Abdullah MOLLAOĞLU

Abdullah MOLLAOĞLU

[email protected]

SERDENGEÇTİ İLE YAPILASI RÖPORTAJ

07 Temmuz 2020 - 23:38 - Güncelleme: 08 Temmuz 2020 - 00:19

SERDENGEÇTİ İLE YAPILASI RÖPORTAJ
 
 
Serdengeçti ile görüşmek için sözleştiğimizde yer olarak Türk Edebiyatı Vakfı’nı seçmişti.
Türk Edebiyatı Vakfı tarafından merkez olarak kullanılan tarihi binayı biliyordum. Burası eskiden sıbyan mektebi adı altında hizmet vermiş.
Mahut binanın önünden defalarca geçmiştim ama içine girmek bir türlü nasip olmamıştı. Bu binanın Osman Yüksel Serdengeçti’ye ait olduğunu ve kendisi tarafından yakın zamanda Türk Edebiyatı Vakfı’na bağışlandığını öğrendiğimde ise çok şaşırmıştım. Doğrusu böylesi şahane bir binayı gözünü bile kırpmadan hibe etmiş olması insanın gözünü kamaştırıyordu.
Sultanahmet’teki binaya giderken heyecanlıydım. Önce dergilerinden sonra da kitaplarından tanıdığım bir önemli şahsiyetle karşı karşıya gelmek ve üstelik onunla röportaj yapmak müthiş bir tecrübe olacaktı.
Vakıftaki görevli beyefendiye durumumu açıkladım. Geleceğimden haberdardı. Bağa gözlüğünün ardından sıcacık bakan gözlerini iki defa kırptı ve çok kitap okuyan insanların o doygun sesiyle: 
“Buyrun, Osman Abi sizi içeride bekliyor.” dedi.
Bunu duyunca yüzümün kızardığını hissettim. Koskoca Serdengeçti benden önce gelmişti ve kendisini bekletmiştim. İşaret edilen kapının kolunu çevirirken de yanaklarımın alev alev yandığını hissedebiliyordum.
Serdengeçti bir koltuğa oturmuştu. Bir elini bastonuna dayamıştı. Oda küçük olmasına rağmen geniş penceresi sayesinde nefis bir aydınlığı içine almış durumdaydı.
“Efendim çok özür dilerim, beklettim sizi.” derken cümleyi apar topar kurduğumun farkındaydım.
Serdengeçti gülümsedi ve:
“Estağfurullah kardeşim, ben erken geldim. Gelmişken Kabaklı Hoca’yla da biraz laflarım demiştim ama o da meğer dişçiye gitmiş.” dedi.
Duyduğum bu tok sesle adeta büyülendim. O ise diğer eliyle yanında duran boş koltuğu işaret etti.
“Otur kardeşim, ayakta kalma.”
Koltuğun kenarına ilişip öksürerek boğazımı temizledim ve:
“Teşekkür ederim efendim.” diyerek röportajıma başladım.
“Sayın Serdengeçti, öncelikle beni kırmayıp röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim.”
Gülümseyerek boşta kalan elini havaya kaldırdı.
“Dur dur,” dedi “Önce şu yanlışlığı düzeltelim.”
Ben nerede yanlış yaptığımı düşünürken o oturduğu yerde öne doğru eğildi ve diğer elini bastonunun topuzunu tutan elinin üstüne koydu. Bu sırada fark ettim ki elleri titriyordu.
“Benim adım Osman Zeki Yüksel. Soyadım Yüksel. Yani kafa kağıdımda aynen böyle yazıyor. Serdengeçti ise yıllarca çıkardığım mecmuanın adı. Oradan lakap kaldı bana. Serdengeçti aşağı Serdengeçti yukarı. Sanki soyadı gibi bir şey oldu zamanla.”
Elleri titriyordu ama bu durum sesinin tokluğunu etkilememişe benziyordu. Bu kalın sesi belki de saatlerce dinleyebilirdim.
“Peki efendim, Sayın Yüksel…” diyerek devam etmek istedim.
Bu defa gülerek:
“Yok yok, o da olmaz!” dedi.
“Hocam?”
Bu defa kahkaha attı.
“Yok yahu, ne hocası. Biliyor musun ben hoca olmak isteseydim hemen olurdum. Hem de imam hatip hocası. Eski diyanet işleri reisi vardı, Ahmet Hamdi Akseki. O benim akrabamdı. İsteseydim ona derdim beni hoca yap diye. Anında yapardı yahu!”
Onun bu samimi duruşu beni de rahatlattı. Oturduğum koltuğa biraz daha yerleştim. Karşımda duran gösterişli burunlu, kalın kaşlı ve içinden zeka kıvılcımları saçılan gözlere sahip bu yıpranmış yüzlü adama bakarken kalbimin ısındığını hissediyordum. Serdengeçti tıpkı yazılarında, şiirlerinde olduğu gibiydi. İçtendi, duruydu, pazarlıksızdı.
“Abi de bana, abi.” diyerek beni iyice rahatlattı.
“Peki abi. Tekrar teşekkür ederim.”
“Asıl ben teşekkür ederim. Ahir ömrümüzde kıymet verip buldunuz beni.”
Bunu dedikten sonra bir elini yeniden bastondan indirip dizinin üstüne koydu. Elindeki titreme bu defa bariz şekilde görülüyordu.
Elinin dikkatimi çektiğini görmüş olmalı ki yine gülümseyerek konuştu.
“Parkinson hastasıyım ben, belki biliyorsundur kardeşim.”
Biliyordum. Ancak eline baktığımı fark etmiş olduğu için de utanmıştım.
“Çok güzel bir hastalık ismi ama değil mi parkinson? Araba markası gibi! İnsanın son model bir parkinson alası geliyor!”
Utanmaya devam ederken gülümsemekten de kendimi alamadım.
“Böyle titretiyor insanı işte bu namussuz hastalık. Bir defasında başbuğa da dedim”
“Türkeş Bey’e mi?”
“E, başbuğ kim olabilir ondan başka? Bak dedim nasıl titriyorum. Görüyor musun ben nasıl öz be öz Türk’üm! ‘Hayrola Osman’ dedi, başbuğ, ‘Ne alaka?’ Yahu dedim sen hep ‘Ey Türk titre ve kendine dön’ demiyor musun? Bak ben de sürekli titriyorum işte! Benden âlâ Türk mü olur!”
Ben de bir kahkaha attım. Sonra mahcup olup ağzımı kapadım.
“Başbuğ ile biz devre arkadaşı gibiyiz. O da 1917 doğumlu ben de.”
O konuşurken bir taraftan gülüyor bir taraftan da göz ucuyla kılığına kıyafetine bakıyordum. Üstünkörü giyinmişti. Pantolonunun ütüsüzlüğü kendini hemen belli ediyordu. Fakir olmadığını biliyordum. Hatta bir dönem milletvekilliği de yapmıştı. Ancak varını yoğunu öğrenci okutmaya, kültür ve eğitim faaliyetlerine harcadığını, kendisi için neredeyse hiç masraf yapmadığını da daha önceden öğrenmiş olduğum için bu durumunu yadırgamadım.
“Abi biliyorsunuz memleketimizin derdi bitmiyor. Bir türlü doğru yola revan olamıyoruz. Yüzyıllardan beri kendimizi ıslah etmeye çalışıyor, programlar hazırlıyor, yenilikler yapıyoruz ama nedense muasır medeniyet seviyesine istediğimiz oranda yükselemiyoruz. Biraz genel bir soru olacak ama, yani siz de yıllardır bir mücadelenin içindesiniz. Acaba memleketin genel durumunu nasıl buluyorsunuz?”
Uzun bir soru olmuştu. Serdengeçti beni gözlerini kısarak dinlemişti.
“Yahu şuna kısaca ‘Ne olacak bu memleketin hali?’ desene aziz kardeşim!” diyerek gülümsedi.
Gülümsemesinde geride kalan koca bir ömrün izlerini taşıyordu. Erken yaşta başlayan mücadele hayatı, çıkarılan dergi ve kitaplar, mahkemeler, cezaevleri, mahrumiyetler yüzüne yayılan gülümsemenin içinde birer çizgi halinde belirip kayboluyor gibiydi.
Bastonunu diğer eline aldı. Bu arada kapı açıldı. Az önce beni vakıf girişinde karşılamış olan beyefendi elinde iki çay bardağı ile girdi. Ben doğrulup:
“Teşekkür ederim efendim.” diyerek tepsideki bardağı aldım. Serdengeçti de:
“Eyvallah kardeşim.” derken bardağın koltuğunun yanındaki sehpanın üstüne konulmasını izledi.
Kapı kapanırken iç geçirdi Serdengeçti ve:
“Memleketin durumu…” deyip devam etti:
“Bu durum kelimesi de yerleşti artık değil mi? Bak üstat da bir ara kızıyordu bu durum kelimesine. Hatta bir şiirinde geçer. Sonra sonra kendi de kullanmaya başladı durumu. Ne yaparsın, öyle bir uydurukça kelime saldırısına uğradık ki zaman zaman kaybettiğimiz bazı mevziler olmadı değil.”
Bunu söyledikten sonra çayından bir yudum aldı.
“Üstat derken Necip Fazıl’ı kastediyorum. Allah rahmet eylesin, bak demek rahmet istedi.”
Necip Fazıl birkaç ay önce hayatını kaybetmişti. Serdengeçti’nin gözlerinin dolduğunu fark ettim.
“Üstat benim arkadaşımdı, abimdi vesaireydi. Ama öncelikle benim hapishane arkadaşımdı. Hapishane arkadaşlığı bambaşka bir şeydir evlat. Hiçbir arkadaşlığa benzemez.”
Durdu. Gözleriyle pencereye baktı. Yüzünde bir gülümseme vardı.
“Gittin mi sen cenazeye?” dedi.
Gitmemiştim.
“Olabilir, insan bazen gitmek istediği yere gidemez. Vasiyetini açıkladılar üstadın biliyor musun? Demiş ki, ‘Vasiyetimdir, çok kaza namazım kaldı, beni sevenlerden ricamdır, her biri bir günlük namazımı kaza etsin, kılsın! Hey gidi üstat dedim bunu duyunca, cenneti de bedavaya getirdin!”
O konuşurken ben de çaya uzanmıştım. Fakat bunu duyunca az daha bardağı yere düşürecektim. Ben gülerken o devam etti:
“Bunu dediğimi duysa üstat kesin bana yine ‘Primitif adam!’ derdi. Biliyor musun sen ne demektir primitif?”
Bilmiyordum.
“İlkel adam demek, ilkel. Necip Fazıl ne zaman bana kızsa, sinirlense primitif adam derdi.”
Sonra kaldığı yerden devam etti:
“Evet, durum demiştik. Durum demek yeni bir hal demek. Eskiden farklılık demek. Bu yenilik, yeni bir hal, yeni bir vaziyet demek. Yeni hal karşısında da yeni bir tavrın takınılması demek. Bizim durumumuzun iyi olması için de bu yeni vaziyete göre donanmış, ona hazırlıklı olmamız gerekir demek. Peki ya öyle miyiz şu anda? Yeni duruma karşı hazırlıklı mıyız? Hiç sanmıyorum. Zaten sanmasam ömrümü harcamazdım. Ben de yolumu bulur, konfor içinde yaşardım. Ama işte değil, olmuyor öyle. İnsan kabullenemiyor. Göz göre göre yapılan yanlışlıklara temas etmeden geçemiyor insan.”
Çayından bir yudum aldı.
“Durumu iyileştirmek için bir şeyler yapılmadı mı bizim memlekette? Yapıldı. Ancak yanlış işler yapıldı. Garp bir hedef olarak belirlendi. Garba ulaşmak, garbın seviyesine yükselmek istendi. Ancak bunun yolu, yordamı yanlış tayin edildi. Kuru bir taklitle garp seviyesine yükseleceğimiz zannedildi!”
Serdengeçti’nin ses tonunun gittikçe kalınlaştığını hissediyordum. Gözleri de kıvılcımlar saçıyordu.
“Taklide meylettik topluca. Birine benzeyerek onun aynısı olacağımızı zannettik. Öyle olunca kendi mevcut durumumuzdan utanmakla başladık işe. Bu utanmayı gidermek için ise kendi kendimizi inkar ettik! Dilimizi inkar ettik, dinimizi inkar ettik, tarihimizi inkar ettik, kültürümüzü inkar ettik, Allah’ımızı inkar ettik!”
Durdu ve derin bir nefes aldı. Sonra bana baktı:
“Sen benim mecmuanın isminin altında ne yazdığını biliyor musun?”
Bilmez miydim, hemen söyledim:
“Serdengeçti… Allah’a, millete, vatana koşanların dergisi!”
Takdir edercesine başını salladı.
“Evet, hal böyle olunca biz de Allah’a, millete, vatana koştuk. Onlar inkar ettikçe biz onların inkar ettiklerine koştuk. Bunun bedeli olarak ise ömrümüzü hapislerde çürüttük! Mesele değil, Allah’a, vatana, millete feda olsun ömrümüz. Yeter ki gidilen yolun yanlışlığı ortaya çıksın, yeter ki anlaşılsın.”
“Peki abi, nasıl gideceğiz garba? Veya nereye gideceğiz şayet garp yolu yanlışsa?”
“Garba gideceğiz tabii. Yitik malımız orada çünkü. Nedir o yitik mal? Bilgi! Bilgi orada şu an. Eskiden bizdeydi, elimizden kaçırdık. Oraya gidip onu alacağız elbette. Bugün bilgi Eskimolar’da olsaydı buzullara gidip onlardan almamız iktiza ederdi. Ama bugün bilgi garbın elinde. İşte mesele burada. Garba gideceğiz ama nasıl gideceğiz?”
“Nasıl gideceğiz abi?”
“Hazırlıklı gideceğiz tabii, tedarikli gideceğiz. Misal, sen bugün kalksan Sahra Çölü’ne gitsen ama kıyafet olarak da kalın bir kaban giysen ne olursun? Perişan olursun yahu! Aynı onun gibi, yola çıkmadan önce münasip bir şekilde hazırlanacaksın. Nasıl olacak bu? Kendini bileceksin önce. Yahu diyeceksin, acaba ben bu yola hazır mıyım? Vücut ve kafa olarak yani. Nereye kadar gidebilirim, dayanabilir miyim? Gidince hedefime ulaşabilir miyim, yoksa rezil mi olurum? Yollarda kalıp kurda kuşa yem mi olurum? Maskara mı olurum, anlıyor musun? Önce kendini bileceksin.”
“Peki, nasıl bileceğiz? Bunun örneği var mı mesela?”
Güldü. Gülerken yüzündeki çizgiler çoğalıyordu.
“Var tabii. Hem de hepimizin bildiği bir örnek var. Nedir o? Japonya! Ya, şaşırdın mı? Daha farklı bir örnek vereceğimi mi düşünüyordun? Ne de olsa yıllardan beri bize model olarak hep Japonya gösterilir değil mi?”
Serdengeçti doğru söylüyordu. Ondan bu kadar klasikleşmiş bir cevap beklemiyordum. Dediği gibi Japonya artık ağızlarda sakız olmuş bir ülkeydi. Geleneklerine sahip çıkarak gelişen bir ülke örneği söz konusu olduğunda aklımıza hep Japonya gelmekteydi.
“Adamlar iki cihan harbinde de yenilmelerine rağmen yine ayaktalar değil mi? Üstelik son harpte dümdüz oldular, atom bombalarıyla. Ama yine de ayağa kalkmasını bildiler. Hem de Japon kalarak yaptılar bunu. Peki bu işin sırrı neredeydi sence?”
“Neredeydi abi?
“Okuma yazma oranında!”
Serdengeçti gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Bir yandan da titriyordu. Ara vermeden devam etti:
“Geçen asırda Japonya’nın garp yoluna çıkmadan önceki okuma yazma oranı neydi güzel kardeşim? Yüzde kırk idi, yüzde kırk! Ya bizde? Ya bizde kardeşim? Ne sen sor ne ben söyleyeyim.”
Böylesi bir bilgiden haberim yoktu. Gerçekten de etkileyiciydi.
“Evet, Japonlar garp yoluna girmeden önce de aslında bilgi ile mücehhez bir haldeydiler. Hazırlıklıydılar. Yapmaları gereken tek şey bu sahip oldukları bilgiyi biraz daha günün gerçeklerine uydurmaktı.”
Çayından bir yudum aldı.
“Yani Japonlar yeni bir bina yaparken inşaatı sağlam bir temelin üstüne kurdular. Ya biz ne yaptık? Aynı sıkletteki binayı uyduruk bir temelin üstüne kondurmaya kalktık. Sonuç ne oldu? Fiyasko! Çöktü bina! Hepimiz enkazın altında kaldık!”
Serdengeçti heyecanlanmıştı.
“Durup da adam gibi hazırlık yapmak gerekirken, yola öyle çıkmak gerekirken biz acele ettik. Basit taklitlerle başarılı olacağımızı zannettik. Şapkayla ilgilendik, balolar düzenledik, insanımıza bilgi diye bize ait olmayan bir yığın malumat verdik, boğduk insanımızı. Gençlerimiz bize ait hiçbir şey öğrenemeden bitirdiler mekteplerini. Sonraki hayatlarında da bize dair hiçbir şeye sahip olamadılar. Ne garplı olabildiler ne de Türk kaldılar. Bir nesli böyle mahvettiler. Rezaletin daniskası!”
Serdengeçti tam nefes alıp konuşmaya devam edecekti ki ezan başladı. Öyle olunca sustu. Ellerini bastonunun topuzuna koyup yere bakmaya başladı.
O susunca ben de konuşmadım. Ezan bitene kadar öylece bekledik.
“Ezandaki eksikliği fark ettin mi?” diye sorarak sohbete yeniden başladı Serdengeçti.
Doğrusu ezanı çok da dikkatle dinlememiştim. O sırada Serdengeçti’nin biraz önce verdiği Japonya örneğini, yüzde kırklık okuma yazma oranını düşünüyordum.
“Fark etmedim abi. Eksik mi okudu müezzin?”
Serdengeçti gülümsedi.
“Aferin. Müezzinle imam arasındaki farkı biliyorsun! Maalesef çoğu okumuş kişi aradaki farktan bihaberdir.”
Çayından son olarak büyükçe bir yudum alıp bardağı koyduğu tabağı biraz ileriye itti.
“Ezanı tabii ki eksik okumadı müezzin efendi. Ama eksik olan bir ezan vardı.”
Anlamıyordum. O da fark etmişti bunu.
“Hangi camiden okundu ezanlar? Burası Sultan Ahmet semti değil mi? Binanenaleyh önce Sultan Ahmet Camisi’nden okundu ezan. Bir de bu bizim binanın hemen önünde bir küçük cami var. Adını bir türlü tam hatırlayamıyorum.”
Durup düşünmeye başladı. Bu küçük camiyi ben de biliyordum ama isminden habersizdim. Sonra birden:
“Hah!” dedi “Firuz Ağa Camii!”
Başımı salladım.
“Bunlar nöbetleşe okurlar ezanı, karışmasın diye. Evet, Sultan Ahmet Camii ile Firuz Ağa Camii’nden okundu ezan. Peki nereden okunmadı?”
Kafam karışmıştı. Bir yandan da arka arkaya sorulan sorulara cevap veremediğim için mahcubiyet duyuyordum. Ama zihnimi zorlasam da bu son sorunun cevabını bulamadım.
Serdengeçti uzatmadı ve derin bir nefes aldıktan sonra:
“Ayasofya,” dedi “ Ayasofya’da ezan okunmadı canım kardeşim!”
İçimin ürperdiğini hissettim. Ağzımı açıp konuşmaktansa karşımdaki adama bakmayı yeğledim. Gözleri hâlâ yerdeydi. Bu defa sesi titriyordu:
“Ya, sevgili kardeşim, Ayasofya… Ayasofyamız. İslam’ın nuru, Türklüğün gururu Ayasofya…” 
Bu şiirini hatırlıyordum. O ara verince ben de aklımda kalan bir mısrayı okudum:
“Ayasofya ses vermiyor… Ayasofya bir hoş… Ayasofya bomboş!”
Birden başını kaldırdı. Gözlerini gözlerime dikti. Şiirini biliyor olmamdan dolayı çok mutlu olduğu belliydi. Başını sallayarak gülümsedi ve bir mısra daha okudu:
“Ayasofya! Ayasofya! Seni bu hale koyan kim? Seni çırılçıplak soyan kim?”
Sonra gülümsedi.
“Şu bir gerçek ki, ibadetlerimizde mutlaka eksiklik vardır. Şimdi ben kalkıp da hiç namaz eksiği olmayan bir kişi olduğumu ileri süremem. Ama benim Ayasofya hassasiyetim sadece namazla ilgili bir mevzu değildir. Mesele bambaşka bir meseledir. Bu bambaşka mesele yüzünden defalarca yargılandım ben, Ayasofya için hapis yattım!”
Serdengeçti’nin Ayasofya davası da meşhurdu. Devam etti:
“Mesele sadece namaz meselesi olsaydı çok basit çözülürdü zaten. Hani bazı aklıevveller diyorlar ya, efendim Ayasofya’ya komşu koskoca Sultanahmet Camii var, önce orası vakit namazlarında bir dolsun da Ayasofya’ya sıra sonra gelsin! Laf mı bu Allah aşkına! Mesele bu kadar basit mi? Değil tabii ki! Ya ne? Ayasofya bir semboldür. Fethin sembolüdür, Türk İstanbul’un sembolüdür. Bizim kılıç hakkımızdır! İsterse içinde bir kişi namaz kılsın, fark etmez! Ayasofya her hal ve şartta açık olmalıdır. Nasıl ki İslam’ın şartları varsa Türklüğün de şartları vardır. Ve o şartlardan biri de Ayasofya’nın açık olması, içinde ibadet edilebilmesi, minarelerinden ezan okunmasıdır!”
Durdu. Bastonu daha sıkı kavradı.
“Hani az önce bahsettim ya, kendimizi bilmeden kendimizi hazırlamadan garp yoluna çıkmamamız gerekirdi diye. İşte Ayasofya da sahip olmamız gereken öz bilgilerden biridir. Ayasofya’nın şuurunda olmayan bir kişinin ne kendine ne de cemiyetine bir faydası dokunabilir. Hep eksik kalır, şahsiyeti tamamlanmaz bir türlü. Merhum Atsız bir şiirinde diyor ya hani, ‘Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir!’ diye. Aynı onun gibi, Ayasofya kapalı kaldığı sürece müslümanlığımız da eksik kalacaktır Türklüğümüz de!”
Bana baktı. Yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı.
 “Hüseyin Nihal Bey de benim hapishane arkadaşımdı biliyor musun?” dedi sonra.
“1944 hadisesi, evet abi.” dedim.
Sonra yüzündeki gülümseme muzip bir ifadeye büründü.
“Şimdi beni de beynamaz sanma sen, ben de namaz kılmış adamım. Hem de ne namazlar kıldım, onlar ayrı birer destandır!”
“Anlatın lütfen abi.” diyerek teşvik ettim.
“Bir gün Malatya’da cezaevindeyiz. Ranzanın üst katına çıktım, namaz kılıyorum. Derken birden farkına vardım ki ben uçuyorum. İçim içime sığmıyor. Sureleri okudukça yükseliyor da yükseliyorum. Yahu diyorum, nasıl huşuyla namaz kılıyorum böyle diye de kendimi beğeniyorum. Sonra namaz bitti işte, indim ranzadan aşağıya. Bir de ne göreyim. Meğer alttaki yatakta bir mahkum oturmuş esrar içiyormuş! Ben de yukarıda onun dumanını çektikçe arş-ı âlâya doğru yükseliyormuşum!”
Kahkaha atmamak için zorlamadım kendimi. O da güldü. Ve gülmesi devam ederken bir başka hatırasını anlatmaya başladı:
“Bir gün de Ankara’da cuma namazı kılıyorum. Cami kalabalık. Sünneti kılarken secdeye gittim. Tam bu anda önümdeki safta namaz kılmakta olan adam gelip başımın üstüne oturmaz mı! Artık ben mi fazla uzadım secdeye varırken o mu namaz halinde geri geri gitti, anlamadım. Ama adam kafamın üstüne oturuverdi işte. Çektim başımı, kurtaramadım bir türlü. Sonra ulan Osman dedim, sen anadan da yardan da serden de geçmiş adamsın. Bu dertten de kurtulursun dedim ve bir gayretle çektim başımı da kurtuldum o tazyikten!”
 Odanın içi kahkahalarımızla çınlıyordu. Serdengeçti çok mesuttu.
“Ya işte böyle sevgili kardeşim. Ayasofya önemlidir. Mabet önemlidir. Bak ben yıllarca neden Ankara için ‘mabetsiz şehir’ dedim, işte bu yüzden. Mabet semboldür. Her millet için geçerlidir bu. Ama bizdeki bazıları anlamaz bundan. Anlamayınca da kavga etmek zorunda kalırsın anlasın diye. Kavga edince de haydi yallah hapishaneye. Bir ara öyle gediklisi olmuştum hapishanenin. Hatta bir defasında bir yazı yazmıştım. Biliyordum ki birilerini rahatsız edecekti o yazı da, yine kodesi boylayacaktım. Öyle olunca şöyle başlık attım dergiye, ‘Açın kapıları Osman geliyor!’ diye. Açıldı tabii hemen hapishane kapıları açılmaz mı hiç!”
“Ömrünüz mücadele ile geçmiş abi.” dedim.
Bir elini havada salladı. Yaşadıklarını önemsemiyordu.
“Oldu bitti, ne yapalım. Ben de istemezdim böyle kavga etmeyi ama şartlar bunu gerektirdi. Yoksa ben Ankara’ya felsefe okumaya gelmiştim. Ben de isterdim sadece felsefe ile ilgilenmeyi, derin derin kitaplar okumayı, felsefe üzerine yazmayı. Ama bırakmadılar ne yapayım. Çarşı yanarken saçımızı tarayacak halimiz yoktu ya! Mecburen müdahil olduk, kavga ettik. Bir şiirimde dedim bunu, ‘Volkan gibi lav atmış ne susmuş ne sönmüşüm, Ben bu dava uğruna çılgınlara dönmüşüm!’ Ya, mecburen çıldırdık, mecburen delirdik. Deli muamelesi yapıldı bize. Şimdi bazı gençler görüyorum, beğenmiyorlar bizi, basit buluyorlar. Canları sağolsun. Bizim nesil farklı bir nesildi. Biz, bizden sonra gelecek olanların yollarındaki çalı çırpıyı, çakılı taşı temizledik, yolu yürünebilir hale getirdik. Kendimizi feda ettik bir anlamda. Varsın beğenmesinler, Allah biliyor ya. Ve bir gün elbette kadrimiz, kıymetimiz bilinecek ya. Mühim değil geri tarafı.”
Sözlerini bitirince derin bir nefes aldı.
Yorulduğunu hissettim.
“Abi çok teşekkür ederim. Zaman ayırdınız, çok güzel bir röportaj oldu. Müsaadenizi istiyorum” dedim.
Başını kaldırdı ben ayağa kalkınca.
“Estağfurullah kardeşim, gidiyor musun? Ben de birazdan kalkarım. Kabaklı Hoca da gelir birazdan. Onu görüp giderim.” dedi.
 Sonra elini uzattı, tokalaştık.
Açıkçası onunla daha saatler boyunca konuşabilirdim. Ancak bu aziz kahramanı, yüzyılın bu kendini feda etmiş, serden geçmiş yiğidini daha fazla zorlamayı da uygun bulmuyordum.
Küçücük odada yaşadığım anların tadı şimdiden damağımda kalmıştı. Bunun verdiği heyecanla kapıya doğru giderken dönüp tekrar selam vermek istedim ve başımı eğdim. Memnun oldu ve sağ elini kaldırıp selamımı aldı. Derken geriye döndüm ve devam eden heyecanım yüzünden kapıyı tutturamadığımdan kapının kasası ile burun buruna geldim. Az kalsın çarpacaktım.
Bu esnada arkadan Serdengeçti’nin bir kahkaha patlattığını duydum:
“Yahu sen de az primitif değilmişsin!”
 Abdullah Mollaoğlu

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum