Ömer ERDEM

Ömer ERDEM

[email protected]

Bir yurt hikâyesi ya da yoksulluğun ekolojisi

23 Ocak 2022 - 14:36

Bir genç insan, bir doktor adayı geçen hafta canına kıyarak bu dünyadan ayrıldı. Ferdî olarak onca karmaşa ve çözülemeyecek sırlı bileşenlerle örülmüş böylesi ölümler giden kadar muhatapları için mutlak mesajlar taşır. Kendiliğinden toplumsaldır intihar ve tarihin sahiline ateşin köpükleri ile çarpar durur. Sağduyulu toplumlar ölümün bir bıçak gibi kemiğe battığı böyle hâllerde bilgi, eleştirel akıl ve sorumluluk bilinci ile hareket ederler. Ferdin öyküsünden cemiyete, cemiyetin karakterinden ferde dalışlar yaparlar. Böyle bir niyet ve çaba içinde davranmadığımız için olacak ki ancak aktüalite yoğunluğu kadar konuşulur bizde intiharlar. Sonra da tekrarın o vahim dalgalanışı başka başka kıyılarda gezer durur.

Yıllar yıllar evvel, neredeyse bir kırk yıl önce mesela bir genç adam üniversite sınavında başarılı olmuştu. Doğduğu yerde çok az kişi erişirdi buna. Sıradan bir devlet memurunun çocuğuydu. Çok çocuklu ailenin içinde sadece o eğitimini sürdürmüştü. Şimdi taşradan çıkacak, büyük Anadolu şehirlerinden birisinde üniversite okuyacaktı. İlkin kayıt yaptırmaya gitti. Okulun yurdu vardı ama çok büyük bir üniversite olduğu için yeterli gelmiyordu. Özel yurtlar pahalıydı. Otelde kalamazdı. Misafirhane imkânı yoktu. Ne yapacağını bilmiyordu bu durumda, yine de devlet yurduna müracaat etti. Okul yakın zamanda açılacaktı. Başvurusu olumsuz sonuçlanmıştı. Belki de tek maaşlı sıradan bir memur çocuğu olduğundan daha yoksullar arasına girememişti. Bir çözüm mutlak şarttı.

O şehirde yerleşmiş bir avukat tanıdıklarını ziyaret etti. Durumunu anlattı. Vaktiyle demir yollarında çalışırken hukuk fakültesini dışarıdan okuyarak bitirmiş o avukat bir çözüm önerdi: ‘Bazen benden hayır talep eden birileri oluyor. Tanıdığım kimseler değil. Yurtları da var. Orayı bir arayayım, belki uygun şartlarda bir çözüm bulunur. Bak, düşün dedi.’ Telefon etti avukat. Genç adam adrese gitti. Görüşme sırasını bekledi. Biraz tedirgindi. İçeriye aldılar. Onu kendi yaşına yakın, ince ip bıyıklı birisi karşıladı. Bir masanın çok uzak mesafesinde oturuyordu. Bölümünü, memleketini, anne babasını sordu. Sonra sustu. Çok çok uzun sustu... Bıçak gibi keskin bir eylül güneşi kırılmış cam parçası büyüklüğünde düşüyordu odaya. Masada oturana dikkat etti. İp bıyıklı onun göğsüne bakıyordu. Yerdeki cam parçası sanki yarıyordu göğsünü. Sonra ‘Sen hep böyle gömleğinin düğmeleri açık mı dolaşırsın?’ diye sordu.

Genç adam doğasından gelen bir özgüvenle, yoksulluğuna ve çaresizliğine bakmadan ‘Hava sıcak, ayrıca bu görüşme ile ne alakası var?’ dedi. Aslında anlamıştı; ip bıyıklı teslimiyete ne denli amade olduğunu test ediyordu onun. Acaba bu bıyığın ipi hangi iplere bağlanıyordu? Sonra yıllar, yıllar sonra o ipin, toplumun kök ağacını nasıl dipten sardığını öğrenecekti. O yurtta kalmadı ama, yoksulluğun ve çaresizliğin içinde kim bilir kaç genç çocuk boynunu bir sunağa uzatırcasına teslimiyet düğmesini ilikledi böyle.

Eğitim bir bütün olarak kurulur ve düşünülür. Mesela öğrenci kapasitesi kadar yurdu, kütüphanesi, yemekhane ve sosyal imkânları olmayan bir üniversite asla açılmamalıdır. Yoksul ve zengin her öğrencinin aynı şartlarda kalabileceği standarda sahip değilse ortam, kötülüğün suistimaline uğrayıp ekolojik bir dengesizlik alanı olarak genişleyecektir. Nitekim geçen hafta oğlunu kaybetmiş bir babanın büyük trajedi eserlerinden kopmuş bir pasajı hatırlatan cümleleri başka kat bir yoksulluğun dışa vurumudur. Baba kendisini de aşan sosyal bir dibe çekilişin kuyusunda kalmıştır.

Fakat her zaman maddi yoksulluk sebep olmaz intihara. Psikoloji ve psikiyatri sebeplerin arasında mekik dokur. Bu dokuyuşta benliğin dip girdapları kadar o girdapları oyan sebepler de aranır. Yöntem, araştırma, cesaret, birikim toplumsal dikkati diri tutmak için bilgi üretir. Sanat, edebiyat, sinema devreye girer.

Bizde ilk pozitivist olarak anılan Beşir Fuad’ın intiharı gibi Halid Ziya Uşaklıgil’in “Bir Acı Hikâye” kitabında anlattığı hadise de politik tartışmaların ilerisinde yeterince tahlil edilmiş sayılmaz. İnsanı çaresizliğe sürükleyen genetik ve şahsi sebeplerle onu tetikleyen toplumsal faktörler üzerinde cesaretle düşünmek gerekir. Hele eğitim çağındaki genç insanları her bakımdan birer bende yapmaya yönelik kurumların altyapısını politik tarafgirliğe düşmeden gözlemek şarttır.

Kırk yıl önce yaşanmış bir hikâye geçen kırk yıl boyunca şevkle, tekrar be tekrar yaşanmış olacak ki geçen hafta bir kan köpüğü kıyımıza genç bir varlığın karanlık sözleriyle vurdu. Eğer Albert Camus’nün tespiti doğruysa her ölümün içinde toplumsal bir suç barınır. Dolayısıyla toplum her kademesiyle sorumluluğunu kabul ettiğinde ancak gelecekten bahis açılabilir. Yoksa yoksulluk bir trajedi gibi sahne almayı sürdürecektir, sahne aynı kalıp aktörler değişmek kaydıyla...

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum