni çok etkileyenlerdendir. Yazar Yılmaz Göçmen’in anısıdır. Kendisinin Almanya’da Türk işçi çocuklarının eğitimi için Almanya’ya gönderildiğinden yazımın başında bahsetmiştim. Öğretmenimizin ilk dikkatini çeken şey Almanların birbirlerine selam vermeden geçmemeleridir. Ancak ne var ki bunu Türk öğretmenlerden esirgerler. Okulda okul müdürü ve öğretmenler kendilerine karşı hep mesafelidirler. Kendilerinin olduğu bölüme hiçbir Alman öğretmen yaklaşmaz. Yalnız Pellmanlar ailesi onlara karşı yakınlık göstermiş, her zaman dertlerine yardımcı olmaya çalışmışlar. Resmi törenler için kutlama yapmak istemişler fakat idareciler buna mani olmuşlar. Onlarda mecburen kiliseye ait küçük ve ilçenin en eski salonunda bayram törenlerinin kutlamak zorunda kalmışlar. Bütün okul öğretmenleri davetli olduğu halde törenlere sadece Pellmanlar gelir. Pele ve eşi Elizabeth adlarındaki bu insanlar Yılmaz Göçmen’i kendi evlerinde düzenlenen pikniğe çağırırlar. Ne var ki burada Elizabeth Pellman’ın kanser olduğunu öğrenir. Zaten kısa süre sonrada ölecektir. Kilisede düzenlenen törene Türk öğretmenlerde katılır ve kendi dillerince ve usulünce dua ederler. O günden sonra hiç selam dahi verilmeyen bu kişilere selam verilip bütün işlerinde kolaylıklar sağlanır. Bu insanlar Almanları hoşgörü ve sevgiyle etkilemişlerdi.

Her zaman Beyaz Zambaklar Ülkesi’  kitabında anlatılan bir sistemin ülkemizde var olması gerektiğini düşünmüşümdür. Elimde tuttuğum kitaptaki öğretmenlerin fedakarlıklarını gördükçe bizler zaten böyle bir ortamdaymışız. Gurur duydum, onur duydum. Sayfalarda görsellerinde oluşu anlatımı daha canlı kılıyor ve tarihte kısa bir yolculuğa çıkıyormuş izlenimi uyandırıyor. Kitapta öğrencilerimizi iyi tanımaya çalışmamız gerektiği ve çocuk deyip geçmemek gerektiğini onların çok iyi bir gözlemci oldukları üzerinde durulmaktadır.

Bir anı sizi güldürebilir mi. Sözlü notunun yüz tam puandan fazla verilmesini bekleyen öğrencinin ‘rüşvet’ olarak öğretmenin dosyasına iki lira yirmi beş kuruş ve gofret bırakması, kim bilir o küçücük hayal dünyasında neler kurgulamıştı. Sözlü notu ile bile birinin mutluluğuna şahit olmak ve bununla mutlu olmak her mesleğe nasip olmaz vesselam.

Muhammed’in yaşam mücadelesi karşısındaki sabır ve azmini satırlarda okumak ne kadar güzel olsa da bu zorlu yaşam şartlarının birileri tarafından yaşanmış olması da hayli üzüyor zira çocuğun olması gerektiği yer okulu olmalıydı. Kendi binası çocukların mevcuduna küçük gelince görev aldığı lisenin yakınında bulunan ahırı sınıf haline getirmişler. Doğru ya dört tarafı çevrili ve üzerinde çatıdan bozma bir şey varsa orası sınıf olabilirdi ve olmuş da. Ancak kış mevsimi gelince ısınma problemi ortaya çıkar ve öğretmenlerden birinin kendi evindeki sobayı ilk önce çocuklar ısınsın diye getirmiştir. Bu anı da çok fazla duygulandığımı hatırlıyorum. Birçok yokluğun içinde okuyan bu çocuklar bugün kim bilir neredeydiler, hangi kurumda ya da nasıl bir yaşam sürdürmekteydiler, kim bilir. Bir başka hocamız fikirlerini o kadar güzel belirtmiş ki söz söyleyecek şey bulamıyorum bu vesile ile aynen aktarmak istedim “okuttuğum öğrencilerimin çoğu şu an Türkiyemin her köşesinde bayrak açıyorlar, görevdeler, nöbetteler. Saçlarım ağarmış ne fark eder ki? Ülkemin aydın bireyleri bana yeter” ne güzel diğergamlıktır bu.

Bir öğretmenin kendini her alanda yetiştirmesi gerektiğinin ispatı velev ki yazı tahtası olmayan sınıfa yumurta akı ve soba külünden boya yapmak, bu öğretmenler yoktan var etmeyi ne güzel beceriyorlardı. Yine bir öğretmenin dut ağacının susuz yerde yetişemeyeceği bilgisi köyü olmayan köye su içme imkânı sağlamıştı. Bilgi güçtür sözünün ispatı niteliğindeydi.

Kitapta Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, 01 Kasım 1928 günü ilan ettiği Yeni Türk alfabesini ilan ettiği için okuma yazma seferberliği başlatılmasından bahsedilmiş ve Melahat AKSOY ‘da Millet Mektepleri’nde yetişkinler için bu amaçla açılan okuma-yazma kursu başlatmış ve oradaki her yaştan insana okuma yazma öğretmiş. Ve bu sevincini de “Gazimizin isteğini yerine getirdik” şeklinde ifade etmektedir.

Cumhuriyet’in kurulmasının 50. Yılı vesilesiyle fidanlık yapılır ve bunun izni biraz uğraştırıcı olsa da sonuç olumlu yönde olur ve fidanlık kurulur. Bugün o fidanlık bahçesinden tonlarca zeytin toplanır ve geliriyle köye su ve elektrik getirilmiş. Yazar bu anısını anlatırken kendisinin gelip geçici olduğunu fakat meydana getirilen eserlerin o yöreye ve insanlığa hizmet edeceğini belirtmiştir.

Eğitim sevgi işi değil miydi, evet biliyorum son zamanlarda maddi manevi yıpranmalar/yıpratılmalar mevcut fakat bizler yine de bu ülkenin geleceği çocuklarımız için çalışmalı/çabalamalıyız kanaatindeyim. Bazen çok küçük bir anahtar çok büyük kapıları açıyordu. Önemli olan o anahtarı bulabilmekti. Belki de bu bilince erişip elimizi taşın altına koyup daha fazla öğrenciye erişme/erişebilme imkanları yaratmalıyız.

Birileri için iyiki var olmak kadar güzel bir duygu var mıydı? Şu kitabın her satırında yaptığım mesleğin ne kadar yüce bir meslek olması ve bunun için çok fazla emek /çaba verilmesi gerektiğini iliklerime kadar hissettim. Yazımın başında da belirttiğim gibi bu değerli öğretmenlerimizin elinde sadece İNSAN unsuru vardı. Ve bunu layıkıyla yapmışlardı.

Anısı olan tüm öğretmenlere teşekkürü bir borç bilirim. Zira bana öğretmenlik hayatım için o kadar çok şey kattılar ki. Hayatın yaparak yaşayarak öğrenilmesi  gerektiği kanaatindeyim zaten eğitim birbirini etkileme sanatı değil miydi. Esas işim/işimiz teslim aldığımız görev bayrağını zirveye taşımaktır. 

Üzerimizde emeği geçenlere bizi yetiştirenlere binlerce teşekkürler.

 

Sevgül OLGUN

 

Öğretmenlerden Anılar - Yılmaz GÖÇMEN

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum