S. Frederick Starr’a Göre Orta Asya: Arap İstilalarından Timur’a Uzanan Büyük Kültürel Dönüşüm
Starr’ın Kayıp Aydınlanma adlı kitabında Orta Asya yüzyıllar boyunca kendi doğal ritmini koruyan, kültürel birikimini sürdüren ve özgün bir düşünce dünyası geliştiren geniş bir uygarlık alanı olarak belirir. Ceyhun havzasından Fergana’ya, Merv’den Kaşgar’a uzanan geniş sahada yer alan kentler, doğu ile batı, kuzey ile güney arasındaki etkileşimleri yöneten bir merkez oluşturur. Strabon’un Sogdiana ve Baktriya için kullandığı “bin şehir” sözü, bu bölgelerdeki yerleşim yoğunluğunu anlatmak için başvurduğu güçlü bir benzetmedir. Merv’in kilometreler boyunca uzanan su hatları, Belh’in surları, Afrasyab’ın zanaat mahalleleri ve yeraltı su yolları, mühendisliğin kuşaklar boyu işlenerek geliştiğini gösterir. (Afrasyab, Semerkand’ın kuzeydoğu kesiminde yer alan ve MÖ 6. yüzyıldan Moğol istilasına kadar kesintisiz yaşam görmüş antik yerleşim alanıdır. Arkeolojik araştırmalarda ortaya çıkarılan zanaat mahalleleri, seramik atölyeleri, dokuma ve metal işlikleri, bu kentin gelişmiş bir üretim altyapısına sahip olduğunu gösterir. Yeraltı su hatları, drenaj sistemleri ve sulama düzenekleri ise Semerkand’ın en eski dönemlerinden itibaren şehir mühendisliğinin kuşaklar boyunca işlenerek geliştiğini kanıtlar.)
Starr’ın dikkatini çeken temel unsur kent yaşamının olağanüstü bir kültürel çeşitliliği doğal biçimde bir araya getirmesidir. İranî düşünce geleneğinin etik ve akılcı çizgisi, Soğd tüccarlarının geniş ufuklu ticaret sezgisi, Türklerin devlet kurma yeteneği, askerî strateji bilgisi ve örgütleyici pratik zekâsı, Budist çevrelerin düşünsel derinliği ve kavramsal çözümleme yeteneği ve Helenistik mirasın rasyonel teknik yaklaşımı aynı sahada etkileşerek astronomiden matematiğe, tıptan felsefeye ve tarih yazımına kadar uzanan geniş bir üretim alanı oluşturur. Starr’ın anlatısında Türklerin rolü yalnızca askerî güçle sınırlı değildir. Orta Asya’da şehirlerin korunması, ticaret yollarının güvenliği, kamu düzeninin sağlanması ve idarî yapıların işlerliği büyük ölçüde Türk siyasi kültürünün getirdiği hiyerarşik örgütlenme modeliyle mümkün olur. Bu örgütlenme geleneği hem kent ekonomisinin hem entelektüel faaliyetin istikrarlı biçimde gelişmesine katkı sunan belirleyici bir unsur hâline gelir.
Yazarın, Birunî ile İbn Sînâ arasındaki yazışmalara kitabında yer vermesi -Orta Asya bilim geleneğini açıklarken özellikle vurguladığı zihinsel esneklik, çoklu yöntem anlayışı ve farklı düşünce tarzlarının çatışmadan beslenebilmesi- gibi özellikleri en somut biçimde gösterdiği için önemlidir. Starr bu yazışmalara Orta Asya’nın uzun süreli entelektüel dinamizmini görünür kıldığı için kitabında yer verir. Birunî ile İbn Sînâ arasındaki yazışmaların nedeni Orta Asya’nın dağınık ama son derece canlı bilim ortamının bir sonucudur. Her ikisi de genç yaşlarından itibaren ün kazanmış, fakat siyasal dalgalanmalar yüzünden sürekli yer değiştirmek zorunda kalmışlardı. Samanî sarayının dağılmasıyla Buhara’dan ayrılan İbn Sînâ çeşitli şehirlerde hekimlik ve idari görevler üstlenirken; Birunî Hârizm’deki bilim çevresinin Gazneli Mahmud tarafından dağıtılmasının ardından Gazne’ye götürülmüştü. Yazışmaya başlamalarının doğrudan gerekçesi İbn Sînâ’nın Aristoteles fiziğini ve metafiziğini yeniden yorumladığı eserlerinin Hârizm ve Horasan çevrelerine ulaşmasıydı. Birunî bu metinlerde özellikle kozmoloji, zamanın mahiyeti ve gök cisimlerinin yapısı üzerine ileri sürülen görüşlerle ilgilendi. Birunî’nin araştırma anlayışı gözleme, ölçüme ve matematiksel kesinliğe dayanıyordu; İbn Sînâ ise aynı sorunları kavramsal tutarlılık ve metafizik bütünlük içinde çözmeye çalışıyordu. İki yaklaşım arasındaki fark merak uyandıran bir gerilim yarattı. Bunun üzerine Birunî, İbn Sînâ’ya bir dizi soru ve eleştirel değerlendirme içeren bir mektup gönderdi; böylece aralarında mektuplaşma başladı. İbn Sînâ gelen ilk mektuba ayrıntılı ve tartışmacı bir üslupla karşılık verdi. Birunî’nin soruları teorinin sınırlarını zorlayan teknik sorgulamalardı: gök kürelerinin maddesi, dünyanın tabakaları, hareketin nedenleri, oluş ile bozuluşun doğası… İbn Sînâ’nın verdiği cevaplarda zaman zaman sertleşen, zaman zaman açıklığa kavuşturan bir ton görülür. Ardından Birunî ikinci bir mektupla tartışmayı derinleştirdi ve böylece birkaç mektuba yayılan uzun bir entelektüel alışveriş ortaya çıktı.
Abbâsî döneminde Bağdat’ın hızla bir bilim ve düşünce merkezine dönüşmesinin arkasında Horasan ve Maveraünnehir’den yetişen bilginlerin taşıdığı birikim belirleyici bir rol oynar. Bu coğrafyanın eğitim görmüş kadroları, teknik ustalıkları ve çeviri geleneğiyle şekillenmiş entelektüel enerjiyi Bağdat’a taşıdı. Horasan ve Maveraünnehir’in sert coğrafyası ve kurak iklimi, yerleşimleri ayakta tutmak için ileri sulama hatları, karez tünelleri, su depoları ve karmaşık kanal düzenekleri geliştirmeyi zorunlu kıldı. Bu teknik yaratıcılık kent yaşamının sürekliliğini sağlayan temel kültürel bir unsur hâline geldi. Aynı altyapı toplumun zihinsel ritmine de yansıdı: düzenli kayıt tutma alışkanlığı, bürokratik örgütlenme, hesaplamaya dayalı düşünme biçimleri ve bilimsel merak bu maddi zeminden beslendi. Bu zemin teknik alanlarda, edebî ve estetik üretimde de belirgin bir canlılık yarattı. Firdevsî’nin Şehnâme’de kurduğu tarih bilinci, İranî mirası yeniden yorumlayan epik bir çerçeve sunarken; Rumi ve Hayyam’ın şiirleri bireysel deneyimi evrensel bir düzen arayışıyla birleştirdi. Serahs mimarlığındaki taş işçiliği, kemer ve kubbe örgülerindeki ustalık ile minyatür sanatında gelişen ayrıntı duyarlığı, Orta Asya’nın teknik ve estetik sezgisinin farklı yüzlerini yansıtır.
Bu açıdan bakıldığında Bağdat’ın yükselişi Orta Asya’nın uzun süredir biriken teknik, kültürel ve düşünsel birikimin yeni bir merkezde yoğunlaşmasıyla açıklanabilir. Bu birikim Abbâsî coğrafyasına bilgiyi, araştırma yöntemini ve dünyayı anlamlandırma tarzını taşıdı.
Starr’ın özellikle vurguladığı bir başka nokta, entelektüel üretimin taşıyıcılarının çoğunlukla İranî, Soğd, Harezmî, Türk ve karma kökenli topluluklar olmasıdır. Arapça bilim dili olarak kullanılır; ancak araştırma enerjisi çok dilli ve çok katmanlı bir şehir kültüründen beslenir. Bilginlerin saray çevrelerinin himayesine bağlı olarak farklı merkezlere yönelmesi hareketliliği artırmış, dolaşım düşünsel üretimin sürekliliğini sağlamıştır. Yönetici elitin entelektüel destek sağlamayı siyasal bir meşruiyet ve prestij göstergesi olarak görmesi, birçok merkezin canlılığını korumasını mümkün kılmıştır. Orta Asya böylece uzun yüzyıllar boyunca İslam dünyasının ve Avrasya’nın en yoğun düşünce alanlarından biri hâline gelir. Starr’ın yaklaşımı ortaya çıkan mirası tek boyutlu bir “Arap Altın Çağı” anlatısı içinde değil de, şehirleşme kültürü, teknik ustalık, çok dillilik ve entelektüel açıklık üzerinden yorumlar. Belh’in tarım sahaları, Afrasyab’ın zanaat mahalleleri, Kaşgar ile Otrar arasındaki yerleşim zinciri ve Merv’in kesintisiz su yolları, birbirine eklenen kentlerden oluşan özgün bir uygarlığın izlerini taşır.
Entelektüel dünyanın en hassas yönlerinden biri, bilginlerin çoğu zaman saray himayesine bağlı yaşamalarıdır. Himayenin kaybı yer değiştirmeye yol açsa da, hareketlilik bilgiyi bölgeler arasında dolaştırarak düşünsel ağı daha da yoğunlaştırır. Yönetici çevrelerin entelektüel üretimi siyasal prestijin bir unsuru olarak görmesi, büyük merkezlerde araştırma ortamının sürekliliğini sağlar. Orta Asya’nın uzun vadeli gelişimi Bronz Çağı yerleşimlerine, özellikle Marguş ve Gonur Tepe gibi erken merkezlere uzanır. Arkeolojik bulgular, geniş sahada binlerce yıl boyunca kendine özgü bir kentsel ve teknik evrimin oluştuğunu gösterir; bu derinlik sonraki dönemlerde görülen entelektüel sıçramaların maddi ve kurumsal temelini oluşturur. İklime ilişkin tartışmalar da genel resmin anlamını genişletir. Orta Asya’nın parlak dönemlerini açıklamak için kimi zaman daha yumuşak bir iklim önerilmiş olsa da, araştırmalar uzun dönem boyunca bugünkü kurak koşullara yakın bir çevresel yapının geçerli olduğunu ortaya koyar. Çölleşmeyi belirleyen etkenler arasında yoğun otlatma, yakacak ihtiyacı ve su yollarının tahribi gibi insan faaliyetleri öne çıkar. Ekonomik canlılığı belirleyen etkenlerin bir diğeri kıtasal ticarettir. Baktriya devesinin yüksek dayanıklılığı sayesinde Hindistan’dan Çin’e, Akdeniz’den Orta Doğu’ya kadar uzanan geniş hatlar boyunca mal, bilgi ve haber taşınır. İpek Yolu’nun sabit bir rota olarak algılanması tarihsel bir yanılsamadır; yükseliş sürekli değişen koşullara uyum sağlayan esnek ticaret ağlarından oluşur. Soğd tüccarları bu ağların en yetkin taşıyıcılarıdır ve geniş bir dünyanın taleplerini birbirine bağlayan karmaşık bir iletişim sistemi kurarlar.
Ticaret yoğunluğu uzmanlaşmış zanaat alanlarını da geliştirmiştir. Fergana’da üretilen çelik bıçaklar, Merv ve Aksikent’teki yüksek sıcaklıkta çalışan eritme potaları, kayıp mum döküm tekniğinin işlenmiş örnekleri, bölgenin metalurji kapasitesini gösteren dikkat çekici bulgulardır. Cam üfleme teknikleri Mısır’dan Orta Asya’ya taşınmış, yerel ustalıkla yeniden biçimlendirilerek Çin’e kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Teknolojik bilgi tek yönlü ilerleme izlemez; karşılıklı değişim ve yerel uyarlamalarla zenginleşen bir dolaşım içinde gelişir. Semerkand’da pamuk liflerinden üretilen yeni kâğıt türü, bölgenin teknik sezgisinin en parlak örneklerinden biridir. Eski Çin kâğıdının sert dokusunun yerine daha esnek, dayanıklı ve ucuz bir form ortaya çıkmış; yazı kültürü, arşiv düzeni ve bürokratik yapı bu dönüşümle birlikte olağanüstü bir ivme kazanmıştır.
Orta Asya uygarlığının temel eksenlerinden biri de göçebe-yerleşik ilişkisidir. Atın evcilleştirilmesiyle başlayan bu ilişki, eyer ve üzenginin icadıyla askerî açıdan devrim niteliğinde gelişmiştir; hız, manevra kabiliyeti ve uzun seferler mümkün hâle gelmiştir. Kentlerin çevresinde yükselen geniş sur sistemleri göçebe baskısına verilen mimari bir yanıttır. Gerilimle birlikte karşılıklı bağımlılık da belirgin bir nitelik taşır: hayvansal ürünler, deri işçiliği ve at yetiştiriciliği göçebe toplulukların uzmanlık alanlarıyken, çömlekçilik, dokuma, metal işleme ve lüks eşyalar yerleşik kentlerin üretim hattını oluşturur. Uzun vadede bu karşılaşma yalnızca askeri ve ekonomik ilişkiler üretmez; daha geniş bir kültürel bütünlüğün de temelini atar. Göçebe toplulukların hayvansal ürünleri ve at yetiştiriciliğinde ulaştığı ustalık ile kentli zanaatkârların dokuma, metal işleme ve lüks eşya üretimindeki becerisi arasında kurulan dengeli değiş-tokuş, Orta Asya uygarlığının sürekliliğini mümkün kılan etkenlerden birini oluşturur. Ekonomik hareketlilik malların dolaşımını sağlar, düşünsel alışverişi besler; böylece edebiyat, hukuk, matematiksel kültür ve bürokratik düzen, kentsel yaşamın doğal uzantıları hâline gelir. Soğdca hukuk metinlerinin tapınak arşivlerinde saklanması, Penjikent belgelerinin zengin içerikleri, Ayhanım güneş saatinin erken teknik sezgiyi yansıtması ve yerel takvim sistemlerindeki karmaşıklık, bilimsel düşünmenin İslam öncesi dönemde dahi köklü bir toplumsal tabana sahip olduğunu gösterir.
Düşünsel üretimin beslendiği ortam dinsel çokluğun olağan kabul edildiği bir ortamdır. Zerdüştlük’teki ışık-karanlık öğretisi, Maniheizm’in ikili yapısı, Budist sezgiselliği ve Helenistik kültürün rasyonel teknik duyarlığı aynı coğrafyada karşılaşır. Nesturi çevrelerde yetişen çevirmenlerin Cündişapur ve Merv’de oluşturduğu gelenek, tıp, felsefe ve bilim metinlerinin doğuya doğru akmasını sağlar; İslam dünyasında yükselecek büyük çeviri hareketinin erken hafızası bu akış içinde biçimlenir. Orta Asya’nın uzun soluklu birikimi Bağdat’ın çıkışıyla yeni bir yoğunluk kazanır. Bağdat’ın entelektüel yükselişi, Starr’ın ifadesiyle yalnız Arap katkısıyla açıklanabilecek bir süreç değildir; asıl itici güç Orta Asya’dan taşınan kültürel enerji ve kurumsal hafızadır. Belh kökenli Barmakîlerin yönlendirdiği çevre, çeviri hareketine düzenli bir yapı kazandırır; Mansur’un danışmanı Naubaht’ın Merv geleneğine dayanan şehir planlaması, Bağdat’ın yeni bir merkez olarak doğuşunda doğu deneyiminin belirleyici rol oynadığını gösterir. Saray çevrelerinin desteğiyle kurumsallaşan kâğıt üretimi, entelektüel faaliyetin maddi temelini genişletir; ancak Barmakîlerin tasfiyesi halifeliğin kültürel omurgasını derinden sarsarak yeni bir dönemin kapısını aralar. Bu dönemin belirleyici figürü Memun’dur. Merv’de uzun süre ikamet eden, tartışmaların doğrudan katılımcısı olan ve kültürel aidiyetini açık biçimde doğuya bağlayan Memun, Orta Asya geleneğini Bağdat’a taşıyan en güçlü temsilcilerden biridir. Merv’de kurduğu saray çevresi yüzyıllar boyunca biriken entelektüel mirasın son parlak evrelerinden birini oluşturur.
Bağdat’ta oluşan çevre modern literatürde dar anlamıyla bir akademi gibi idealize edilse de, tarihsel gerçeklik gevşek örgütlü fakat olağanüstü üretken bir tartışma topluluğunu işaret eder. Büyük bir kütüphane, uzmanlaşmış çevirmenler ve teknik alanlarda çalışan ustalar bu çevrenin temel bileşenleriydi. Çevirmenlerin önemli kısmı Süryani Hristiyan ya da Orta Asya kökenliydi; bu durum kültürel çeşitliliğin üretime yön veren belirleyici unsur olduğunu gösterir. Memun’un akıl yürütmeyi merkeze alan yaklaşımı, Mutezile düşüncesine verdiği destekle görünür hâle gelir. Ancak rasyonalist çizginin devlet zoruyla yaygınlaştırılmak istenmesi, teolojik dengeyi zedeler. Kur’an’ın ezelde Tanrı ile birlikte var olmadığı, Allah tarafından belli bir zamanda var edildiği yönündeki görüşün devlet tarafından resmî çizgi hâline getirilmesi, teolojik tartışmayı bilimsel ve entelektüel bir alanda ilerleyen doğal bir fikir alışverişi olmaktan çıkarır. Bu noktadan sonra konu akıl ile vahiy arasındaki ilişki siyasal otoritenin belirlediği bir öğretinin kabul edilip edilmemesiyle ilgili bir mesele hâline gelir. Starr’a göre aklın böyle bir siyasal zorlamanın parçası hâline gelmesi, onun doğal ikna gücünü ve toplumsal meşruiyetini zayıflatır; bunun sonucunda Kuran’ı kelimesi kelimesine yorumlayan daha katı yaklaşımlar güç kazanır. Ahmed ibn Hanbal’ın direnişi tam da bu atmosferde siyasal gücün desteklediği rasyonalist çizgiye karşı yükselen güçlü ve örgütlü bir itirazın sembolik ifadesi olarak ortaya çıkar.
Bağdat’ta yoğunlaşan gerilim uzun vadede düşünsel üretimin ağırlık merkezini yeniden doğuya kaydırır. Semerkand, Merv, Belh, Nişabur ve Buhara, siyasal çalkantılara karşın özgür tartışma ortamlarını korur; farklı geleneklerle temas eden bir entelektüel hareketliliğe sahip olmayı sürdürür. Starr’ın genel değerlendirmesi Bağdat’ın parlak döneminin Orta Asyalı enerjinin geçici bir yansıması olduğu yönündedir; doğudan gelen birikim zayıfladığında merkezî üretkenlik de hızla sönmüştür. Bağdat’ın şehir planı ve çeviri programı gibi yapısal unsurların Orta Asya kökeni, bu yorumun somut dayanaklarını oluşturur.
Horasan ve Maveraünnehir coğrafyasının entelektüel enerjisi güçlü bir çeşitlilikten besleniyordu. Siyasal çalkantılar ve iktidar değişimleri, düşünce insanlarını farklı merkezlere taşıyarak etkileşim alanlarını genişletti. Harezm’den Buhara’ya, Semerkand’dan Gazne’ye uzanan seyahatler yalnızca zorunluluklardan kaynaklanmadı; araştırma arayışının büyük bir coğrafyada sürdürülebilmesi için de gerekliydi. Bu hareketlilik sayesinde matematiksel teknikler, astronomik tablolar, tıbbi ansiklopediler ve felsefi yorumlar geniş bir ağ içinde dolaşıma girdi. Böylece ifade biçimleri ve araştırma yöntemleri farklı geleneklerle temas ederek gelişti. Siyasal dönüşümler bölgenin kültürel ritmini doğrudan etkiledi.
Samanî döneminde Buhara ve Semerkand bilimsel merkezlerdir ve aynı zamanda bu şehirler geniş bir kültürel temas alanı hâline geldi. Kütüphaneler, sözlük çalışmaları ve ansiklopedik metinler aracılığıyla Yunanca, Pehlevice, Sanskritçe ve Arapça gelenekleri aynı entelektüel havzada buluştu. Mezhepsel gerilimlerin ortasında gelişen rasyonel teoloji özellikle Mâtürîdî’nin yorumları sayesinde sistematik bir derinlik kazandı. Hadis literatürünü titiz bir ayıklama sürecinden geçiren el-Buhârî’nin yöntemi, metin eleştirisi açısından kalıcı bir katkı sundu ve şehir kimliğinin düşünsel yönünü güçlendirdi. Bu yoğunluğun üzerine kurulan Harezm çevresi 11. yüzyıl başında yeni bir bilim odağına dönüştü. Ürgenç’in hidrolik geleneği ve teknik altyapısı, Memun sarayının himayesiyle birleştiğinde olağanüstü bir tartışma ortamı ortaya çıktı. Birunî, İbn Sînâ, Buzcânî ve Ebu Nasr Mansur arasındaki karşılaşmalar, geometriden astronomiye, fizikten tıbba uzanan geniş bir alanı etkileyen yenilikleri doğurdu. Bu ortamın kısa sürede siyasal baskılarla dağılması, Orta Asya’nın entelektüel tarihinin en dramatik örneklerinden biri oldu. Ürgenç’in yağmalanması bin yıllık bir birikimin kesintiye uğraması anlamına geliyordu. Bunun ardından ortaya çıkan yönelişler, Orta Asya düşüncesinin iki ana damarının kalıcı niteliğini gösterir. Bir tarafta gözlem ve deneyime dayanan bilimsel yaklaşım; diğer tarafta kavramsal bütünlük peşinde koşan felsefi yapı. Her iki damarın kökleri bölgede çok eskiye uzanır ve sonraki yüzyıllarda farklı coğrafyalara taşınarak kalıcı izler bırakır.
Gazneli Mahmud’dan Selçuklu düzenine uzanan merkezileştirme dalgasının oluşturduğu düşünsel daralma, 12. yüzyıl boyunca giderek belirginleşti. Nizamülmülk’ün medrese ağı başlangıçta ilmî gelişimi kurumsallaştıran bir zemin gibi görünse de, zamanla belirli bir doktrinin merkezileşmesini sağladı. Eğitim yorum çeşitliliğinin beslendiği bir alan olmaktan çıkarak siyasî meşruiyetin ideolojik aracı hâline geldi. Bu dönüşümün düşünsel sembolü Gazali oldu. Onun akıl ile sezgi arasındaki bağı yeniden tanımlaması, felsefenin toplumsal konumunu daraltırken, teorik araştırmanın sınırlarını da keskinleştirdi. Farabi ve İbn Sînâ çizgisinde gelişen rasyonel araştırma geleneği, bu eleştirilerin ardından yalnızca küçük çevrelerde sürdürülebilir bir etkinlik olarak varlığını korudu. Birunî’nin olağanüstü gözlem gücü, matematiksel duyarlılığı ve karşılaştırmalı yöntemlerle oluşturduğu geniş külliyat, bu gerileme öncesinin en parlak örnekleri arasında yer aldı. Coğrafi ölçümlerden astronomiye, fiziksel yasaların tanımlanmasından kültürler arası bilgi dolaşımına uzanan çalışmaları, Orta Asya’nın yüzlerce yıllık entelektüel birikiminin son büyük evresini temsil eder. Bu evrenin ardından gelen Moğol istilası, düşünsel gerilemeyi hızlandırmakla kalmadı; şehir kültürünü ayakta tutan maddi temeli de çökerterek üretim alanını büyük ölçüde dağıttı. Merv, Nişabur, Semerkand ve Buhara gibi kadim merkezler kısa sürede nüfuslarının büyük kısmını kaybetti. Su kanalları, arşivler, kütüphaneler ve medreseler yok edildi; bilginler ya öldürüldü ya da sürgün yollarına savruldu. Böylece entelektüel canlılığın yeniden doğabileceği ekonomik, kurumsal ve sosyal zemin ortadan kalktı. Bu büyük yıkımın ardından yalnızca birkaç parlak figür yükseldi. Nasîrüddîn Tûsî, Meraga Rasathanesi’ni inşa ederek matematik, astronomi, mantık ve ahlâk alanlarında geniş bir külliyat ortaya koydu. Onun gezegen modellerinin Kopernik üzerindeki etkisi, Orta Asya geleneğinin geç dönemde bile Avrupa düşüncesine uzanan bir yansıma oluşturduğunu gösterdi. Fakat Tûsî’nin başarısı, Moğol sonrası dönemde büyük bir bilim geleneğini yeniden kurmaya yetmedi; çünkü o geleneği mümkün kılan toplumsal yapı artık yerinde değildi.
Bu siyasal ve kurumsal çöküş yeni bir kültürel yönelişin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Sufizm bu arayışın en güçlü yönünü oluşturdu. Ahmed Yesevî’nin Türkçe söyleyişleri, Necmüddin Kübrâ’nın vizyoncu öğretisi ve Attâr’ın alegorileri, karanlık bir dönemde içsel arınmayı ve bireysel hakikati öne çıkaran bir duyarlık yarattı. Klasik felsefenin zayıfladığı bu ortamda sezgi, deneyim ve metaforik anlatım daha geniş bir karşılık buldu. Rumi’nin düşünce dünyası, Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan göç yolculuğunda şekillendi; şiirindeki kozmik derinlik büyük ölçüde Moğol yıkımı çağının ruhundan beslendi. Timur’un yükselişi siyasal yıkımların arasında kısa süreli ama çarpıcı bir estetik canlanma yarattı. Timur’un savaşçı ve sert siyaseti büyük coğrafyaları sarsarken, sanat, mimari ve zanaatkârlığın desteklenmesi Herat ve Semerkand’ı önemli merkezlere dönüştürdü. Uluğ Bey’in rasathanesi bu dönemin büyük bilimsel girişimiydi; gezegen hareketlerini hassas biçimde kaydeden çalışmalarla dikkate değer sonuçlar üretildi. Ancak Uluğ Bey’in öldürülmesiyle bu girişim de kısa sürede dağıldı.
15.yüzyılda Herat, Baysungur ve Ali Şîr Nevaî’nin himayesiyle yeniden bir kültür başkentine dönüştü. Nevaî’nin Türkçeye kazandırdığı derinlik ve Bihzad’ın minyatürde yarattığı üslup, Herat’ı estetik bakımdan İslam dünyasının odak noktalarından biri yaptı. Buna rağmen bilim ve felsefe eski Orta Asya geleneğinin derinliğine yeniden kavuşamadı. Entelektüel üretim estetik ağırlıklı bir mecrada gelişti. Orta Asya’nın bin yıllık birikimi yavaş yavaş İran, Anadolu ve Hindistan gibi çevre bölgelere çekildi. Osmanlılar, Safeviler ve Babürler bu mirasın estetik ve kültürel modellerinden beslendi fakat rasyonel araştırma geleneklerini yeniden kuracak siyasal ve kurumsal şartları oluşturamadı. Dogmatik sınırlar, özgür düşüncenin genişleyebileceği alanı daralttı; yeni bilimsel sıçramaların ortaya çıkmasını engelledi.
Böylece Orta Asya’nın büyük entelektüel serüveni yükseliş ve çöküşün iç içe geçtiği geniş bir tarihsel döngü hâline geldi. Farabi, İbn Sînâ ve Birunî gibi devlerin temsil ettiği araştırma ruhu, Sufizmin içsel derinliği, Moğol fırtınasıyla yaşanan bozgun, Timur döneminin estetik yükselişi ve Herat’ın kültürel parlaması aynı uzun hikâyenin farklı yüzlerini oluşturur. Bu hikâyenin merkezinde akıl ile sezgi, şehir yaşamı ile göçebe dinamizmi, özgür düşünce ile siyasal merkezileşme arasında süregelen gerilim bulunur. Bu gerilim çöküşün nedenlerini ve yaratıcı sıçramaların hangi koşullarda mümkün olduğunu anlamak açısından da belirleyici bir rehber niteliği taşır.
Starr’ın dikkatini çeken temel unsur kent yaşamının olağanüstü bir kültürel çeşitliliği doğal biçimde bir araya getirmesidir. İranî düşünce geleneğinin etik ve akılcı çizgisi, Soğd tüccarlarının geniş ufuklu ticaret sezgisi, Türklerin devlet kurma yeteneği, askerî strateji bilgisi ve örgütleyici pratik zekâsı, Budist çevrelerin düşünsel derinliği ve kavramsal çözümleme yeteneği ve Helenistik mirasın rasyonel teknik yaklaşımı aynı sahada etkileşerek astronomiden matematiğe, tıptan felsefeye ve tarih yazımına kadar uzanan geniş bir üretim alanı oluşturur. Starr’ın anlatısında Türklerin rolü yalnızca askerî güçle sınırlı değildir. Orta Asya’da şehirlerin korunması, ticaret yollarının güvenliği, kamu düzeninin sağlanması ve idarî yapıların işlerliği büyük ölçüde Türk siyasi kültürünün getirdiği hiyerarşik örgütlenme modeliyle mümkün olur. Bu örgütlenme geleneği hem kent ekonomisinin hem entelektüel faaliyetin istikrarlı biçimde gelişmesine katkı sunan belirleyici bir unsur hâline gelir.
Yazarın, Birunî ile İbn Sînâ arasındaki yazışmalara kitabında yer vermesi -Orta Asya bilim geleneğini açıklarken özellikle vurguladığı zihinsel esneklik, çoklu yöntem anlayışı ve farklı düşünce tarzlarının çatışmadan beslenebilmesi- gibi özellikleri en somut biçimde gösterdiği için önemlidir. Starr bu yazışmalara Orta Asya’nın uzun süreli entelektüel dinamizmini görünür kıldığı için kitabında yer verir. Birunî ile İbn Sînâ arasındaki yazışmaların nedeni Orta Asya’nın dağınık ama son derece canlı bilim ortamının bir sonucudur. Her ikisi de genç yaşlarından itibaren ün kazanmış, fakat siyasal dalgalanmalar yüzünden sürekli yer değiştirmek zorunda kalmışlardı. Samanî sarayının dağılmasıyla Buhara’dan ayrılan İbn Sînâ çeşitli şehirlerde hekimlik ve idari görevler üstlenirken; Birunî Hârizm’deki bilim çevresinin Gazneli Mahmud tarafından dağıtılmasının ardından Gazne’ye götürülmüştü. Yazışmaya başlamalarının doğrudan gerekçesi İbn Sînâ’nın Aristoteles fiziğini ve metafiziğini yeniden yorumladığı eserlerinin Hârizm ve Horasan çevrelerine ulaşmasıydı. Birunî bu metinlerde özellikle kozmoloji, zamanın mahiyeti ve gök cisimlerinin yapısı üzerine ileri sürülen görüşlerle ilgilendi. Birunî’nin araştırma anlayışı gözleme, ölçüme ve matematiksel kesinliğe dayanıyordu; İbn Sînâ ise aynı sorunları kavramsal tutarlılık ve metafizik bütünlük içinde çözmeye çalışıyordu. İki yaklaşım arasındaki fark merak uyandıran bir gerilim yarattı. Bunun üzerine Birunî, İbn Sînâ’ya bir dizi soru ve eleştirel değerlendirme içeren bir mektup gönderdi; böylece aralarında mektuplaşma başladı. İbn Sînâ gelen ilk mektuba ayrıntılı ve tartışmacı bir üslupla karşılık verdi. Birunî’nin soruları teorinin sınırlarını zorlayan teknik sorgulamalardı: gök kürelerinin maddesi, dünyanın tabakaları, hareketin nedenleri, oluş ile bozuluşun doğası… İbn Sînâ’nın verdiği cevaplarda zaman zaman sertleşen, zaman zaman açıklığa kavuşturan bir ton görülür. Ardından Birunî ikinci bir mektupla tartışmayı derinleştirdi ve böylece birkaç mektuba yayılan uzun bir entelektüel alışveriş ortaya çıktı.
Abbâsî döneminde Bağdat’ın hızla bir bilim ve düşünce merkezine dönüşmesinin arkasında Horasan ve Maveraünnehir’den yetişen bilginlerin taşıdığı birikim belirleyici bir rol oynar. Bu coğrafyanın eğitim görmüş kadroları, teknik ustalıkları ve çeviri geleneğiyle şekillenmiş entelektüel enerjiyi Bağdat’a taşıdı. Horasan ve Maveraünnehir’in sert coğrafyası ve kurak iklimi, yerleşimleri ayakta tutmak için ileri sulama hatları, karez tünelleri, su depoları ve karmaşık kanal düzenekleri geliştirmeyi zorunlu kıldı. Bu teknik yaratıcılık kent yaşamının sürekliliğini sağlayan temel kültürel bir unsur hâline geldi. Aynı altyapı toplumun zihinsel ritmine de yansıdı: düzenli kayıt tutma alışkanlığı, bürokratik örgütlenme, hesaplamaya dayalı düşünme biçimleri ve bilimsel merak bu maddi zeminden beslendi. Bu zemin teknik alanlarda, edebî ve estetik üretimde de belirgin bir canlılık yarattı. Firdevsî’nin Şehnâme’de kurduğu tarih bilinci, İranî mirası yeniden yorumlayan epik bir çerçeve sunarken; Rumi ve Hayyam’ın şiirleri bireysel deneyimi evrensel bir düzen arayışıyla birleştirdi. Serahs mimarlığındaki taş işçiliği, kemer ve kubbe örgülerindeki ustalık ile minyatür sanatında gelişen ayrıntı duyarlığı, Orta Asya’nın teknik ve estetik sezgisinin farklı yüzlerini yansıtır.
Bu açıdan bakıldığında Bağdat’ın yükselişi Orta Asya’nın uzun süredir biriken teknik, kültürel ve düşünsel birikimin yeni bir merkezde yoğunlaşmasıyla açıklanabilir. Bu birikim Abbâsî coğrafyasına bilgiyi, araştırma yöntemini ve dünyayı anlamlandırma tarzını taşıdı.
Starr’ın özellikle vurguladığı bir başka nokta, entelektüel üretimin taşıyıcılarının çoğunlukla İranî, Soğd, Harezmî, Türk ve karma kökenli topluluklar olmasıdır. Arapça bilim dili olarak kullanılır; ancak araştırma enerjisi çok dilli ve çok katmanlı bir şehir kültüründen beslenir. Bilginlerin saray çevrelerinin himayesine bağlı olarak farklı merkezlere yönelmesi hareketliliği artırmış, dolaşım düşünsel üretimin sürekliliğini sağlamıştır. Yönetici elitin entelektüel destek sağlamayı siyasal bir meşruiyet ve prestij göstergesi olarak görmesi, birçok merkezin canlılığını korumasını mümkün kılmıştır. Orta Asya böylece uzun yüzyıllar boyunca İslam dünyasının ve Avrasya’nın en yoğun düşünce alanlarından biri hâline gelir. Starr’ın yaklaşımı ortaya çıkan mirası tek boyutlu bir “Arap Altın Çağı” anlatısı içinde değil de, şehirleşme kültürü, teknik ustalık, çok dillilik ve entelektüel açıklık üzerinden yorumlar. Belh’in tarım sahaları, Afrasyab’ın zanaat mahalleleri, Kaşgar ile Otrar arasındaki yerleşim zinciri ve Merv’in kesintisiz su yolları, birbirine eklenen kentlerden oluşan özgün bir uygarlığın izlerini taşır.
Entelektüel dünyanın en hassas yönlerinden biri, bilginlerin çoğu zaman saray himayesine bağlı yaşamalarıdır. Himayenin kaybı yer değiştirmeye yol açsa da, hareketlilik bilgiyi bölgeler arasında dolaştırarak düşünsel ağı daha da yoğunlaştırır. Yönetici çevrelerin entelektüel üretimi siyasal prestijin bir unsuru olarak görmesi, büyük merkezlerde araştırma ortamının sürekliliğini sağlar. Orta Asya’nın uzun vadeli gelişimi Bronz Çağı yerleşimlerine, özellikle Marguş ve Gonur Tepe gibi erken merkezlere uzanır. Arkeolojik bulgular, geniş sahada binlerce yıl boyunca kendine özgü bir kentsel ve teknik evrimin oluştuğunu gösterir; bu derinlik sonraki dönemlerde görülen entelektüel sıçramaların maddi ve kurumsal temelini oluşturur. İklime ilişkin tartışmalar da genel resmin anlamını genişletir. Orta Asya’nın parlak dönemlerini açıklamak için kimi zaman daha yumuşak bir iklim önerilmiş olsa da, araştırmalar uzun dönem boyunca bugünkü kurak koşullara yakın bir çevresel yapının geçerli olduğunu ortaya koyar. Çölleşmeyi belirleyen etkenler arasında yoğun otlatma, yakacak ihtiyacı ve su yollarının tahribi gibi insan faaliyetleri öne çıkar. Ekonomik canlılığı belirleyen etkenlerin bir diğeri kıtasal ticarettir. Baktriya devesinin yüksek dayanıklılığı sayesinde Hindistan’dan Çin’e, Akdeniz’den Orta Doğu’ya kadar uzanan geniş hatlar boyunca mal, bilgi ve haber taşınır. İpek Yolu’nun sabit bir rota olarak algılanması tarihsel bir yanılsamadır; yükseliş sürekli değişen koşullara uyum sağlayan esnek ticaret ağlarından oluşur. Soğd tüccarları bu ağların en yetkin taşıyıcılarıdır ve geniş bir dünyanın taleplerini birbirine bağlayan karmaşık bir iletişim sistemi kurarlar.
Ticaret yoğunluğu uzmanlaşmış zanaat alanlarını da geliştirmiştir. Fergana’da üretilen çelik bıçaklar, Merv ve Aksikent’teki yüksek sıcaklıkta çalışan eritme potaları, kayıp mum döküm tekniğinin işlenmiş örnekleri, bölgenin metalurji kapasitesini gösteren dikkat çekici bulgulardır. Cam üfleme teknikleri Mısır’dan Orta Asya’ya taşınmış, yerel ustalıkla yeniden biçimlendirilerek Çin’e kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Teknolojik bilgi tek yönlü ilerleme izlemez; karşılıklı değişim ve yerel uyarlamalarla zenginleşen bir dolaşım içinde gelişir. Semerkand’da pamuk liflerinden üretilen yeni kâğıt türü, bölgenin teknik sezgisinin en parlak örneklerinden biridir. Eski Çin kâğıdının sert dokusunun yerine daha esnek, dayanıklı ve ucuz bir form ortaya çıkmış; yazı kültürü, arşiv düzeni ve bürokratik yapı bu dönüşümle birlikte olağanüstü bir ivme kazanmıştır.
Orta Asya uygarlığının temel eksenlerinden biri de göçebe-yerleşik ilişkisidir. Atın evcilleştirilmesiyle başlayan bu ilişki, eyer ve üzenginin icadıyla askerî açıdan devrim niteliğinde gelişmiştir; hız, manevra kabiliyeti ve uzun seferler mümkün hâle gelmiştir. Kentlerin çevresinde yükselen geniş sur sistemleri göçebe baskısına verilen mimari bir yanıttır. Gerilimle birlikte karşılıklı bağımlılık da belirgin bir nitelik taşır: hayvansal ürünler, deri işçiliği ve at yetiştiriciliği göçebe toplulukların uzmanlık alanlarıyken, çömlekçilik, dokuma, metal işleme ve lüks eşyalar yerleşik kentlerin üretim hattını oluşturur. Uzun vadede bu karşılaşma yalnızca askeri ve ekonomik ilişkiler üretmez; daha geniş bir kültürel bütünlüğün de temelini atar. Göçebe toplulukların hayvansal ürünleri ve at yetiştiriciliğinde ulaştığı ustalık ile kentli zanaatkârların dokuma, metal işleme ve lüks eşya üretimindeki becerisi arasında kurulan dengeli değiş-tokuş, Orta Asya uygarlığının sürekliliğini mümkün kılan etkenlerden birini oluşturur. Ekonomik hareketlilik malların dolaşımını sağlar, düşünsel alışverişi besler; böylece edebiyat, hukuk, matematiksel kültür ve bürokratik düzen, kentsel yaşamın doğal uzantıları hâline gelir. Soğdca hukuk metinlerinin tapınak arşivlerinde saklanması, Penjikent belgelerinin zengin içerikleri, Ayhanım güneş saatinin erken teknik sezgiyi yansıtması ve yerel takvim sistemlerindeki karmaşıklık, bilimsel düşünmenin İslam öncesi dönemde dahi köklü bir toplumsal tabana sahip olduğunu gösterir.
Düşünsel üretimin beslendiği ortam dinsel çokluğun olağan kabul edildiği bir ortamdır. Zerdüştlük’teki ışık-karanlık öğretisi, Maniheizm’in ikili yapısı, Budist sezgiselliği ve Helenistik kültürün rasyonel teknik duyarlığı aynı coğrafyada karşılaşır. Nesturi çevrelerde yetişen çevirmenlerin Cündişapur ve Merv’de oluşturduğu gelenek, tıp, felsefe ve bilim metinlerinin doğuya doğru akmasını sağlar; İslam dünyasında yükselecek büyük çeviri hareketinin erken hafızası bu akış içinde biçimlenir. Orta Asya’nın uzun soluklu birikimi Bağdat’ın çıkışıyla yeni bir yoğunluk kazanır. Bağdat’ın entelektüel yükselişi, Starr’ın ifadesiyle yalnız Arap katkısıyla açıklanabilecek bir süreç değildir; asıl itici güç Orta Asya’dan taşınan kültürel enerji ve kurumsal hafızadır. Belh kökenli Barmakîlerin yönlendirdiği çevre, çeviri hareketine düzenli bir yapı kazandırır; Mansur’un danışmanı Naubaht’ın Merv geleneğine dayanan şehir planlaması, Bağdat’ın yeni bir merkez olarak doğuşunda doğu deneyiminin belirleyici rol oynadığını gösterir. Saray çevrelerinin desteğiyle kurumsallaşan kâğıt üretimi, entelektüel faaliyetin maddi temelini genişletir; ancak Barmakîlerin tasfiyesi halifeliğin kültürel omurgasını derinden sarsarak yeni bir dönemin kapısını aralar. Bu dönemin belirleyici figürü Memun’dur. Merv’de uzun süre ikamet eden, tartışmaların doğrudan katılımcısı olan ve kültürel aidiyetini açık biçimde doğuya bağlayan Memun, Orta Asya geleneğini Bağdat’a taşıyan en güçlü temsilcilerden biridir. Merv’de kurduğu saray çevresi yüzyıllar boyunca biriken entelektüel mirasın son parlak evrelerinden birini oluşturur.
Bağdat’ta oluşan çevre modern literatürde dar anlamıyla bir akademi gibi idealize edilse de, tarihsel gerçeklik gevşek örgütlü fakat olağanüstü üretken bir tartışma topluluğunu işaret eder. Büyük bir kütüphane, uzmanlaşmış çevirmenler ve teknik alanlarda çalışan ustalar bu çevrenin temel bileşenleriydi. Çevirmenlerin önemli kısmı Süryani Hristiyan ya da Orta Asya kökenliydi; bu durum kültürel çeşitliliğin üretime yön veren belirleyici unsur olduğunu gösterir. Memun’un akıl yürütmeyi merkeze alan yaklaşımı, Mutezile düşüncesine verdiği destekle görünür hâle gelir. Ancak rasyonalist çizginin devlet zoruyla yaygınlaştırılmak istenmesi, teolojik dengeyi zedeler. Kur’an’ın ezelde Tanrı ile birlikte var olmadığı, Allah tarafından belli bir zamanda var edildiği yönündeki görüşün devlet tarafından resmî çizgi hâline getirilmesi, teolojik tartışmayı bilimsel ve entelektüel bir alanda ilerleyen doğal bir fikir alışverişi olmaktan çıkarır. Bu noktadan sonra konu akıl ile vahiy arasındaki ilişki siyasal otoritenin belirlediği bir öğretinin kabul edilip edilmemesiyle ilgili bir mesele hâline gelir. Starr’a göre aklın böyle bir siyasal zorlamanın parçası hâline gelmesi, onun doğal ikna gücünü ve toplumsal meşruiyetini zayıflatır; bunun sonucunda Kuran’ı kelimesi kelimesine yorumlayan daha katı yaklaşımlar güç kazanır. Ahmed ibn Hanbal’ın direnişi tam da bu atmosferde siyasal gücün desteklediği rasyonalist çizgiye karşı yükselen güçlü ve örgütlü bir itirazın sembolik ifadesi olarak ortaya çıkar.
Bağdat’ta yoğunlaşan gerilim uzun vadede düşünsel üretimin ağırlık merkezini yeniden doğuya kaydırır. Semerkand, Merv, Belh, Nişabur ve Buhara, siyasal çalkantılara karşın özgür tartışma ortamlarını korur; farklı geleneklerle temas eden bir entelektüel hareketliliğe sahip olmayı sürdürür. Starr’ın genel değerlendirmesi Bağdat’ın parlak döneminin Orta Asyalı enerjinin geçici bir yansıması olduğu yönündedir; doğudan gelen birikim zayıfladığında merkezî üretkenlik de hızla sönmüştür. Bağdat’ın şehir planı ve çeviri programı gibi yapısal unsurların Orta Asya kökeni, bu yorumun somut dayanaklarını oluşturur.
Horasan ve Maveraünnehir coğrafyasının entelektüel enerjisi güçlü bir çeşitlilikten besleniyordu. Siyasal çalkantılar ve iktidar değişimleri, düşünce insanlarını farklı merkezlere taşıyarak etkileşim alanlarını genişletti. Harezm’den Buhara’ya, Semerkand’dan Gazne’ye uzanan seyahatler yalnızca zorunluluklardan kaynaklanmadı; araştırma arayışının büyük bir coğrafyada sürdürülebilmesi için de gerekliydi. Bu hareketlilik sayesinde matematiksel teknikler, astronomik tablolar, tıbbi ansiklopediler ve felsefi yorumlar geniş bir ağ içinde dolaşıma girdi. Böylece ifade biçimleri ve araştırma yöntemleri farklı geleneklerle temas ederek gelişti. Siyasal dönüşümler bölgenin kültürel ritmini doğrudan etkiledi.
Samanî döneminde Buhara ve Semerkand bilimsel merkezlerdir ve aynı zamanda bu şehirler geniş bir kültürel temas alanı hâline geldi. Kütüphaneler, sözlük çalışmaları ve ansiklopedik metinler aracılığıyla Yunanca, Pehlevice, Sanskritçe ve Arapça gelenekleri aynı entelektüel havzada buluştu. Mezhepsel gerilimlerin ortasında gelişen rasyonel teoloji özellikle Mâtürîdî’nin yorumları sayesinde sistematik bir derinlik kazandı. Hadis literatürünü titiz bir ayıklama sürecinden geçiren el-Buhârî’nin yöntemi, metin eleştirisi açısından kalıcı bir katkı sundu ve şehir kimliğinin düşünsel yönünü güçlendirdi. Bu yoğunluğun üzerine kurulan Harezm çevresi 11. yüzyıl başında yeni bir bilim odağına dönüştü. Ürgenç’in hidrolik geleneği ve teknik altyapısı, Memun sarayının himayesiyle birleştiğinde olağanüstü bir tartışma ortamı ortaya çıktı. Birunî, İbn Sînâ, Buzcânî ve Ebu Nasr Mansur arasındaki karşılaşmalar, geometriden astronomiye, fizikten tıbba uzanan geniş bir alanı etkileyen yenilikleri doğurdu. Bu ortamın kısa sürede siyasal baskılarla dağılması, Orta Asya’nın entelektüel tarihinin en dramatik örneklerinden biri oldu. Ürgenç’in yağmalanması bin yıllık bir birikimin kesintiye uğraması anlamına geliyordu. Bunun ardından ortaya çıkan yönelişler, Orta Asya düşüncesinin iki ana damarının kalıcı niteliğini gösterir. Bir tarafta gözlem ve deneyime dayanan bilimsel yaklaşım; diğer tarafta kavramsal bütünlük peşinde koşan felsefi yapı. Her iki damarın kökleri bölgede çok eskiye uzanır ve sonraki yüzyıllarda farklı coğrafyalara taşınarak kalıcı izler bırakır.
Gazneli Mahmud’dan Selçuklu düzenine uzanan merkezileştirme dalgasının oluşturduğu düşünsel daralma, 12. yüzyıl boyunca giderek belirginleşti. Nizamülmülk’ün medrese ağı başlangıçta ilmî gelişimi kurumsallaştıran bir zemin gibi görünse de, zamanla belirli bir doktrinin merkezileşmesini sağladı. Eğitim yorum çeşitliliğinin beslendiği bir alan olmaktan çıkarak siyasî meşruiyetin ideolojik aracı hâline geldi. Bu dönüşümün düşünsel sembolü Gazali oldu. Onun akıl ile sezgi arasındaki bağı yeniden tanımlaması, felsefenin toplumsal konumunu daraltırken, teorik araştırmanın sınırlarını da keskinleştirdi. Farabi ve İbn Sînâ çizgisinde gelişen rasyonel araştırma geleneği, bu eleştirilerin ardından yalnızca küçük çevrelerde sürdürülebilir bir etkinlik olarak varlığını korudu. Birunî’nin olağanüstü gözlem gücü, matematiksel duyarlılığı ve karşılaştırmalı yöntemlerle oluşturduğu geniş külliyat, bu gerileme öncesinin en parlak örnekleri arasında yer aldı. Coğrafi ölçümlerden astronomiye, fiziksel yasaların tanımlanmasından kültürler arası bilgi dolaşımına uzanan çalışmaları, Orta Asya’nın yüzlerce yıllık entelektüel birikiminin son büyük evresini temsil eder. Bu evrenin ardından gelen Moğol istilası, düşünsel gerilemeyi hızlandırmakla kalmadı; şehir kültürünü ayakta tutan maddi temeli de çökerterek üretim alanını büyük ölçüde dağıttı. Merv, Nişabur, Semerkand ve Buhara gibi kadim merkezler kısa sürede nüfuslarının büyük kısmını kaybetti. Su kanalları, arşivler, kütüphaneler ve medreseler yok edildi; bilginler ya öldürüldü ya da sürgün yollarına savruldu. Böylece entelektüel canlılığın yeniden doğabileceği ekonomik, kurumsal ve sosyal zemin ortadan kalktı. Bu büyük yıkımın ardından yalnızca birkaç parlak figür yükseldi. Nasîrüddîn Tûsî, Meraga Rasathanesi’ni inşa ederek matematik, astronomi, mantık ve ahlâk alanlarında geniş bir külliyat ortaya koydu. Onun gezegen modellerinin Kopernik üzerindeki etkisi, Orta Asya geleneğinin geç dönemde bile Avrupa düşüncesine uzanan bir yansıma oluşturduğunu gösterdi. Fakat Tûsî’nin başarısı, Moğol sonrası dönemde büyük bir bilim geleneğini yeniden kurmaya yetmedi; çünkü o geleneği mümkün kılan toplumsal yapı artık yerinde değildi.
Bu siyasal ve kurumsal çöküş yeni bir kültürel yönelişin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Sufizm bu arayışın en güçlü yönünü oluşturdu. Ahmed Yesevî’nin Türkçe söyleyişleri, Necmüddin Kübrâ’nın vizyoncu öğretisi ve Attâr’ın alegorileri, karanlık bir dönemde içsel arınmayı ve bireysel hakikati öne çıkaran bir duyarlık yarattı. Klasik felsefenin zayıfladığı bu ortamda sezgi, deneyim ve metaforik anlatım daha geniş bir karşılık buldu. Rumi’nin düşünce dünyası, Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan göç yolculuğunda şekillendi; şiirindeki kozmik derinlik büyük ölçüde Moğol yıkımı çağının ruhundan beslendi. Timur’un yükselişi siyasal yıkımların arasında kısa süreli ama çarpıcı bir estetik canlanma yarattı. Timur’un savaşçı ve sert siyaseti büyük coğrafyaları sarsarken, sanat, mimari ve zanaatkârlığın desteklenmesi Herat ve Semerkand’ı önemli merkezlere dönüştürdü. Uluğ Bey’in rasathanesi bu dönemin büyük bilimsel girişimiydi; gezegen hareketlerini hassas biçimde kaydeden çalışmalarla dikkate değer sonuçlar üretildi. Ancak Uluğ Bey’in öldürülmesiyle bu girişim de kısa sürede dağıldı.
15.yüzyılda Herat, Baysungur ve Ali Şîr Nevaî’nin himayesiyle yeniden bir kültür başkentine dönüştü. Nevaî’nin Türkçeye kazandırdığı derinlik ve Bihzad’ın minyatürde yarattığı üslup, Herat’ı estetik bakımdan İslam dünyasının odak noktalarından biri yaptı. Buna rağmen bilim ve felsefe eski Orta Asya geleneğinin derinliğine yeniden kavuşamadı. Entelektüel üretim estetik ağırlıklı bir mecrada gelişti. Orta Asya’nın bin yıllık birikimi yavaş yavaş İran, Anadolu ve Hindistan gibi çevre bölgelere çekildi. Osmanlılar, Safeviler ve Babürler bu mirasın estetik ve kültürel modellerinden beslendi fakat rasyonel araştırma geleneklerini yeniden kuracak siyasal ve kurumsal şartları oluşturamadı. Dogmatik sınırlar, özgür düşüncenin genişleyebileceği alanı daralttı; yeni bilimsel sıçramaların ortaya çıkmasını engelledi.
Böylece Orta Asya’nın büyük entelektüel serüveni yükseliş ve çöküşün iç içe geçtiği geniş bir tarihsel döngü hâline geldi. Farabi, İbn Sînâ ve Birunî gibi devlerin temsil ettiği araştırma ruhu, Sufizmin içsel derinliği, Moğol fırtınasıyla yaşanan bozgun, Timur döneminin estetik yükselişi ve Herat’ın kültürel parlaması aynı uzun hikâyenin farklı yüzlerini oluşturur. Bu hikâyenin merkezinde akıl ile sezgi, şehir yaşamı ile göçebe dinamizmi, özgür düşünce ile siyasal merkezileşme arasında süregelen gerilim bulunur. Bu gerilim çöküşün nedenlerini ve yaratıcı sıçramaların hangi koşullarda mümkün olduğunu anlamak açısından da belirleyici bir rehber niteliği taşır.



