Cahit Sıtkı'ya Dair Hâtıralar – Ahmet Hamdi Tanpınar

Cahit Sıtkı'ya Dair Hâtıralar – Ahmet Hamdi Tanpınar
31 Mart 2020 - 23:23 - Güncelleme: 31 Mart 2020 - 23:28

Cahit Sıtkı’ya Dair Hâtıralar

Cahit Sıtkı’yı tanıyanlar onun gözlerini mutlaka hatırlarlar. Küçük, esmer, çilli yüzü daha ziyade bu gözlerle, onun bakışlarıyle canla­nır, onlarla yaşar, konuşur, dinler, hatta bazı anlarında acaip ve tatlı,  son derece dokunaklı, âdeta kadınca, daha iyisi bir çeşit melek güzelliği kazanırdı.

Cahit bu bakışlarla size gelir, içinizde bir şey gibi yerleşir, sizden bir parça, hatta biraz da azaplı bir şey olurdu. Çünkü az münakaşa eden, kızmayan, darılmayan Cahit’in gözlerinden bazen de size bilmedi­ğiniz günahları yükleyen parıltılar geçerdi.

Kendisine ve etrafına böyle af edemediği şey neydi? Bunu ona sorma­dığıma şimdi ne kadar pişmanım. Belki de bu, kaderini sezdiği içindi, Türkçeyi o kadar güzel konuşturan şâirin aylar ve yıllarca en basit şeyleri bile söylemekten âciz kalması, her ağız açışında gölgesini ve rengini zamana fırlattığı eşyanın adını bile hatırlamadan yıllarca yaralı ceylân bakışlarıyle yaşaması kadar hazin ne olabilir? Ona Türkçeyi yeniden ve kelime kelime öğretmeğe başladıklarını haber aldığım zaman, nasıl içim burkul-muştu. Talihin insanoğlu ile bundan zâlim alayı olamazdı.

Cahit’i ilk şiir kitabı çıktığı günlerde tanıdım. Bir akşam Degüstasyon’a gittiğim zaman, daima oturduğumuz masada çelimsiz fakat sevimli bir delikanlı gördüm. Peyami Safa bizi tanıştırdı. Yerini yadırgamış gibi büzülmüş, daha doğrusu kendi içine toplanmış, bizimle konuştu. Galata­saray’ı bitirmişti. Yaşına göre çok iyi okumuştu. Frenkler gibi, bizi de çok iyi tanıyordu. Buna rağmen beni o kadar şaşırta şiirlerin sahibi bu mu, diye düşündüm. Sonra birdenbire bir laf geçti. Cahit de hepimiz gibi güldü. El ayası kadar küçük yüzü aydınlanıverdi. Bu gülüşün tatlılığını nasıl anlatmalı? Birdenbire o şiirleri, onların alacakaranlığını, , o şiirlerdeki derinliği ancak bu tarzda gülebilen, insana bu bakışlarla bakan, bu kadar saf olmasını bilen bir insanın yazabileceğini anladım. Cahit, hiçbir günahın kirletemeyeceği yaratılışta insanlardandı. Onun için düşmüş bir melek gibi yerini yadırgayarak yaşadı ve bizim görmediğimiz kanatlarından tutuşarak öldü.

Daha o gece Cahit’in alkole bizden çok başka türlü, bir çeşit ihtiyaçla gittiğini gördüm. Sanki içindeki başka birinin susuzluğunu gideriyordu. Tuhaf ve damla damla denebilecek bir konuşması, çolpa ve hoş el işaret­leri, kesik kesik, ağız boşluğunun neresinden geldiğinin tayini güç olan bir gülüşü vardı.

O geceden sonra sık sık buluştuk. Pek az insan onun kadar dostluk ihtiyacında idi. Pek basit işleri bile mes’ele olurdu. Mülkiye’ye girişi, oku­ma yılları hep biraz da kendi mizacının azdırdığı mes’eleler hâline girerdi. Gittikçe sağlamlaşan şöhreti, geniş aile muhitinin tesirleri, sevimliliği ve uysallığı yahut mes’ele yapmadığı zaman dış âleme kayıtsızlığı, ona bir­çok kapıları kendiliğinden açıyordu. Fakat derbeder mizacı, bizlerden gizlediği hiddet ve feveranları, istediği gibi yaşamak ihtiyacı, bu kapıla­rı kendi farkında olmadan bir bir kapatırdı. Denebilir ki, Cahit, ömrü­nün büyük bir kısmını kendi kapattığı bu kapıların önünde yaşamıştır.

Bununla beraber hayata bağlıydı. Hiç gizlemeğe çalışmadığı hatta karşısındakinin bilmesini ve hesaba katmalarını istediği ihtirasları var­dı. Ve eserlerinin aksini ciddiyetle takip eder, şöhretini tesadüfe bırak­maktan hoşlanmazdı. İlk kitabının çıktığı haftalarda hemen bütün edebiyat âlemimizi şahsen tanımıştı. Cahit Sıtkı kadar kitaplarını, kelime­leri büyük bir dikkatle seçilmiş ithaflarla dostlarına ve edebiyat âlemine gönderen muharririmiz yoktur. Rahmetli Ziya Osman’a yazdığı mektup­lar, büyük dostluklara ne kadar müsait olduğunu ve edebiyatı ne kadar ciddiye aldığını gösterir.

Bir ara behemehal bir yolunu bulup Avrupa’ya gitmesi için çok ısrar ettim. Her defasında bu işin neden olmadığını bana uzun uzun anlatırdı. Hayatının birçok güçlükleri galiba köklü bir aile muhitinin, şâiri ve yaşa­yış tarzını olduğu gibi kabul edememesinden geliyordu.

                   Şâir daima bir anlaşmamazlıktır.

Garip şey, İstanbul’da kaldığı müddetçe sık sık buluştuğumuz hâlde şimdi hâfızamda ona dair bir yığın enstantaneden başka bir şey bulamı­yorum. Diyebilirim ki Cahit, bana sadece zaman içine serpilmiş yüzleriyle geliyor. Bir akşam üstü kol kola Eminönü’den Galata’ya geçtiğimizi ha­tırlıyorum. Köprü’nün tam başında ona şiirde kıt’a tekniğinden bahset­miştim; daha doğrusu kafiyenin mafsalı üzerinde kıt’anın âdeta plâstik dönüşünden. Sonra bir ara Köprü’den denize bakmıştık. Cahit bana yeni bir şiirini okumuştu. Fakat akşamı ve geceyi nerede geçirdiğimizi bir türlü hatırlamıyorum. Beyoğlu’na geçer geçmez, hemen ayrıldık mı, yok­sa çok def’a yaptığımız gibi Degüstasyon’a, yahut da şimdiki Baylan’ın yerinde bulunan Tokatlı’ya mı gittik?

İkinci Harpten evvelki yıllarda Degüstasyon hemen hemen bütün edebiyatımızın toplandığı yer olmuştu. Yahya Kemal, Profesör Münir Bey, Ağaoglu Ahmed, Mustafa Şekip Tunç, Arif Dino, (ölüm nasıl etra­fımı talan etmiş), Âbidin Dino, Peyami Safa, Hilmi Ziya, Çallı, sık sık burada birleşirdik. Buraya zaman zaman Yahya Kemal’in de geldiği olurdu.

Yahya Kemal, Cahit Sıtkı ve Arif Dino’nun bir masada beraber ol­duğumuz gecelerden birini çok iyi hatırlıyorum. Cahit’in Şâirin Ölümü şiirini Yahya Kemal çok sevmişti.

                Bütün bahçeler kilitli,

                Anahtar Tanrı’da kaldı.

Bu mısralarda halk şiirimizin bütün iyi tarafı vardı. Ve üstelik her mânâsıyle de bu şiirin sesini uzun müddet devam ettirdi. Arif Dino, o sıralarda kendisini at kuyruğu telinden kalemlerle çizdiği o çok güzel desenlere vermişti. Yazık ki, devam etmedi. Kahveye gelir gelmez daima elinde taşıdığı çini mürekkebi hokkasını ve fırçalarını masanın üzerine yerleştirirdi. Gözlüklerini kaşlarının üstüne iter ve sürrealizm ile ezoterik nazariyelerinin birbirine karıştığı, bir ucu simyaya dayanan çetrefil bir estetiğin izahına başlardı. Fakat Ârif’in düşüncesi bulutlarla saraylar inşa eden acaip bir mimara benzerdi. Sarahate hiç bir suretle gelemezdi. En bildiği ve anlatmasını en fazla istediği şeylerin büyük bir kısmını dahi iç gözleriyle görmek ona yetişirdi. Yahya Kemal’in çok sarih cevaplar isteyen sualleri karşısında bu sefer de öyle oldu. Cevaplar gittikçe mübhemleşti. Arif o gece bize kırmızı biberli votka içmeği öğretti. Cahit’in birkaç def’a bu keskin usulü tatbik ettiğini gördüm.

Tokatlı’da daha ziyade Yahya Kemal’in etrafında toplanırdık. Bu lokantada Davit Efendi isminde çok sevimli ve Ses şâirine gerçekten hayran bir metrdotel vardı. Yazık ki, Davit Efendi’de bu hayranlığın çok ters neticeleri olurdu. Yahya Kemal’i görür görmez birdenbire işgüzar­lığı tutar ve üst üste çolpalıklar yapardı. Bu yüzden sık sık azarlanır, sonra da çok cömert bahşişler alırdı. Tokatlı’da Davit Efendi olsun, diğer garsonlar olsun, bize sadece hizmet etmekle kalmazlar, fırsat buldukça — tıpkı hizmet bahanesiyle— masamızın etrafında dizilirler, Yahya Ke­mal’i dinlerlerdi. Sohbetin kepenkleri indirildikten sonra da saatlerce sürdüğü gecelerin birinde Yahya Kemal, garsonlara ve Davit Efendi’ye, “Eğer bu sefer de âlim olmadınızsa, artık bu işten vazgeçelim!” diye veda etmişti. Davit bu sözü hiç unutmadı. Ölümünden birkaç ay evvel, o za­man işlettiği Cumhuriyet Kahvesi’nde bana gülerek; “Olamadık gitti…” diye hayıflandı. Yazık, artık ne İstanbul tarafında, ne Beyoğlu’nda ede­biyatçıların toplandığı kahve hemen hemen kalmadı.

Erken ölümüne o kadar hayıflandığımız îlhami Safa’nın çıkardığı Kültür Haftası Mecmuası’nın birkaç toplantısı Tokatlı’da oldu. Yine aynı sırada bir apartmanın birinci katında şimdi adını unuttuğum barla klüb arası bir yerde toplantıya devam ettik. Bu barda sık sık rastladığımız, yüzünde yara izi bulunan genç ve güzel bir kadından Cahit’in hoşlandı­ğını da çok iyi hatırlıyorum. Bu kadının Baudelaire’in Siyah Venüs’ünü hatırlatan sıcak esmer teni ve yine siyah büyük gözleri ve garip, iştihalı bir sesi vardı. Cahit, Kültür Haftası’nda galiba biraz da benim ısrarımla Thomas Mann’in “Venedik’de Ölüm”ünü tercüme etti. Kitabın Fransızcasını kendisine iyi bilmiyorum ama, ben verdim gibime geliyor. Yahut da bula­madığım için üzüldüm. Hülâsa kitabı elde ettikten bir iki gün sonra ona Ankara Caddesi’nde rastladım. Yüzünde o tatlı gülümsemelerden biri vardı. Romanı beğenmişti. Bu tercüme galiba yarım kaldı. Yahya Kemal’in edebiyatımızda uzun zaman münakaşa konusu olan (Mektepten Memleke­te) formülü Kültür Haftası’ndaki bir konuşmasındandır.

Bütün bu toplantılarda Cahit Sıtkı çok def’a bulunurdu. Sessiz se­dasız durur, sanki büyük tereddütleri yenerek konuşmaya birkaç keli­meyle katılırdı. Bu sessizlik benim için asıl vasfı olmuştu. Halbuki bil­hassa aşırı sarhoşluklarında çok gürültülü bir neş’esi olduğunu işitirdim. Buna rağmen, Cahit Sıtkı’da içine gömülü bir taraf vardı. Şiirimize asıl getirdiği de bu tarafıydı. Onun eseri Türkçede bütün bir mahremiyet havasıdır. Şu şartla ki, Cahit bu “intinmisme”i bütün insanlığa doğru ge­nişletmesini bilmişti.

İkinci Dünya Harbi’nin başlarına doğru o kadar istediği Avrupa seyahati tahakkuk etti ve Cahit, çok sevdiği ve çok iyi tanıdığı Baudelaire’­in ve bilhassa Verlaine’in yaşadığı memlekette, Paris’te bir buçuk sene kadar kaldı, dönüşünden sonra Ankara devresi başlar.

Dönüşten sonra Cahit’i çok az görebildim. Ankara’da yeni dostlar bulmuş, kendi etrafında bir şiir muhiti toplamıştı. Her gece birleştikleri lokantayı bildiğim hâlde buluşamadık. O benim evime nedense ancak bir def’a geldi. Ben Ulus Matbaası’na yakın bir yerde bulunan toplantı yer­lerine iki def’a gittiğim hâlde onu bulamadım. Tesadüflerimiz daha ziya­de yolda veya dost evlerinde oluyordu.

Son uzun konuşmamız Sabahattin Eyüboğlu’nun evinde oldu. Her lâhza mihverinden çıkan bir münakaşanın doldurduğu gecelerimizden bi­riydi. Cahit bermutat münakaşaya hemen hemen hiç girmedi. Bütün gece benimle beraber oturduğu divanda, elindeki Pleiade baskısı Verlaine’i karıştırdı. Bir ara bize birkaç şiir de okudu. Okurken sesi titriyor, alko­lün tesiriyle olacak ikide bir hıçkırık tutuyordu. O gece çok mu içmişti, bunu bilmiyorum. Fakat devamlı içtiği, içkiyi kendisine iklim yaptığı bel­liydi. Ara sıra duruyor, beğendiği mısraları tekrar ediyordu. Bu anlarda bakırdan, küçük bir kandile benzeyen yüzü içten aydınlanıyordu. Çünkü Cahit yalnız şiirle temas ettiği anlarda mes’ut olan insanlardandı. Bazen de bana, “Nasıl, üstadım?” diyerek yarı şaka tariz ediyordu.

Aramıza şiir bahislerinde bir yığın anlaşmamazlık girmişti ve ga­liba benim saf şür tarafında kalışımı, hele nesir yazmamı affetmiyordu. Bu hâlis şâir, şiirden gayri ifade vasıtası tanımıyordu. Halbuki ne güzel ve ne kadar zevkli bir nesri vardı.

Cahit, Verlaine’i daima sevdi. İlk çağlarındaki yerli tesirlerle — daha ziyade Hâşim — sonradan keşfetti. Halk şiirinin havası hâriç, üstünde en devamlı tesir şüphesiz Sagesse şâirinden gelir. Şiir tekniği o kadar de­ğişmesine rağmen, ona daima sâdık kaldı. Bu sevgide mizaç ve hayat itibariyle bir yakınlığın payı da olsa gerektir. O da büyük Fransız şâiri gibi, şüri doğrudan doğruya hayatında arıyordu. Fakat hayattan gelen­leri daha az işlenmiş, daha az değişmiş olarak veriyordu. O geceden ben­de kalan hayallerden biri de daima ayakta, gramofonun önünde duran Orhan Veli’nin birkaç def’a çaldığı Petruchka’yı Cahit’in her defasında yarı uzandığı divandan doğrularak sanki yeni işitiyormuş gibi dikkatle dinlemesidir.

Cahit Sıtkı ve Orhan Veli… Çok genç yaşlarında tanıdığım bu iki şâirin ikisi de hiç beklenmedik bir çağda, uçan yıldızlar gibi hayatımızdan çekilip gittiler. Fakat eserleri bir mevsim gibi aramızda. Daha orta mek­tebin birinci sınıfında talebem olan Orhan’ı Cerrahpaşa Hastahanesinde son defa oksijen çadırının altında yarı çıplak, güçlükle nefes alır ve o kadar güzel hayallerini yakaladığı dünyamızı yalnız akı görünen gözlerin­den boşanırken gördüğüm günü hiçbir zaman unutamam. Şiirimize tatlı anlaşmazlığı ve lezzeti getiren zekâ, gözlerimin önünde kendisi olmaktan çıkmıştı. Cahit ile Orhan’ın şiirleri birbirinden çok ayrıdır. Fakat aksiyonları ve istedikleri şey, birbirine az çok benzer. İkisi de yeninin —bil­mem bu mânâda şiir için ne kadar lüzûmlu bir şeydir— peşindeydiler. İkisi de bir çeşit popülizm istiyordu. Yalnız Cahit, geleneklere daha de­rinden bağlı idi. Canı istediği zaman aruzu ve heceyi o kadar iyi kullanan Orhan ise, daha kökten bir değişmeyi istiyordu. Ayrıca Orhan’ın görü­şünde büyük resme kadar giden bir çeşit teksif, dış âlemle daha derin bir temas vardı.

Cahit’e son tesadüfüm Ayazpaşa’da oldu. Ayak üstünde öpüştük. Güçlükle konuşuyordu. Belki de bu güçlüğü hissettiği için, gözleri yaş­lanmıştı. Biraz sonra hastalık haberi geldi. Cahit’in şiiri, ölümden hayata doğru genişler. Belki de santimantal yaradılışı, yahut da başka sebepler onu bu san’atın asıl kaynağı olan o atavik duyguya, her düşüncede türlü nikaplara bürünen büyük ve aslî korkuya götürüyordu. İnsan zihninin hâllerini kozmik dramla birleştirmeğe çalıştığı ilk devirlerde bile — gece bir sebep değil, belki bir neticedir— bu sezilir. Daha sonraki şiirlerinde:

Öldük, ölümden bir şeyler umarak

diyen şâir, kuş, yaprak, çiçek, mevsimler, bütün lezzetler, insan sevgisi ve dost bağlılığı, kadın sevgisi, kendi yalnızlığı — bu izahı güç, şâir yal­nızlığı — bütün etrafı, masası, penceresi, her şeyi, hepsini çok kesif bir yaşama aşkının evvelden kazanılmış bir zaferle şeffaf kıldığı bir perdenin öbür tarafından ve araya koymağı çok iyi bildiği bir fâsıladan bize gön­derdi. Bazı şiirlerinde, insanı saran o keskin hava, dünyasını bir kuş yu­vasını yapar gibi, parça parça taşıdığı bu uzaklıkta âdeta maddesini inkâr ederek konuşmasından gelir.

Bu ameliye Cahit’de o kadar esastır ki, en doğrudan doğruya konuş­tuğu şiirlerinde bile, çok def’a eşya kendi gölgeleri olur. Cahit bu ameliye sâyesinde âdeta tenezzüllerinde kazandı, denilebilir. Filhakika kendisinde esas olan santimantalizmden zaman zaman büyük ve belli nağmeler, çığlığa çok yakın içlenmeler ve bazen de hakikî çığlıklar çıkardı.

Hasta Cahit, şiirlerinin iklimi olan bu uzaklıkta bir müddet kendi kendisinin bir gölgesi gibi yaşadı ve bu yaşadığı ve oradan, bizim için o kadar güzelleştirdiği, hayatın ikiz kardeşi yaptığı ölüme geçti. Muhak­kak ki, çok ıztırap çekti. Fakat nasıl diyelim ki, bu elbette dostlarını bir noktada teselli eder. Burada da istediği şeye erişti. Yani ölümünde bile şiirine sâdık kaldı. Onun nizamını yaşadı.

(VARLIK, 1 Mayıs 1958, s. 4-5)

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum