Burcu BOLAKAN

Burcu BOLAKAN

[email protected]

YÖNSÜZLÜĞÜN EŞİĞİNDE: PEYAMİ SAFA'NIN ÜÇ ROMANINDA KİMLİK, VARLIK VE İÇ DÜNYA

28 Mayıs 2025 - 11:31 - Güncelleme: 28 Mayıs 2025 - 12:15

YÖNSÜZLÜĞÜN EŞİĞİNDE: PEYAMİ SAFA’NIN ÜÇ ROMANINDA KİMLİK, VARLIK VE İÇ DÜNYA
Peyami Safa’nın anlatı dünyasında birey, kendi benliğiyle dış dünyanın kesişiminde sürekli bir iç çözülme ve yeniden inşa hâlindedir. Bu yönüyle Fatih-Harbiye, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu ve Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, kimlik bunalımının, kültürel gerilimlerin ve bireysel yabancılaşmanın aynı potada eritildiği üç temel romandır.
 
I. FÂTİH-HARBİYE: İKİ SEMTİN ARASINDA KALMIŞ RUH
Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye adlı romanı, modernleşme süreci içerisinde bireyin yaşadığı kültürel ve kimliksel çatışmayı içeren, iç içe geçmiş bir ruh çözümlemesidir. Ana karakter Neriman’ın iç dünyasında süregiden çatışma, ne yalnızca kişisel ne de tamamen toplumsaldır; o, bireyin iç dünyası ile ait olduğu kültürel kodlar arasında şekillenen, derin ve çok katmanlı bir krizdir. Safa bu çatışmayı, şehrin coğrafyası üzerinden örerek betimlemenin ötesine geçer; Fâtih ve Harbiye, zamanla bireyin iç mekânına dönüşen metaforik alanlara dönüşür.
Neriman’ın Harbiye’ye duyduğu çekim, aslında onun kendi benliğini kurma arzusunun dışsal bir tezahürüdür. Harbiye, yüzeyde moderniteyi, bireysel özgürlüğü ve Batı’nın kültürel göstergelerini barındırsa da, Neriman’ın bu semte yönelimi özgürleşme motivasyonundan çok, bir başkalık arayışının sonucudur. Çünkü onun dünyasında kimlik, dışarıdan alınan onaylarla biçimlenmektedir. Bu bağlamda, kimliğin sabit bir öz olmayıp tekrar eden davranışlar ve söylemlerle oluştuğunu belirten kuramlar önem kazanır. Nitekim Nurdan Gürbilek de Vitrinde Yaşamak adlı eserinde bireyin kimliğini çoğu zaman dışsal bakışlarla inşa ettiğini, bu durumun modern bireyde sürekli bir yetersizlik hissi doğurduğunu vurgulamaktadır. (Gürbilek, 2001, s. 40)
Neriman’ın durmaksızın değiştirdiği kıyafetler, konuşma biçimleri, arkadaş seçimleri ve mekânsal yönelimleri, onun kimliğini bu tekrarlar içinde yeniden üretmeye çalıştığını gösterir. Fakat bu yeniden üretme çabası daima yarım kalır. Çünkü Neriman, Harbiye’yi tüm parlaklığına rağmen tam anlamıyla içselleştiremez. Bu semtin içinde hissettiği yabancılık, onun Batılı değerlerle kurduğu ilişkinin yapaylığına işaret eder. Öte yandan, Fatih’te kalmak da bir çözüm değildir; çünkü burası ise geleneksel yapıların baskısı altında bireyin kendini gerçekleştirebilmesini zorlaştırır. Neriman’ın kimliği, iki yakayı birleştirmeye çalışan bir köprü gibidir: Ne Batı’ya sağlam basabilir, ne de Doğu’ya kök salabilir. Roman boyunca dikkat çeken bir diğer unsur ise Neriman’ın ilişkiler ağıdır. Şinasi, onun geçmişe ait tarafını, ailevi bağlarını ve geleneksel değerlere olan yakınlığını simgelerken; Macit, yeni dünyanın, Batılı estetik anlayışının ve bireysel arzunun sembolüdür. Ancak bu iki erkek karakter de Neriman’ın içsel arayışına çözüm sunamaz. Çünkü sorun, ‘‘kiminle olacağı’’ sorusu değildir; asıl mesele, ‘‘kiminle birlikte kendisi olabileceği’’dir. Bu bağlamda Berna Moran, romandaki aşk temasının aslında bireyin kimlik krizini derinleştiren bir unsur olduğunu belirtmektedir. (Moran, 2001, s. 224-226). Neriman ne Şinasi’yle huzur bulur ne de Macit’le bütünleşebilir; her iki ilişki de onun ruhundaki çatlağın daha da büyümesine neden olur.
Şehrin mekânları, karakterin içsel geçişlerini belirleyen metaforik yapılar olarak öne çıkar. Fatih’in dar sokakları, Neriman’ın evinin ağır perdeleri ve eski usul eşyaları; geçmişin, geleneksel yapının ve aidiyetin yansımalarıdır. Buna karşılık Harbiye’nin geniş caddeleri, modern binaları ve sosyal hayatı; geleceğe yönelen, fakat bireyi yüzeyde tutan, onu sürekli kendi suretinden uzaklaştıran bir dinamizme sahiptir. Neriman bu iki dünya arasında sıkışır, ancak hiçbirinde tamamlanamaz. Çünkü kimlik, ait olunan yerle ve o yerin anlamlandırılmasıyla kurulur. Neriman’ın yaşadığı kimlik çatışması, bireyin toplumsal yapılarla ve kendi arzularıyla çatıştığını gösterir. Neriman, bu parçalanmışlık içinde bir bütünlük kurmaya çalışır; fakat bu çaba, daha çok bir dağılmaya dönüşür. Onun benliği, sürekli olarak dış referanslara göre yeniden şekillenmeye çalışır. Sonuçta elde kalan ise, bütünlüğünü sağlayamayan bir varoluş hâlidir.
Neriman’ın iç dünyasında süregiden bu kimlik çatışması, modernleşmenin birey üzerindeki yıpratıcı etkilerini yansıtır. Safa’nın anlatımında birey yalnızca değişen değer sistemleri arasında değil, aynı zamanda kendi iç arzuları ve dış beklentiler arasında da paramparça olur. Bu yönüyle Fatih-Harbiye, bireyin ne geçmişte ne gelecekte tam anlamıyla kendine yer bulabildiği, arada kalmış bir ruhun romanıdır.
 
II. DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU: HASTA BEDENİN DERİNLİĞİNDE BİR KİMLİK İNŞASI
Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı romanında, isimsiz anlatıcının bedenine sirayet etmiş hastalık, yalnızca tıbbi bir teşhis ya da biyolojik bir çürüme olarak verilmez; ruhun, benliğin ve kimliğin maruz kaldığı yapısal bir çöküşün metaforu olarak kurgulanır. Bu roman, bir hastane odasına sıkışmış bir gencin anlatımıyla ilerlerken, okuyucuyu aslında o bedenin içinde yankılanan derin bir kimlik krizine tanıklık ettirir. İsminin olmaması, bireyin toplumsal ve ailesel bağlamlarda bir yer edinememesine dair dramatik bir göstergedir. İsimsizlik burada, özneleşme sürecinin önündeki en temel engel hâline gelir.
Annesine duyduğu bağlılıkla yetişkinliğe adım atamayan bir erkek figürünün ortaya çıkması, psikanalitik bağlamda değerlendirildiğinde, bireyin anne figürüyle olan bağımlı ilişkisini çözümleyememesi anlamına gelir. Bu durumun, kimlik gelişimini sekteye uğrattığı açıktır. Anneyle kurulan bu yoğun bağ bireyin özneleşme sürecini geciktirir ve karakterin içsel çatışmalarının merkezinde yer almaya başlar. Roman kahramanı, annesinin ilgisi ve yargısı karşısında edilginliğe saplanır ve bu durum, onun toplumsal hayata katılamamasına, duygusal anlamda çocuk kalmasına neden olur. (Schneider, 2016, s. 43-45)
Roman boyunca anlatıcı karakter, fiziksel acının yanı sıra toplumdan dışlanmışlık hissini de taşır. Akrabaların merhamet maskesi takınarak sergilediği küçümseme, karakterin maruz kaldığı toplumsal bakışın ne kadar yaralayıcı olduğunu gözler önüne serer. Romanda hastalığın bireysel bir sorun olmakla birlikte, toplumun hasta bireye karşı geliştirdiği dışlayıcı bakışın da simgesi olduğu görülür. Karakter, toplumda “sağlam” olanın yanında kendi varlığını eksik ve değersiz olarak konumlandırır. (Cebeci, 2004, s. 233-237)
Karakterin hastalığı, onun zaman algısını da parçalar. Hastane odasındaki günlerin birbirine karışması, bedenin çürüyüşüyle birlikte benliğin de çözülmesini hızlandırır. Gelecek artık umut vadetmez; belirsizliktir, geçmiş ise acıların birikmiş tortusudur. Bu bağlamda anlatıcının yaşadığı travma, sağlık sorunlarına bağlı olarak esasen kimliğin inşasında gerekli olan sürekliliğin bozulmasından kaynaklanır. Bireyin kimliğini kurabilmesi için zamanla barışık bir benlik anlatısı geliştirmesi gerektiğini vurgular; bu anlatının kesintiye uğraması, benliğin dağılmasına neden olur. Roman kahramanının anlatısı ise sürekli bölünür, kesilir, parçalanır.
Kahramanın âşık olduğu kız figürü, onun toplumsal onay alma arzusunu yansıtır. Ancak bu aşk da bir kurtuluş olmaz, daha büyük bir yıkımın habercisidir. Çünkü karakter bu aşkla beraber içinde taşıdığı eksiklikle yüzleşir. Karşılıksız aşk, onun kimliğinde duygusal bir açlıkla birleşerek öz-değerini yitirmesine neden olur. Buradaki başarısız ilişki, bireyin romantik düzlemde ve tüm toplumsal yapılar içinde dışarıda bırakıldığını teyit eder. Bu aşk ilişkisinin bireyin bedeniyle olan çatışmasının bir yansıması olduğu ve aşkın, karakterde kimlik çözülmesini hızlandırdığı görülür.
Hastane mekânı, anlatıcının iç dünyasının alegorisi hâline gelir. Kapalı, kısıtlı, karanlık ve steril bu ortam, bireyin toplumsal hayatın dışına atılmış hâlini simgeler. Burada zaman durmuş gibidir, sesler kısıktır, insanlar nötrdür. Bu da romanın genel atmosferini, bireyin ruhsal yalnızlığını ve toplumla bağlarının ne denli zayıfladığını hissettirir. Birey, mekânsal olarak bir odaya hapsolmuştur; ama asıl tutsaklık, kendi benliğinde oluşan derin yarılmadır.
Peyami Safa, bu romanda modern bireyin görünmezliğini, hastalık metaforu üzerinden ortaya koyar. Toplumun çarklarında kendine yer bulamayan birey, otoriter gölgeler ve aşkın dışlayıcı gerçekliği arasında gidip gelirken, bir kimliğe sahip olma çabasını da her seferinde yitirir. Roman boyunca karakterin ağzından çıkan cümleler bir varlık bildirisi olarak okunabilir: ‘‘Buradayım, ama tam olarak kimim?’’ sorusuna cevap arayan bir iç titreşimdir bu durum. (Ayvazoğlu, 2000, s. 13,18)
 
III. MATMAZEL NORALİYA’NIN KOLTUĞU: RASYONEL KİMLİĞİN YIKIMI VE İÇSEL DOĞUŞ
Peyami Safa’nın anlatı evreninde en derin dönüşüme uğrayan karakterlerden biri, hiç kuşkusuz Matmazel Noraliya’nın Koltuğu romanının başkişisi Ferit’tir. Ferit’in yaşadığı zihinsel çöküş, bir bireyin inanç sisteminin sarsılması ve rasyonel düşünceyle inşa edilmiş modern öznenin kendi varlığından duyduğu yabancılaşmanın, bu yabancılaşmadan doğan içsel uyanışın alegorisidir. Ferit, ilk etapta akla, bilime, pozitivist felsefeye sıkı sıkıya bağlı bir birey olarak betimlenir. O, Batı tipi düşünsel yapının savunucusudur. Ancak roman ilerledikçe onun bu kimliğinin ne kadar kırılgan, ne kadar yüzeysel ve geçici olduğu açığa çıkar.
Ferit’in içsel sarsıntısı, hayatının kontrolünü kaybettiği, sezgisel alanlarla temas kurmaya başladığı andan itibaren belirginleşir. Bu değişim ideolojik bir dönüşümü getirir ve ruhsal açıdan bir yeniden doğuş anlamına gelir. Özellikle Matmazel Noraliya’nın evine adım attığında, fiziksel mekânın sembolik yapısı aracılığıyla iç dünyasının gizli katmanları açığa çıkar. Matmazel’in koltuğu sadece üzerinde oturulan bir eşya değildir; o, Ferit’in benliğinde bastırdığı her şeyi görünür kılan, dış dünyanın gürültüsünden soyutlanmış bir varoluş alanıdır.
Bu noktada İhsan Fazlıoğlu’nun ‘‘gizli benlik’’ kavramsallaştırması hatırlanabilir. Fazlıoğlu’na göre birey, modern dünyada rasyonalite ile kurduğu kimlikle ve bastırılmış sezgisel, ahlaki ve metafizik derinlikle vardır. Ferit’in hikâyesi, yüzeydeki kimliğini (akılcı, kontrol sahibi, mantıklı adam) parçalanması ve içindeki gizli benlik ile karşılaşması üzerine kuruludur. Matmazel’in koltuğunu gördüğünde ve onun ruhuyla iletişim kurduğunda başlayan dönüşüm, işte bu yüzleşmenin ilk adımıdır. (Fazlıoğlu, 2015, s. 126-129)
Roman boyunca Ferit, geleneksel dinî anlatılardan uzak ama sezgisel bir maneviyatla yüzleşir. Bu yönelim, onun akılcı kimliğini zedelerken, özlemini duyduğu bütüncül bir varoluş biçimine ulaşmasının yolunu açar. Başlangıçta bu süreç, bir tür çöküş olarak algılansa da, zamanla bu halin bir kayıp olmadığı, bir açılım olduğu anlaşılır. Ali Şeriati, bireyin akılla yetinmeyip kendilik yolculuğunda ‘‘içsel hakikate’’ yönelmesi gerektiğini anlatır. Ferit’in yaşadığı sarsıntı, bu içe dönüşün somut hâlidir. Ferit’in iç yolculuğu, klasik anlamda bir çöküşten çok, modern düşüncenin dar kalıplarını kırarak metafizik bir açılım kazanmasıdır. Ali Şeriati, bireyin hakiki dönüşümünün içsel kırılmalarla başladığını ve özgürlüğün ancak içe dönüşle mümkün olabileceğini belirtir. (Şeriati, 1997, s. 21-28)
Ferit’in kimliğinin yeniden kurulma süreci, onun geçmişiyle yüzleşmesi ve içindeki boşluğu kabul etmesiyle mümkün olur. Bu boşluk ne yalnızca kültürel bir eksikliktir, ne de ailevi bir travmanın sonucudur; o, daha çok varlığın temeline dair bir sorgulamadan doğan varoluşsal bir arayıştır. Matmazel Noraliya’nın, varlığıyla ve anılarıyla sunduğu yönlendirme, Ferit’in sezgisel düşünceye açılmasını sağlar. O artık dünyayı anlamlandırmak için yalnızca akla başvurmaz; bunun yerine sezgi, içgörü ve ruhsal derinlik gibi araçlarla kendi varlığının izini sürmeye başlar.
Romanın sonunda Ferit, geçmişini geride bırakabilecek bir zihinsel özgürlüğe ulaşır. İçine dönerek, kendiyle temas kurarak, varlığını anlamlandırmaya başlar. Bu dönüşüm süreci, modern bireyin geçirdiği kimlik krizine verilen en güçlü edebî yanıtlardan biridir.
Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, bir bireyin dönüşümünün izinden giderek, modern aklın, pozitivist düşüncenin ve yüzeysel kimliklerin çözülüşünün romanıdır. Ferit’in yaşadığı zihinsel ve ruhsal kırılma, onun kendi benliğine ve daha büyük bir varoluşsal hakikate yönelmesini sağlar. Peyami Safa, bu eserinde bireyin sosyal ve metafizik bağlamda kendini yeniden inşa edebileceğini göstermiştir. Bu bakımdan roman, kimliğin sürekli değişen, çatışan ve derinleşen bir süreç olduğunu derinlemesine gözler önüne serer.
Peyami Safa’nın bu üç romanı, Türk modernleşmesinin birey üzerinde yarattığı kimliksel çatışmaların ve ruhsal bölünmelerin edebi bir panoramasını sunar. Neriman’ın semtler arasında yolunu yitirmiş bir pusula gibi kararsız kimliği, isimsiz anlatıcının hasta bedeninde eriyen benliği ve Ferit’in sezgisel varoluşla yeniden kurduğu özü; Safa'nın bireyi hem toplumsal hem metafizik düzlemde ele aldığının kanıtıdır. Bu romanlarda kimlik, sınırlarla çevrili bir aidiyet değil; sürekli devinen, sorgulanan ve yeniden inşa edilen bir varoluş halidir.

KAYNAKLAR:

Ayvazoğlu, B. (2000). Doğu-Batı Arasında Peyami Safa. İstanbul: Ufuk Kitapları.
Cebeci, O. (2004). Psikanalitik Edebiyat Kuramı. İstanbul: İthaki Yayınları.
Fazlıoğlu, İ. (2015). Kendini Aramak. İstanbul: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
Gürbilek, N. (2001). Vitrinde Yaşamak. İstanbul: Metis Yayınları.
Moran, B. (2001). Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış. İstanbul: İletişim Yayınları.
Schneider, M. (2016). Okumak ve Anlamak Edebiyatta Psikanaliz: Freud, James, Nabokov, Pessoa, Proust, Rance, Schnitzler. İstanbul: Kolektif Kitap.
Safa, P. (2018). Fatih Harbiye. İstanbul: Ötüken Yayınları.
Safa, P. (2017). Dokuzuncu Hariciye Koğuşu. İstanbul: Ötüken Yayınları.
Safa, P. (2017). Matmazel Noraliya'nın Koltuğu. İstanbul: Ötüken Yayınları.
Şeriati, A. (1997). İnsanın Dört Zindanı. Ankara: İşaret yayınları.





 

Son Yazılar