ÖZBEKİSTAN GEZİ NOTLARI: 5
SEMERKANT’A DOĞRU
(08.10.2025, Taşkent)

Dün sabahtan “gece 04.00’de hazır olun” diye duyuru yapılmıştı. En geç 04.15 dendi. 21.00 gibi yattık. Saati sabah 03.00 için kurmuştuk. 03.30’da lobiye indik. Bizden önce dört arkadaş aşağı inmişler. İki otobüs gelecekmiş. Kapının dışı serin, 12C derece. Biraz lobide oturuyoruz. Araçlar 04.30’da geldi. 05.15’de tekerler dönüyor. Şükür. Hemen kemerlerimizi taktık. Uyarım üzerine etraftaki arkadaşlar da kemerlerini taktılar. Türkiye’de de büyük şirketlerin her mola sonrasında” kemerleriniz takın“ diye birkaç kez uyarı yaptıklarını son zamanlardaki seyahatlerimde gördüm. Çoğu insanımız da buna uyuyor. Seyahat şirketleri bir kaza anında çok ağır maddi tazminatlarla karşılaştıkları için buna daha çok dikkat eder oldular diyor, hukukçu oğlum. Mesela alkollü araç kullanılması halinde oluşacak kazalara sigorta şirketleri ödeme yapmaz. Keza; yolcu kemer takmamış ve bu da yaralanmayı artırmışsa, sigorta şirketi "kusur indirimi" uygular. Yargıtay kararlarına göre genellikle bu indirim oranı %20 ile %50 arasında değişiyor diye de ekliyor.
Yolculuğun 4-5 saat süreceğini öğreniyoruz. Taşkent’ten Semerkant’a giden yol güney batı istikametinde. Buhara ise tam batıda yer alıyormuş. Taşkent içinde yollar geniş, dört şerit gidiş, dört şerit dönüş. Binalar yoldan 5-10-20 metre uzaklıkta. Arada paralel bir yan yol var. Ay dolunay halinde, sanki bizi sürekli takip ediyor. 06.10, etraf aydınlanmaya başladı. 06.22 gibi güneş henüz doğuyor. Yol iki gidiş, iki gelişli bölünmüş yola döndü. Sırderya (Seyhun) nehrinin üzerindeki uzun köprüden geçiyoruz. Nehir büyük ve suyu bol. Bölgenin can suyu, geniş ovaları suluyor, hayat veriyor.
SEYHUN –CEYHUN / SEYHAN –CEYHAN NEHİRLERİ
Adana Çukurova’daki Seyhan ve Ceyhan nehirleri adları bu coğrafyadan gelen atalarımızca konmuş, Seyhun ve Ceyhun nehirlerine çok benzettikleri için. Gerçekten de Seyhan–Ceyhan ile Seyhun–Ceyhun (Türkistan /Orta Asya’daki iki büyük ırmak) arasında hem isim olarak hem de kültürel bir bağlantı vardır. Ancak bu doğrudan coğrafi değil; dini, kültürel ve tarihsel aktarım yoluyla oluşmuş. Sırderya (Seyhun, antik Jaxartes) Kazakistan – Özbekistan sınırları içindedir. Amuderya (Ceyhun, Antik Oxus) Tacikistan – Özbekistan – Türkmenistan – Afganistan sınırları içinde yer alır. Bu iki nehir, Orta Asya’nın en büyük iki ırmağı olup, tarih boyunca Türkistan ile İran kültür dünyasını birbirinden ayıran doğal sınır olmuş. İslam dünyasında, bu iki nehir hadislerde de yer alır ve İslam coğrafyasında çok önemlidir. Hadislerde geçen cennet nehirleri arasında “Seyhan, Ceyhan, Fırat, Nil” sayılır. (Müslim, İman, 283) İslam coğrafyacıları özellikle 8.–10. yüzyıllarda Hz. Peygamber’den rivayet edilen cennet nehirleriyle gerçekte var olan büyük ırmakları özdeşleştirmeye başladılar. Seyhun ve Ceyhun kelimeleri de Arapça. Seyhun, akan; Ceyhun, taşkın, coşkun akan anlamlarında.
YOLA DEVAM / SIRDERYA
Arazi dümdüz. Uzak ufuklar puslu, kuşlar beslenme alanlarına doğru uçuyorlar. Günün erken, ilk saatleri çünkü. Sırderya (büyük nehir anlamında) adlı bir yerleşim yerinden geçiyoruz. Ulaşım ve tarım bölgesi. Sırderya adı hem vilayet, hem 45-50 bin nüfuslu bir şehir hem de nehir adı. Muhtemelen şehrin dışından veya kenarından geçtiğimiz için gördüğümüz evler bahçeli tek katlı. Yol eski genişliğinde değil. Ama yol yapım çalışmalarını birçok yerde görüyoruz. SSCB zamanında bölgede pamuk ekimi zorunlu hale getirilmiş, ama endüstrisi değil. Etrafta Türkiye’den iyi tanıdığımız saksağan ve serçe kuşları pek çok. Çocukken ninem serçelere “köy kuşu” derdi. Yol boyunda bahçeli, avlulu evler ve sıkça sıralı ağaçlar görüyoruz. Yol beton bariyerlerle ikiye bölünmüş. Asfalt kalitesi yer yer kötü, yer yer iyi. Bunu aracın sarsıntısı ve çıkardığı seslerden de anlıyoruz. Yolda İslamabad levhası görüyoruz. Burada ilçeye “tuman” deniyor. Rusça’dan kalma “rayon” kelimesi de aynı anlamda kullanılıyor. Göktürk Türkçesinde “tümen” bin demektir diyor eşim. Bizde askeri terim olarak kullanılıyor halen. Sol taraf ufkumuzda güneş kızıl-sarı renkte, düz arazi üzerinde yükseliyor. Uzaktaki pusun üzerine çıkınca parlaklığı ve kamaştırıcılığı artıyor. Semerkant’ a 207 km kaldı. (06.42) Semerkant tarihi İpekyolu üzerinde çok önemli şehirlerden biri. Bugün bile bu önemi devam ediyor. Ufuklarda hiç dağ yok, arazi dümdüz. Karayoluna paralel bir demiryolunu fark ediyoruz. Bir su deposunun üzerinde “suv” yazısı görüyoruz. Eşim dilci. O, bazı mahalli ağızlarda bu kelime “suy” olarak yaşıyor bizde diyor. Kelimenin tarihi gelişimini elimdeki not defterine yazıveriyor. Köktürkçede “sub” ˃suv˃suy˃su olmuş, diyor notunda. Yani son harf b˃v˃y olmuş.
SAĞLAMAK AMA NASIL
Yolda epeyce kamyon ve TIR var. Yolun ağır vasıtalara tahsisli en sağ dış şeriti ağır vasıtalarca bozulunca burada “sollamak” kavramı “sağlamak” olmuş sanki. Çünkü küçük veya büyük birçok araç sol şeridi arkadan gelecekler için hiç boşaltmıyor. Dolayısıyla öne geçmek isteyen daha hızlı araç ve sürücüler hızla en sağ şeritten geçiveriyor. Bu da kanıksanmış bir durum burada. Yol boyundaki arazilerde üzeri açık büyük veya küçük sulama kanalları görüyoruz. Yol üstünde çok sayıda nar satan satıcı görüyoruz. Yine yol üzerindeki bir lokantanın tabelasında “Özbek Milli Taomlar” yazılı. Ayrıca “Patir, Yağlı Patir (sütlü pide) yazıları da. Bir okul arkadaşımın soyadı “Patır” idi. Anlamını şimdi öğreniyorum. Taom, bizde seyrek de olsa “taam” şeklinde kullanılıyor. Yemek demek. Birkaç örnek Özbek Türkçesi;
Bugun taom juda mazali edi.
Bugün yemek çok lezzetliydi.
Onam milliy taom tayyorladi.
Annem milli yemek hazırladı.
Restoranda taomnoma so‘radim.
Restoranda menü (yemekname ?) istedim.
Bu taom Ozbekiston milliy taomidir.
Bu yemek Özbekistan’ın milli yemeğidir.
Bunlar Özbek dilindeki okunuşları. Türkiye Türkçesinde cümleyi anlarken “a”ların “e”; “o”ların “a” olarak anlamak gerekiyor. “Onam” kelimesi “onam” okunuyor, yani bizdeki “anam” kelimesi. Yemek listesi “menü” anlamındaki “Taomnoma”yı “taamname” olarak da anlayabiliriz.
ÇEVREDE GÖRDÜKLERİMİZ
Asfalt kötüleşti. Etrafta bağlar, leylek yuvaları görüyoruz. Leylekler daha göç etmemişler. Tarihin 8 Ekim olduğunu hatırlatayım. Büyük baş hayvan sürüleri, pamuk tarlaları aralarında yayılıyorlar. Dikkatimizi çekti; bizim salma sulama dediğimiz, kimilerinin toprağı bozduğunu ifade ettikleri “vahşi sulama” epeyce fazla. Küçük, orta ve büyük üstü açık su kanallarını sıkça görüyoruz. Su pek bolmuş gibi davranılıyor; görünen o. Çatlayan kırılan kanallarda akan sular yer yer büyük birikintiler oluşturmuş. Sırderya’nın suları daha iyi kullanılmalı, kapalı sistem kanallar ve borulara, damla sulamaya geçilmeli diyor beynim. Semerkant’a 162 km var, levhada. (07.21) Kahvaltı yapmadan çıktığımız için 07.30 gibi bir yerde Sırderya’ya bağlı Akalın tumanında /rayonunda (kasaba) mola veriliyor. Bir dükkândan 2 kabaklı samsa[1] ve 2 çay alıyoruz eşimle; 15000 som (53 TL). İşletme temiz, sade; samsalar lezzetli, çay ise taze idi. Diğer arkadaşlar da bir şeyler alıyorlar veya verilen kumanya kahvaltıdan bir şeyler atıştırıyorlar. Esas kahvaltı yeri daha sonra imiş. Bu mola biraz ihtiyaç için denilebilir. Yan yana 10 kadar aracın aynı anla dolum yapabileceği metan gazı dolum tesisi biraz ilerimizde. İlk anda burayı bir elektrikli araç dolum durağı sanıyorum. Ancak tarımla uğraşan insanların arazi için tercih ettikleri eski model araçların varlığı ile buranın elektrik değil, çok ucuz olan metan gazı dolum tesisi olduğunu öğreniyoruz. Bu arada yanda dışı temiz ve yeni bir tuvalet binası var. Üzerinde “Hojatxona” yazılı. Özbek Türkçesinde okunuşu “Hocathona” olarak okunuyor. Bizde az kullanılan hacethane kelimesi. Yola devam ediyoruz. Taşkent’ten ayrılalı 156 km olmuş. Cizzah vilayeti (Jızzah Viloyatı / okunuşu Cızzah Viloyatı) sınır tabelasını okuyoruz.
OQSAROY’DA KAHVALTI MOLASI / ORTAK YAZI DİLİ
Bir saatten biraz fazla bir süre sonra Oqsaroy yazılı, Oksaroy şeklinde okunan bir ikmal yerine giriyoruz. Bizdeki Aksaray. Bunlara şaşırmamak da gerek. Şiveler bizde de yazı dili olsaydı ilginç yazılarla karşılaşırdık. Şiveler yazı dili olsaydı –ki buralarda olmuş- hem akraba hem de ayrı diller gibi görünebilir, kalıcı da olabilir. Ancak gelişen teknolojiler sayesinde ortak izlenen TV kanalları ve diziler, Yunusemre Enstitüleri gibi Türkçe dil merkezleri, öğrenci mübadeleleri, ortak üniversiteler, karşılıklı şirket ve iş yeri açmalar, ziyaret ve seyahatlerin artması ile dilde buluşma ve anlaşma kolaylaşıyor ve artıyor. TV dizilerinin etkileri konusunu daha önce bir yazımda kısa olarak bahsettiğimi hatırlıyorum. Burada tekrarlamakta bir mahzur görüyorum. Türkistan coğrafyasının[2] en ücra köşelerinde bile izlenen bu kanallar ve diziler sayesinde Türkiye Türkçesi neredeyse ortak iletişim dili olma yolunda hızla ilerliyor. Türkiye, TV dizileri ihracında dünya genelinde 2. sıradadır. Birinci sırada uzun yıllardır ABD bulunur. İkinci sırada ise Türkiye, özellikle 2010’lardan itibaren Ortadoğu, Balkanlar, Latin Amerika ve son yıllarda Güney Asya’da büyük bir pazar payına sahip olmuş durumda. Türk dizileri 150’den fazla ülkeye satılmakta ve yıllık ihracat geliri 600 milyon doların üzerine çıkmaktadır (bazı kaynaklara göre 750–800 milyon dolar bandı). En çok ihraç edilen diziler arasında Muhteşem Yüzyıl, Diriliş Ertuğrul, Ezel, Kara Para Aşk, Kara Sevda, Çukur, Sen Çal Kapımı gibi yapımlar bulunuyormuş. Bir de Türkiye kanallarına Türk uyduları sayesinde dünyanın pek çok yerine doğrudan, kısmen de genelağ üzerinden ulaşılabilmesi bu inanılmaz sonuçları getiriyor. Bütün bunlara ilave olarak seyahat ve turizm gelirlerinin, ticari bilinirliğin artması ek imkân ve fırsatlar sunuyor. Doğal olarak yakın uzak çevremizde bütün bunlar sevgi ve ilgiyi artırdığı gibi, rekabet, kıskançlık ve hatta husumeti de artırıcı etki yapabiliyor. Dünya bu…
AZERBAYCAN HARF İNKILABI
Türkiye Türkçesinde 29 harf varken, bölge ülkelerinin ses ihtiyacına göre ilave harflerle 34 harfe çıkmış ortak Latin alfabesi. Olsun, Kiril alfabesine göre çok daha kolay. Türkiye Türkçesinde kelimeyi anlamak için “o”ların “a” olduğunu hatırlamak, bilmek gerekiyor. Osmanlı döneminin son zamanlarında da alfabe ile ilgili bazı arayışlar olmuş. Ancak Arap Alfabesinden Latin alfabesine ilk geçiş Azerbaycan’da oluyor. 1929 yılında Sovyetler Birliği’nin genel politikası doğrultusunda Yeni Türk Alfabesi (Yanalif) adıyla Latin kökenli alfabe resmî olarak kabul edildi. Yanalif kelimesini yeni-elif ? olabilir diye tahmin ettim ama yapay zeka biraz dolambaçlı anlattı. Dilci eşime sordum; yeni-elif doğru diyor. Yapay zekâ “yanalif” ne demek diye soruma Azerbaycan Türkçesi ile aynen şu cevabı vermişti. Bakalım anlaşılacak mı?
Yenidən yaradılmış latın əlifbası” deməkdir. “Yangı natim lifi” → Yanalif[3]. Bu termin tarixdə 1920–1930’cu illərdə Sovet Türkləri üçün hazırlanmış vahid Latın əsaslı əlifbanı ifadə edir. O dövrdə Tatar, Başqırd, Qazax, Qırğız, Azərbaycan və digər Türkdillilər üçün ortaq bir Latın əlifbası tətbiq olunmuşdu.
Yanalif; Yeni Latin Elifbası (alfabesi) demektir. Yapay zekâ metninin aslında, Sovet (Sovyet) kelimesi dışında yer alan bütün özel isimlerin ilk harfleri küçük yazılmıştı. Ben tashih ettim. Osmanlı Türkçesinde böyle büyük harf, küçük harf hassasiyeti yoktu. Daha önce Arap alfabesi kullanan Çarlık Rusya’sı dönemi Türk bölgelerinde de bu özellik aynı idi. Söz ettiğim konuda, “acaba o eski dönemin devamı mı” diye düşünürken, eşim “hayır” diyor. Şimdi onlar da özel isimlerde, noktadan sonra cümle başlarında büyük harf kullanılıyor diye beni bilgilendiriyor.
BİZDEN ÖNCE
Görüldüğü gibi Latin alfabesi sadece Azerbaycan’da değil, bütün Türk bölgelerinde de resmi olarak, özellikle 1929–1939 arasında yaygın kullanılmış. Ancak hazırlık ve geçiş 1920'lerde başlıyor. Biz ise 3 Kasım 1928. Bugün alfabeye Azerbaycan’da “Elifba / Əlifba”, Özbekistan’da “Alifbo”, Kırgızistan’da Alippe; Türkmenistan’da Elipbi / Elipbe deniyor. 1939’da Stalin döneminde tüm Türk halkları için ortak bir politika yürütülerek Kiril alfabesine geçiş zorunlu kılındı. Azerbaycan’da Kiril yazısı 1939’dan 1991’e kadar kullanıldı. Bağımsızlığın ardından Azerbaycan, 1991’de yeniden Latin alfabesine geçme kararı aldı. 1992’de bugünkü modern Azerbaycan Latin alfabesi resmî olarak kullanılmaya başlandı. Şimdi ise (2025) bütün Türk devletlerinde Latin alfabesine geçiş Kazakistan dışında –o da hazırlık yapıyor- tamamlanmış durumda.

MERAK BU YA, YAPAY ZEKÂYA SORUYORUM.
RUSYA'DA ALFABE NASILDI?
Çarlık Rusya’sında hangi alfabe kullanılıyordu? Cevap beni şaşırtıyor. Bilmiyordum doğrusu. Çarlık Rusyası döneminde (1547–1917) kullanılan alfabeler toplumlara göre farklıydı. Tek bir alfabe yoktu, ancak ana hat şöyleydi: Ruslar için, Kiril Alfabesi. Çarlık Rusya’sının resmi yazı sistemi Kiril alfabesiydi (Rus Kiril’i). 18. yüzyılda Petro reformlarından sonra modern hâline kavuştu. Devlet, kilise, eğitim, ordu ve resmi belgeler Kiril ile yazılırdı. Müslüman Türk halkları için: Arap Alfabesi. Çarlık döneminde imparatorluk içindeki Türk halkları; Tatar, Başkurt, Kazak, Kırgız, Karakalpak, Özbek, Azerbaycanlı (Kafkasya’daki Müslümanlar) çoğunlukla Arap yazısı kullanıyordu. Eğitimde, medreselerde, dinî metinlerde; yerel yazışmalarda, edebi eserlerde Arap harfli Türk yazısı kullanıldı. Ortodoks veya diğer Hristiyan Türk toplulukları, bazı küçük Türk toplulukları (Çuvaş gibi) Kiril’in farklı varyantlarını kullanıyordu. Kafkasya halkları dil grubunda ise, Gürcüler Gürcü alfabesi, Ermeniler Ermeni alfabesi kullanırdı, diyor.
YA OSMANLIDA
Çok ilginç demekten kendimi alamıyorum. Aynen Osmanlı devletindeki din esaslı millet tanımı ve bunlara da din esaslı alfabe ve farklı hukuk ayrıcalıkları gibi. Osmanlıda da resmi kayıtlar ve yazışmalar hep Osmanlı Türkçesi ile idi. Türkçe bilmeyen devlet memuru olamazdı. Yine Türkçe olmayan resmi bir dilekçe işleme konulmazdı. O yüzden bütün Osmanlı coğrafyasındaki halklarına dair devlet işlerinin elimizdeki arşivleri hep Türkçedir. Sadece kilise ve sinagog kayıtları kendi dillerinde tutuluyordu. Cemaatler iç işlerinde kendi dillerinde kayıt tutar, fakat devlete bildirdikleri resmî raporları Osmanlı Türkçesiyle yazmak zorundaydı.
Türklerin ilk milli, kendi ürettikleri alfabe Orhun yazıtlarındaki Köktürk alfabesi idi. Buna Orhun alfabesi, Runik Türk alfabesi de deniyormuş. 38 harf civarında (varyantlara göre 38–40) Sağdan sola yazılır, sessiz harf ağırlıklı, bazı sesler için çift biçim bulunur (kalın-ince ayrımı) diyor kaynaklar. Türkler tarih boyunca çok din değiştirmişler. Her değiştirmede alfabe de değişmiş. Çünkü yeni dinin metinlerini okuyup anlamak istiyorlar. Müslüman olduktan sonra da Arap alfabesinin Türkçe ses sistemine tam uymadığı, dönemin Türk münevverleri tarafından da fark edilmiş. Zaman zaman bazı düzenlemeler yapılmış.
MOLA
09.10-09.30 arası. Yirmi dakikamız var. Kimisi verilen kumanyayı kimisi de satılanlardan ilave çay (yeşil) vs. alıyor. Mola yerinde Taşkent’teki Hoca Ahrar Veli camisi (mescidi de deniyor) avlusunda ilk kez gördüğümüz kolsuz tahtırevana benzettiğim ahşap oturma yerinden birine arkadaşlarla oturuyoruz. Buna ne ad verirdiniz diye soruyorum. Grupta bölgeden de çok sayıda akademisyen var. Aldığım cevaplarda buna Azerbaycan’da “Bahtça”, Özbekistan’da “Tapça” deniyormuş. Baht kelimesine biz daha aşinayız, hoşumuza gidiyor. Moladan hemen sonra Samarkand (Semerkant) 100 km tabelasını görüyoruz (09.36). Gerek yol boyunca gerekse yerleşim yerlerinde çok sık Coca Cola ve Pepsi tabelası dikkatimizden kaçmıyor. Amerikan kültür istilası buralarda da başlamış diyor, beynim. Bazı yakıt duraklarında Propan, Metan gibi büyük harfli levhalar görüyoruz. Bunlar gaz şirketleri ve markaları diye düşünüyorum; soramadım çünkü. 09.50 gibi düz alanların bittiği, ağaçsız tepeleri başladığı bir bölgedeyiz. Yol çift şeritli ve giderek tırmanış halinde. Yağışlar henüz başlamadığı için, arazinin nispeten düz olduğu, hasadı tamamlanmış ekin tarlaları sarı birer bozkır görünümündeler. Cengiz Aytmatov’u hatırlıyorum, rahmet istedi herhalde. Romanlarında Kazak-Kırgız bozkırlarından sıkça söz eder; bazen “sarı sıcak bozkırlar” için “sarı dala” ifadesi kullanır. 10.05 itibariyle arazi düzleşti, tekrar ağaçlar bollaştı, yolda araç sayısı arttı. Bir yerde sazan balığı resmi görüyoruz ve altında “tırık balık” yazılı. Burada sazan balığına da sazan deniyor ama yöresel olarak bu ifade de kullanılıyormuş. Yol boyunda bir süre kırmızı sarı renkte elma satan yerler görüyoruz. Yakıt satılan yerlere “akhmal” yani ikmal diyorlar. M39 yolunda devam ediyoruz.
SEMERKANT’A GİRİŞ
Şehir adını levhada okuduk. Sağ tarafta bir deveci ve deve kervanı heykelleri sanki canlı gibi. Hızlı geçtiğimiz için resim alamıyoruz. Caddeye cepheli tek katlı evlerin önündeki duvarlar yüksek fakat güzel işlemeli. Buradan avluya giriliyor. Az sonra Hızır mescidinin önündeyiz. Burası küçük bir mescit olup, mimari olarak Timurî tarzı detaylar taşıyor, mavi ve turkuaz çiniler kullanılmış. Semerkant’taki diğer tarihi yapılar kadar büyük değil ama daha çok manevi ve yerel öneme sahip bir eser. Buradan biraz ileride Özbekistan’ın ilk devlet başkanı İslam Kerimov’un kabri var. Klasik Türkistan mimarisi tarzında renk, motif ve malzemenin kullanıldığı tek katlı sade mezara varıldığında orta boyutta bir avludayız. Orada görevli bir din görevlisi /imam Bakara suresinin başlangıcından kısa bir bölüm okuyor güzel ve eğitimli sesi ile. Kılık kıyafeti de düzgün ve saygı uyandırıyor. Bizler de birer Fatiha okuyoruz. Hızır mescidi ve yanındaki Kerimov’un mezarının bulunduğu yer, küçük bir tepe üzeri. Seyir alanı gibi bir bölümden Semerkant’ın tarihi kısmına doğru bakıldığında Timur’un hanımı Bibi Hatun’un anıt mezarı büyük bir haşmetle kendini fark ettiriyor. Ama gidemeyeceğimiz söyleniyor. Ancak dönüşe yakın son dakikalarda görmek nasip oldu. Bu arada grupta bir tarihçinin olmaması, hatta bir rehberin olmamasının eksikliğini hepimiz fark ediyoruz. Gezdiğimiz yer ve yapılar hakkında açıklama, bilgi gerekli. Dolayısıyla notlarıma, bu noktalar için dönüşte kaynaklara bakar okuruz diye bir not alıyorum.
TİMUR'UN KABRİ
12.30 gibi Timur’ kabrinin de yer aldığı bir tarihi alanın içine bir caminin yanından geçerek giriyoruz. O sırada öğle ezanı okunuyordu. Ezanın makamı bölgeye özel, güzel ve ilginçti. Ancak sesin düzeyi Türkiye’deki kadar yüksek değil. Son cemaat alanının yan tarafları açık, üstü kapalı. Namaza hazırlananları görüyoruz. Caminin (mescit) arka tarafında dört adam boyu kadar olduğunu tahmin ettiğim silindirik, yukarı doğru hafif daralan, açık kırmızı tuğlalarla çok zarif desenler oluşturulmuş, göreni dönüp dönüp tekrar baktıracak güzellikte bir minaresi var. Şerefede çıkıntı yok ve şerefenin hemen altında çepeçevre aynı malzeme ve renkte zarif bir ayet yazısı görülüyor. Şerefeye çıkanın kolayca görüleceği dikey ince kolonların üzerinde Özbekistan’a özel olduğunu düşündüğüm yine zarif dilimli kubbe şeklinde âlemi var minarenin.
Timur yerleşkesinde önce sol tarafa yöneliyoruz. Orada orta yükseklikte bir türbe var. Burası Timur’un hocalarının kabirleri imiş. Önceden şu saatte şurada olacağız diye sıkı tembihte bulunulduğu için buraya ayrılan süre toplam 30 dakika. Dolayısıyla gruptan kopmamak adına her yeri şöyle bir göz ucuyla görüp, hızlı adımlarla diğer bir alana yürüyoruz. Sonra ulaştığımız Timur’un kabrine iki yüksek klasik çinilerle bezeli taç kapılarda giriliyor. İlk taç kapıdan sonra giriş için bilet satış yerinde uzun kuyruk var. Bilet alsak mı, zaman çok dar ikilemi içinde bocalıyoruz. Bir kısmımız resim çekmek, çektirmek ile meşgul. Bilet alamıyor, ikinci taç kapıdan, geniş avluyu ve karşıdaki mezar alanını selamlıyor, duamızı okuyor ve yürüyerek otobüslerin yanına yürüyoruz. Bu arada akademisyen bir grup, biletsiz avluya kısa süreli girip çıkalım, biz binlerce km.den geldik, vaktimiz de çok az demelerine rağmen, müsamaha göstermeyen “ve “çıkın çıkın” diye seslenen bilet denetim görevlisine, özellikle Azerbaycanlı bir grup arkadaş, bu davranışından dolayı tepki gösteriyorlar. Haklıydılar. Ama ikinci taç kapının önünden resim çekiyor, ön kapının önünde de grup resmi çekiliyor, söylenen yere doğru grup halinde yürüyoruz. Birkaç arkadaş, buraya kadar gelinir de Buhara görülmez mi deyip, tren için gruptan ayrılıyorlar. Böyle kalabalık gruplarda grupları bir arada tutmak da mesele. Konu konuyu açıyor. Bir arkadaşımız, eski ortak dost Mahmut beyin, “Laiklik asıl dindarlara lazım” dediğini hatırlıyor. Ona da selam olsun. Hasta olduğunu biliyoruz. Buradan dualarımız onun için de.
REGİSTAN / ÜÇ MUHTEŞEM MEDRESE
Uzak olmayan bir mesafede Registan adı verilen bir bölgede üç tane birbirine yakın muhteşem medrese binaları var. Registan bölgesindeki Orta Asya Türk mimarlığının nadir örneklerini görüyoruz. XV. asırda ilki Emir Timur'un torunu Uluğ Bey tarafından kurulan (1417-1421), üzeri renkli karolarla bezenmiş büyük kapılara sahip üç ayrı medresenin bir arada bulunduğu, Semerkant'ın merkezindeki bir meydan Registan. Şimdi müze olarak kullanılıyor. Daha önce burada medreseler yokken, “kumlu alan” (10-14.yy) anlamındaki Farsça bir kelime registan. O zamanlar burası halk pazarı ve duyurular için kullanılırmış. Timur’un Semerkant’ı başşehir yapması ile şehrin ve meydanın önemi artmış. Sonra da aynı ad devam etmiş. İlk yapılan Uluğ Bey medresesi ve yanında Uluğ Bey rasathanesi mevcut. Diğer iki medrese ise Aslanlı (Farsça Şir Dor) ve Altın Kaplamalı (Farsça Tilla Kari) Medreseleri 17.yy eserleri. Yerleşkede küçük bir Eğitim müzesi (Orada buna Maarif deniyor) de yer alıyor. Bizim de bildiğimiz ama az kullandığımız bir sözcük. 15.00’de şurada buluşulacak deyip serbest saat ilan ediliyor gruptan sorumlu Özbek arkadaş tarafından. Etrafta güzel, yöreye özel büyük mantı yapan bir lokantaya giriyoruz. O iri mantıyı -Türkiye’de hep küçük olur- ilk kez 1993’de Kırım’da misafir olduğumuz bir evde görmüş, yemiştik. Hesabı aynı masada oturduğumuz Dekan hanım ödedi, bize ödetmedi. Bu ancak bizim kültür coğrafyamızda olabilecek bir cömertlik. Alman kültüründe evli eşler (karı koca) bile, birbirine evdeki şahsi eşyaları para ile sattıklarını anlatmıştı bir ağabeyimiz vaktiyle.
Hareket saatinin 15.00 yerine 16.00’ya alındığı bilgisi geldi. Etraftaki işyerlerinde birkaç küçük hediyelik aldık. Bilgi şöleninin (sempozyum) Özbekistan ayağındaki başkanı Prof. Dr. Marufjon Yuldashev (Marufcan Yoldaşev) “buraya kadar gelmişken Bibi Hatunu[4] ziyaret etmemek olmaz” dedi. Birkaç yüz metre ötede imiş Timur’un eşinin anıt mezarı. Oraya doğru hızlı adımlarla gidiyoruz. Muhteşem, anıt tarzı yapılar. Sanat ve mimari şaheseri. Türkiye’de Selimiye, Süleymaniye gibi anıt mimari örnekleri var. Ama Anıtkabir dışında şair, büyük sanat ve fikir adamları, devlet adamları için insanları kendine, bölgeye çekecek kadar ebat, zevk, estetik ve kimliği olan abide eserler yok denecek kadar az maalesef. Varsa da çok mütevazı. O nedenle çok meraklılar dışındaki halkın, insanların dikkatini çekmiyorlar.
ÇANTA
Aracımızın kalkış saatine yakın Registan bölgesindeki otoparktayız. Bekleme alanındaki büfeden birer kahve aldık. Ellerimiz aldığımız hediyelikler nedeniyle kalabalık. Azerbaycanlı Nazım Muradov bey var yanımızda. Büfeci ile alışveriş yapmış, konuşmuşları, sohbetleri olmuş. Birbirine ısınmışlar adeta. Bir anda “herkes arabaya” diye seslenilince hızla araçtaki yerimizi alıyoruz. Geciken bir iki kişi için araç, çalışır halde oyalanıyor. Tam kalkmak üzereyiz. Ellili yaşlardaki büfeci elinde bir çanta ile aracımızı ön kapısını tıklatıyor. Orada en son bulunanlar Nazım bey ve arkadaşları deyip, çantayı kaptığı gibi bizim araca yönelmiş. Nazım bey sağ önde, biz de hemen arkasındayız. Ona; bu sizin mi soruyor. Biz de elimizdeki bir not ile ilgili haldeyiz. Nazım bey bize döndü, hocam bu çanta sizin mi diye sorunca, başıma önce sıcak su, arkasından soğuk su döküldü sanki. Anlık gerilim ve rahatlama hali. Çanta benim. Hay Allah. Kahve içerken ellimizin kalabalıklığı ile büfenin kenarına koyduğum çanta. İyi ki araç hareket etmemiş. İçinde pasaport, para ve diğer özel eşyalar var. İnsanımızın orada da mayası sağlam. Haramdan uzak durup, hakka koşuyorlar, yaşadığımız örneklerdeki gibi. Teşekkür ettik. Ayrılırken camın önünde bize el salladı. Dua ettik, şükrettik. Ondan sonra da çantanın uzun askısını boyun ve koltuk altından geçirerek daha sağlam bir tedbir oluşturduk.
İnsanın gün içindeki mutluluk ve huzur çizgisi düz yatay değil. Ortalama huzur; çalışma, yetkinlik, farkındalık, bilgi ve sağlıklı olma ile mi oluyor diye kendime soruyorum. Evet, ama diyor aklım. İnsanın derdi de olmalı. Derdi olmayanın sorumluluk duygusu, belki de vicdanı yoktur demesek de, soğumuştur diyebiliriz, diye ekliyor beynim. Aksi halde mutluluk sandığımız heva ve heveslerle ömrü geçiririz. Hasıla, bilanço önemli. Evrenin sahibinden neyi, neden, hangi yüzle, bu dünyada bile bize yetmeyen mutluluğun devamını öte âlemde de isteyeceğiz. Daha önce de yer vermiştim, Nurettin Topçu’ya ait olduğunu okuduğum şu sözü: “Vicdan, Allah’ın içimizdeki sesidir.”

ULUĞ BEYE DOĞRU
16.05 gibi otobüsümüz hareket etti. Caddelerden geçtik, şehrin kenarında bir yerde aracımız durdu. Uluğ bey rasathanesine gidileceğini biliyorum. Araçtan inenler oldu. Yan taraftaki küçük birkaç binanın önünde 8-10 kadar “patir” satan satıcılar görüyoruz. Patirlerin iki tanesi görünür halde, diğerleri ise kalın bir örtünün altında, muhtemelen taze kalsın diye öyle yapıyorlar. Patir; tandırda pişirilen üzeri genellikle susamlı, çörek otlu veya damgalı, hamuru maya ile kabartılmış yuvarlak, orta kısmı çökük, dışı gevrek, içi elastik bir tandır ekmeği çeşidi. Türkiye’deki “pide ekmeği”ne benzer fakat daha sert, daha ince ve daha hoş kokulu (aromatik) olur. Birkaç arkadaş patirlerden satın alıyor. Taze ve lezzetli. Biz eşimle yerimizde oturuyoruz. Ama araçtaki insan sayısı azaldı. Nerde bu millet derken, birkaç kişinin ağaçların arkasındaki geniş merdivenlerden yukarı doğru yürüdüklerini fark ediyoruz. Yoğun ağaçlar nedeniyle ileride ne olduğu görülmüyor. Bizim için, bir yanlışlığın olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Eşimde kalkıp biz de aynı yöne yürümeye başlayınca, 40-50 merdiven sonrasında karşımıza arka zemini oluşturan mavi boyalı bir duvarın önündeki Uluğ beyin devasa heykelini görüyoruz. Bu düz alandan yukarı doğru devam eden merdivenlerden inen ve çıkanlar var. Dikkat ettiğimizde orada bir bina var. Oraya kadar çıkıyoruz. Etraf kalabalık. Giriş için bilet almak isteyenler küçük bir büfenin önünde sırada. Sıra yoğun değil. Giriş kişi başına 75000 som. 2025 ortası itibarıyla yaklaşık piyasa oranını 1 TL ≈ 370–400 Özbek Somu (UZS) kabul edersek, 190-200 TL. Girdik. Sol tarafta iki gezgin grubu rehberleri ile geziyorlar. Daha sakin olan sağ taraftaki gerçek rasathane bölümüne yöneliyoruz. Bu bölüm camekânlı bir bölme arkasından görülüyor. Sonra girişin sol tarafındaki müze bölümüne geçiyoruz. Resimler, o zamanın rasat (gözlem) vasıtalarının minyatürleri, modelleri sergileniyor. Eşyaları yol arkadaşlarımızı bekletmemek için biraz hızlı inceliyoruz. Konuyu dönüşte okuyayım deyip ayrılıyoruz. Sonra da bir miktar okuyorum.
ULUĞ BEY KİMDİR? SEMERKANT RASATHANESİ
Uluğ bey Timur’un torunu ve çok ünlü bir bilim insanı. Semerkant’ta yetişmiş. 1409’dan sonra Maveraünnehir’in[5] hükümdarı; aynı zamanda dünya çapında astronom, matematikçi ve bilim hamisidir. Dünyanın en gelişmiş rasathanelerinden birini kurmuş (1428–1429) Semerkant Rasathanesi o çağın en büyük gözlem merkezi. 40 metre çapında dev bir sekstant[6] kullanılmış. Gözlemler modern teleskoplardan önceki en doğru ölçümler arasındadır. “Zîc-i Uluğ Bey”i hazırlamış. Bu bir yıldız kataloğu ve astronomik tablolar kitabıdır. 1018 yıldızın konumunu ölçmüş. Matematik ve astronomi tarihinde bir dönüm noktası onun dönemi. Matematik’e katkıları çok büyük. Trigonometriyi geliştirmiş. Bir derecelik açının sinüsünü çok yüksek doğrulukla hesaplamış. Bu başarı o dönem için olağanüstü kabul edilir. Hem hükümdar hem bilim insanı olarak Orta Asya Rönesansı’nın simgesidir. Bilimsel verileri, Avrupa’da Kopernik dönemine kadar referans olarak kullanılmış. Semerkant’ı 15. yüzyılda bilimin merkezi hâline getirmiş. Haklı olarak Özbekistan Devlet Başkanı Şevket Mirziyoyev’in (Özbek Türkçesi ile: Shavkat Mirziyoyev) konuşmalarında ülkesine hedef olarak gösterdiği 3.Rönesans vurgusu gerçeğe dayanıyor. Ancak bunun gerçekleşmesinin yolu bilim insanlarını desteklemek, değer vermek, bilim için paranın, hazinenin ağzını açıp, başarı için vasat oluşturmayı gerektirir. İnşallah diyoruz biz de. Bu büyük bilim adamı, bilim adamlarının bilimin hamisi, devlet başkanı Büyük Uluğ bey ne yazık ki, siyasi çekişmeler ve aile içi taht mücadeleleri sonucu kendi oğlu Abdüllatif tarafından 1449’da öldürülmüş. Büyük adamların kaderlerinde böyle dramatik akıbetlere, erken ölümlere sıkça rastlanıyor.
TANDIR SAMSA NEDİR?
Bir süre yol aldıktan sonra gün batmış, etraf hafif kararmıştı ki aracımız sağda bir yol lokantası üzerinde durdu.(18.35) Rektör bey daha önce inmiş, kapıda gelenleri tek tek karşılıyor ve hoş geldiniz diyor. Ne güzel bir tavır. Büyük U şeklinde yemek masaları hazırlanmış, uygun bir yere oturuyoruz. Masada salatalar, içecekler, servis hazır. İlk olarak kemik suyu çorba geliyor. Söylendiğine göre 24 saat ocakta kaynatılarak hazırlanırmış. Nefis. Sonra daha önce bilgi verdiğim samsa geliyor ama bunun adı Tandır Samsa. Çünkü tandırda hazırlanmış. Merak ediyor tandırların içine bakıyoruz. Başlangıçta girerken gördüklerimi ekmek benzeri bir şeylerin piştiğini düşünmüştüm. Silindirik tandır fırınının duvarlarına yapıştırılıyor. İçi et ve soğan dolu özel yuvarlak sayılabilecek bir yemek. Düz tarafını tabağa oturtup üst tarafından ustaca yuvarlak bir ağız açarsanız, içindekileri kaşık veya çatalla yemek mümkün oluyor. Tabak misali ama tabağı da yeniyor. Akşam yemeğinin rektörlük ikramı olduğunu biliyoruz. Yanımdaki Özbek arkadaşlarla konuşuyoruz; çay nereden geliyor soruma, Gürcistan, Türkiye ve Çin olarak cevap veriyorlar. Keza etleri terbiye etmeden, yani baharat kullanmadan sade olarak yeriz diyorlar. Neden soruma cevapları, “lezzeti değişmesin, doğal kalsın diye” oluyor. Lokantalar bölgesine “Osh Markazı”, yani “Aş Merkezi” deniyor. Dönüş için yola çıkarken iki levha görüyoruz bölgede.
Yo‘lingiz ochiq bo‘lsin / Yolunuz açık olsun.
Tezlikni oshmang / Hız sınırını aşmayın
Gece yarısı olmadan otelimizdeyiz. Yarın boş ama değerlendireceğiz.
Selam ve saygılarımla. (17.11.2025, Manisa)
(Devam edecek. Bir bölüm kaldı.)
[1] Samsa nedir? Taş fırında pişirilen, hamuru kalınca, bazen yağlı veya milföy tarzı kat kat, genellikle kıyma, kuzu eti, soğan, kabak veya patatesle doldurulan, üçgen, kare veya yuvarlak şekilli bir hamur işi / börek çeşididir. Türkiye’deki Samsun pidesi, börek veya poğaçaya benzer ama hamuru daha sert ve içi daha yoğun etlidir.
[2] Bu halk adları 10–15. yüzyıllar arasında etnik/siyasi ad olarak belirginleşir. Kazak, 15. yüzyılda; Özbek, 15. yüzyılda Şeybânî Han ile; Kırgız, 10–12. yy’dan itibaren, devletleşme 20. yüzyıl; Türkmen adı 10. yy’da ortaya çıkar, devletleşme 11–14. yy. da olur. Türkistan adı Türklerin yurdu anlamındadır ve Karahanlılar ve Selçuklular döneminde yaygınlaşmıştır. “Orta Asya” (Central Asia) terimi ise 19. yüzyılda Rus coğrafyacıları tarafından sistematik şekilde kullanılmaya başlanmış. Özbekistan ve Türkmenistan adları resmi olarak ilk kez 1924’de, Kazakistan ve Kırgızistan adları 1936’da Sovyet Cumhuriyeti sıfatları ile ortaya çıkarlar. Ondan önce bölge adı Türkistan idi. Buna Doğu Türkistan Uygur bölgesi de dâhildir. Dolayısıyla mevcut bağımsız bölge gerçekte Batı Türkistan’dır. Ama siyasi nedenlerle Çin’i kızdırmamak için resmiyette kullanılmıyor.
[3] Yaŋı natīm lifi = Yeni Latin elifbası /alfabesi. Burada: yaŋı = yeni, natīm / natim = Latin (o devrin Türkçe telaffuzuna uygunlaştırılmış şekli /o dövrün türkcə tələffüzünə uyğunlaşdırılmış forması). lifi = əlifba (alfabe) Bu, 1920–30’lu yıllarda bütün Sovyet Türkleri için yaratılan “Ortak Latin Elifbası”nın (Yanalif) tam adıdır.
[4] Bibi Hatun, Orta Asya tasavvuf geleneğinde genellikle veli sayılan kadınlara verilen bir addır. Bibi = hanım, saygıdeğer kadın, Hatun = soylu kadın. Semerkand’daki ünlü Bibi-Hanum Camii, Timur’un emriyle eşi Saray Mülk Hanım adına yaptırılmıştır. Bu yüzden halk arasında “Bibi Hatun” veya “Bibi hanım/Bibi Xonim” adı, Saray Mülk Hanım ile özdeşleşmiştir. Semerkand’da birçok kültürel ve hayır kurumu onun adına yapılmıştır.
[5] Mâverâünnehir adı hangi zamanlarda kullanıldı? Emevî–Abbâsî dönemi (8– 10. yüzyıl) Arapların bölgeyi fethetmesinden sonra kullanılmaya başlandı. En erken yaygın kullanım 8. yüzyıl ortası. Mâverâünnehir adı Arapça ve “nehir ötesindeki yer” anlamında. Nehir; Ceyhun / Amu Derya. Yani Ceyhun’un kuzeyindeki bölge. Buhara – Semerkand – Taşkent – Hive – Fergana havzası. Yani bugünkü Özbekistan coğrafyası. Orta Asya’nın en önemli tarihî coğrafya adlarından biridir ve yaklaşık 1300 yıl boyunca kullanılmış. Türkistan adı 19.yy.dan itibaren kullanılmaya başlandı. Ancak Sovyetler döneminde yasaklanmış.
[6] Sekstant, denizcilikte kullanılan bir açı ölçme aletidir. Güneş, Ay, yıldız veya ufuk çizgisi arasındaki açıyı derece olarak ölçerek geminin enlemini bulmaya yarar. GPS öncesi dönemde denizcilerin yön bulmasında temel cihazdı. Aletin aynaları sayesinde gök cismi “aşağıya indiriliyor”. Ufuk çizgisiyle gök cismi arasındaki açı (altitude) okunuyor. Daha sonra bu açı denizcilik tablolarına (almanak) işlenerek konum hesaplanıyor. Özetle; Sekstant, denizde yön belirlemek için gök cisimlerinin yüksekliğini ölçen cihaz.
(08.10.2025, Taşkent)

Dün sabahtan “gece 04.00’de hazır olun” diye duyuru yapılmıştı. En geç 04.15 dendi. 21.00 gibi yattık. Saati sabah 03.00 için kurmuştuk. 03.30’da lobiye indik. Bizden önce dört arkadaş aşağı inmişler. İki otobüs gelecekmiş. Kapının dışı serin, 12C derece. Biraz lobide oturuyoruz. Araçlar 04.30’da geldi. 05.15’de tekerler dönüyor. Şükür. Hemen kemerlerimizi taktık. Uyarım üzerine etraftaki arkadaşlar da kemerlerini taktılar. Türkiye’de de büyük şirketlerin her mola sonrasında” kemerleriniz takın“ diye birkaç kez uyarı yaptıklarını son zamanlardaki seyahatlerimde gördüm. Çoğu insanımız da buna uyuyor. Seyahat şirketleri bir kaza anında çok ağır maddi tazminatlarla karşılaştıkları için buna daha çok dikkat eder oldular diyor, hukukçu oğlum. Mesela alkollü araç kullanılması halinde oluşacak kazalara sigorta şirketleri ödeme yapmaz. Keza; yolcu kemer takmamış ve bu da yaralanmayı artırmışsa, sigorta şirketi "kusur indirimi" uygular. Yargıtay kararlarına göre genellikle bu indirim oranı %20 ile %50 arasında değişiyor diye de ekliyor.
Yolculuğun 4-5 saat süreceğini öğreniyoruz. Taşkent’ten Semerkant’a giden yol güney batı istikametinde. Buhara ise tam batıda yer alıyormuş. Taşkent içinde yollar geniş, dört şerit gidiş, dört şerit dönüş. Binalar yoldan 5-10-20 metre uzaklıkta. Arada paralel bir yan yol var. Ay dolunay halinde, sanki bizi sürekli takip ediyor. 06.10, etraf aydınlanmaya başladı. 06.22 gibi güneş henüz doğuyor. Yol iki gidiş, iki gelişli bölünmüş yola döndü. Sırderya (Seyhun) nehrinin üzerindeki uzun köprüden geçiyoruz. Nehir büyük ve suyu bol. Bölgenin can suyu, geniş ovaları suluyor, hayat veriyor.
SEYHUN –CEYHUN / SEYHAN –CEYHAN NEHİRLERİ
Adana Çukurova’daki Seyhan ve Ceyhan nehirleri adları bu coğrafyadan gelen atalarımızca konmuş, Seyhun ve Ceyhun nehirlerine çok benzettikleri için. Gerçekten de Seyhan–Ceyhan ile Seyhun–Ceyhun (Türkistan /Orta Asya’daki iki büyük ırmak) arasında hem isim olarak hem de kültürel bir bağlantı vardır. Ancak bu doğrudan coğrafi değil; dini, kültürel ve tarihsel aktarım yoluyla oluşmuş. Sırderya (Seyhun, antik Jaxartes) Kazakistan – Özbekistan sınırları içindedir. Amuderya (Ceyhun, Antik Oxus) Tacikistan – Özbekistan – Türkmenistan – Afganistan sınırları içinde yer alır. Bu iki nehir, Orta Asya’nın en büyük iki ırmağı olup, tarih boyunca Türkistan ile İran kültür dünyasını birbirinden ayıran doğal sınır olmuş. İslam dünyasında, bu iki nehir hadislerde de yer alır ve İslam coğrafyasında çok önemlidir. Hadislerde geçen cennet nehirleri arasında “Seyhan, Ceyhan, Fırat, Nil” sayılır. (Müslim, İman, 283) İslam coğrafyacıları özellikle 8.–10. yüzyıllarda Hz. Peygamber’den rivayet edilen cennet nehirleriyle gerçekte var olan büyük ırmakları özdeşleştirmeye başladılar. Seyhun ve Ceyhun kelimeleri de Arapça. Seyhun, akan; Ceyhun, taşkın, coşkun akan anlamlarında.
YOLA DEVAM / SIRDERYA
Arazi dümdüz. Uzak ufuklar puslu, kuşlar beslenme alanlarına doğru uçuyorlar. Günün erken, ilk saatleri çünkü. Sırderya (büyük nehir anlamında) adlı bir yerleşim yerinden geçiyoruz. Ulaşım ve tarım bölgesi. Sırderya adı hem vilayet, hem 45-50 bin nüfuslu bir şehir hem de nehir adı. Muhtemelen şehrin dışından veya kenarından geçtiğimiz için gördüğümüz evler bahçeli tek katlı. Yol eski genişliğinde değil. Ama yol yapım çalışmalarını birçok yerde görüyoruz. SSCB zamanında bölgede pamuk ekimi zorunlu hale getirilmiş, ama endüstrisi değil. Etrafta Türkiye’den iyi tanıdığımız saksağan ve serçe kuşları pek çok. Çocukken ninem serçelere “köy kuşu” derdi. Yol boyunda bahçeli, avlulu evler ve sıkça sıralı ağaçlar görüyoruz. Yol beton bariyerlerle ikiye bölünmüş. Asfalt kalitesi yer yer kötü, yer yer iyi. Bunu aracın sarsıntısı ve çıkardığı seslerden de anlıyoruz. Yolda İslamabad levhası görüyoruz. Burada ilçeye “tuman” deniyor. Rusça’dan kalma “rayon” kelimesi de aynı anlamda kullanılıyor. Göktürk Türkçesinde “tümen” bin demektir diyor eşim. Bizde askeri terim olarak kullanılıyor halen. Sol taraf ufkumuzda güneş kızıl-sarı renkte, düz arazi üzerinde yükseliyor. Uzaktaki pusun üzerine çıkınca parlaklığı ve kamaştırıcılığı artıyor. Semerkant’ a 207 km kaldı. (06.42) Semerkant tarihi İpekyolu üzerinde çok önemli şehirlerden biri. Bugün bile bu önemi devam ediyor. Ufuklarda hiç dağ yok, arazi dümdüz. Karayoluna paralel bir demiryolunu fark ediyoruz. Bir su deposunun üzerinde “suv” yazısı görüyoruz. Eşim dilci. O, bazı mahalli ağızlarda bu kelime “suy” olarak yaşıyor bizde diyor. Kelimenin tarihi gelişimini elimdeki not defterine yazıveriyor. Köktürkçede “sub” ˃suv˃suy˃su olmuş, diyor notunda. Yani son harf b˃v˃y olmuş.
SAĞLAMAK AMA NASIL
Yolda epeyce kamyon ve TIR var. Yolun ağır vasıtalara tahsisli en sağ dış şeriti ağır vasıtalarca bozulunca burada “sollamak” kavramı “sağlamak” olmuş sanki. Çünkü küçük veya büyük birçok araç sol şeridi arkadan gelecekler için hiç boşaltmıyor. Dolayısıyla öne geçmek isteyen daha hızlı araç ve sürücüler hızla en sağ şeritten geçiveriyor. Bu da kanıksanmış bir durum burada. Yol boyundaki arazilerde üzeri açık büyük veya küçük sulama kanalları görüyoruz. Yol üstünde çok sayıda nar satan satıcı görüyoruz. Yine yol üzerindeki bir lokantanın tabelasında “Özbek Milli Taomlar” yazılı. Ayrıca “Patir, Yağlı Patir (sütlü pide) yazıları da. Bir okul arkadaşımın soyadı “Patır” idi. Anlamını şimdi öğreniyorum. Taom, bizde seyrek de olsa “taam” şeklinde kullanılıyor. Yemek demek. Birkaç örnek Özbek Türkçesi;
Bugun taom juda mazali edi.
Bugün yemek çok lezzetliydi.
Onam milliy taom tayyorladi.
Annem milli yemek hazırladı.
Restoranda taomnoma so‘radim.
Restoranda menü (yemekname ?) istedim.
Bu taom Ozbekiston milliy taomidir.
Bu yemek Özbekistan’ın milli yemeğidir.
Bunlar Özbek dilindeki okunuşları. Türkiye Türkçesinde cümleyi anlarken “a”ların “e”; “o”ların “a” olarak anlamak gerekiyor. “Onam” kelimesi “onam” okunuyor, yani bizdeki “anam” kelimesi. Yemek listesi “menü” anlamındaki “Taomnoma”yı “taamname” olarak da anlayabiliriz.
ÇEVREDE GÖRDÜKLERİMİZ
Asfalt kötüleşti. Etrafta bağlar, leylek yuvaları görüyoruz. Leylekler daha göç etmemişler. Tarihin 8 Ekim olduğunu hatırlatayım. Büyük baş hayvan sürüleri, pamuk tarlaları aralarında yayılıyorlar. Dikkatimizi çekti; bizim salma sulama dediğimiz, kimilerinin toprağı bozduğunu ifade ettikleri “vahşi sulama” epeyce fazla. Küçük, orta ve büyük üstü açık su kanallarını sıkça görüyoruz. Su pek bolmuş gibi davranılıyor; görünen o. Çatlayan kırılan kanallarda akan sular yer yer büyük birikintiler oluşturmuş. Sırderya’nın suları daha iyi kullanılmalı, kapalı sistem kanallar ve borulara, damla sulamaya geçilmeli diyor beynim. Semerkant’a 162 km var, levhada. (07.21) Kahvaltı yapmadan çıktığımız için 07.30 gibi bir yerde Sırderya’ya bağlı Akalın tumanında /rayonunda (kasaba) mola veriliyor. Bir dükkândan 2 kabaklı samsa[1] ve 2 çay alıyoruz eşimle; 15000 som (53 TL). İşletme temiz, sade; samsalar lezzetli, çay ise taze idi. Diğer arkadaşlar da bir şeyler alıyorlar veya verilen kumanya kahvaltıdan bir şeyler atıştırıyorlar. Esas kahvaltı yeri daha sonra imiş. Bu mola biraz ihtiyaç için denilebilir. Yan yana 10 kadar aracın aynı anla dolum yapabileceği metan gazı dolum tesisi biraz ilerimizde. İlk anda burayı bir elektrikli araç dolum durağı sanıyorum. Ancak tarımla uğraşan insanların arazi için tercih ettikleri eski model araçların varlığı ile buranın elektrik değil, çok ucuz olan metan gazı dolum tesisi olduğunu öğreniyoruz. Bu arada yanda dışı temiz ve yeni bir tuvalet binası var. Üzerinde “Hojatxona” yazılı. Özbek Türkçesinde okunuşu “Hocathona” olarak okunuyor. Bizde az kullanılan hacethane kelimesi. Yola devam ediyoruz. Taşkent’ten ayrılalı 156 km olmuş. Cizzah vilayeti (Jızzah Viloyatı / okunuşu Cızzah Viloyatı) sınır tabelasını okuyoruz.
OQSAROY’DA KAHVALTI MOLASI / ORTAK YAZI DİLİ
Bir saatten biraz fazla bir süre sonra Oqsaroy yazılı, Oksaroy şeklinde okunan bir ikmal yerine giriyoruz. Bizdeki Aksaray. Bunlara şaşırmamak da gerek. Şiveler bizde de yazı dili olsaydı ilginç yazılarla karşılaşırdık. Şiveler yazı dili olsaydı –ki buralarda olmuş- hem akraba hem de ayrı diller gibi görünebilir, kalıcı da olabilir. Ancak gelişen teknolojiler sayesinde ortak izlenen TV kanalları ve diziler, Yunusemre Enstitüleri gibi Türkçe dil merkezleri, öğrenci mübadeleleri, ortak üniversiteler, karşılıklı şirket ve iş yeri açmalar, ziyaret ve seyahatlerin artması ile dilde buluşma ve anlaşma kolaylaşıyor ve artıyor. TV dizilerinin etkileri konusunu daha önce bir yazımda kısa olarak bahsettiğimi hatırlıyorum. Burada tekrarlamakta bir mahzur görüyorum. Türkistan coğrafyasının[2] en ücra köşelerinde bile izlenen bu kanallar ve diziler sayesinde Türkiye Türkçesi neredeyse ortak iletişim dili olma yolunda hızla ilerliyor. Türkiye, TV dizileri ihracında dünya genelinde 2. sıradadır. Birinci sırada uzun yıllardır ABD bulunur. İkinci sırada ise Türkiye, özellikle 2010’lardan itibaren Ortadoğu, Balkanlar, Latin Amerika ve son yıllarda Güney Asya’da büyük bir pazar payına sahip olmuş durumda. Türk dizileri 150’den fazla ülkeye satılmakta ve yıllık ihracat geliri 600 milyon doların üzerine çıkmaktadır (bazı kaynaklara göre 750–800 milyon dolar bandı). En çok ihraç edilen diziler arasında Muhteşem Yüzyıl, Diriliş Ertuğrul, Ezel, Kara Para Aşk, Kara Sevda, Çukur, Sen Çal Kapımı gibi yapımlar bulunuyormuş. Bir de Türkiye kanallarına Türk uyduları sayesinde dünyanın pek çok yerine doğrudan, kısmen de genelağ üzerinden ulaşılabilmesi bu inanılmaz sonuçları getiriyor. Bütün bunlara ilave olarak seyahat ve turizm gelirlerinin, ticari bilinirliğin artması ek imkân ve fırsatlar sunuyor. Doğal olarak yakın uzak çevremizde bütün bunlar sevgi ve ilgiyi artırdığı gibi, rekabet, kıskançlık ve hatta husumeti de artırıcı etki yapabiliyor. Dünya bu…
AZERBAYCAN HARF İNKILABI
Türkiye Türkçesinde 29 harf varken, bölge ülkelerinin ses ihtiyacına göre ilave harflerle 34 harfe çıkmış ortak Latin alfabesi. Olsun, Kiril alfabesine göre çok daha kolay. Türkiye Türkçesinde kelimeyi anlamak için “o”ların “a” olduğunu hatırlamak, bilmek gerekiyor. Osmanlı döneminin son zamanlarında da alfabe ile ilgili bazı arayışlar olmuş. Ancak Arap Alfabesinden Latin alfabesine ilk geçiş Azerbaycan’da oluyor. 1929 yılında Sovyetler Birliği’nin genel politikası doğrultusunda Yeni Türk Alfabesi (Yanalif) adıyla Latin kökenli alfabe resmî olarak kabul edildi. Yanalif kelimesini yeni-elif ? olabilir diye tahmin ettim ama yapay zeka biraz dolambaçlı anlattı. Dilci eşime sordum; yeni-elif doğru diyor. Yapay zekâ “yanalif” ne demek diye soruma Azerbaycan Türkçesi ile aynen şu cevabı vermişti. Bakalım anlaşılacak mı?
Yenidən yaradılmış latın əlifbası” deməkdir. “Yangı natim lifi” → Yanalif[3]. Bu termin tarixdə 1920–1930’cu illərdə Sovet Türkləri üçün hazırlanmış vahid Latın əsaslı əlifbanı ifadə edir. O dövrdə Tatar, Başqırd, Qazax, Qırğız, Azərbaycan və digər Türkdillilər üçün ortaq bir Latın əlifbası tətbiq olunmuşdu.
Yanalif; Yeni Latin Elifbası (alfabesi) demektir. Yapay zekâ metninin aslında, Sovet (Sovyet) kelimesi dışında yer alan bütün özel isimlerin ilk harfleri küçük yazılmıştı. Ben tashih ettim. Osmanlı Türkçesinde böyle büyük harf, küçük harf hassasiyeti yoktu. Daha önce Arap alfabesi kullanan Çarlık Rusya’sı dönemi Türk bölgelerinde de bu özellik aynı idi. Söz ettiğim konuda, “acaba o eski dönemin devamı mı” diye düşünürken, eşim “hayır” diyor. Şimdi onlar da özel isimlerde, noktadan sonra cümle başlarında büyük harf kullanılıyor diye beni bilgilendiriyor.
BİZDEN ÖNCE
Görüldüğü gibi Latin alfabesi sadece Azerbaycan’da değil, bütün Türk bölgelerinde de resmi olarak, özellikle 1929–1939 arasında yaygın kullanılmış. Ancak hazırlık ve geçiş 1920'lerde başlıyor. Biz ise 3 Kasım 1928. Bugün alfabeye Azerbaycan’da “Elifba / Əlifba”, Özbekistan’da “Alifbo”, Kırgızistan’da Alippe; Türkmenistan’da Elipbi / Elipbe deniyor. 1939’da Stalin döneminde tüm Türk halkları için ortak bir politika yürütülerek Kiril alfabesine geçiş zorunlu kılındı. Azerbaycan’da Kiril yazısı 1939’dan 1991’e kadar kullanıldı. Bağımsızlığın ardından Azerbaycan, 1991’de yeniden Latin alfabesine geçme kararı aldı. 1992’de bugünkü modern Azerbaycan Latin alfabesi resmî olarak kullanılmaya başlandı. Şimdi ise (2025) bütün Türk devletlerinde Latin alfabesine geçiş Kazakistan dışında –o da hazırlık yapıyor- tamamlanmış durumda.

MERAK BU YA, YAPAY ZEKÂYA SORUYORUM.
RUSYA'DA ALFABE NASILDI?
Çarlık Rusya’sında hangi alfabe kullanılıyordu? Cevap beni şaşırtıyor. Bilmiyordum doğrusu. Çarlık Rusyası döneminde (1547–1917) kullanılan alfabeler toplumlara göre farklıydı. Tek bir alfabe yoktu, ancak ana hat şöyleydi: Ruslar için, Kiril Alfabesi. Çarlık Rusya’sının resmi yazı sistemi Kiril alfabesiydi (Rus Kiril’i). 18. yüzyılda Petro reformlarından sonra modern hâline kavuştu. Devlet, kilise, eğitim, ordu ve resmi belgeler Kiril ile yazılırdı. Müslüman Türk halkları için: Arap Alfabesi. Çarlık döneminde imparatorluk içindeki Türk halkları; Tatar, Başkurt, Kazak, Kırgız, Karakalpak, Özbek, Azerbaycanlı (Kafkasya’daki Müslümanlar) çoğunlukla Arap yazısı kullanıyordu. Eğitimde, medreselerde, dinî metinlerde; yerel yazışmalarda, edebi eserlerde Arap harfli Türk yazısı kullanıldı. Ortodoks veya diğer Hristiyan Türk toplulukları, bazı küçük Türk toplulukları (Çuvaş gibi) Kiril’in farklı varyantlarını kullanıyordu. Kafkasya halkları dil grubunda ise, Gürcüler Gürcü alfabesi, Ermeniler Ermeni alfabesi kullanırdı, diyor.
YA OSMANLIDA
Çok ilginç demekten kendimi alamıyorum. Aynen Osmanlı devletindeki din esaslı millet tanımı ve bunlara da din esaslı alfabe ve farklı hukuk ayrıcalıkları gibi. Osmanlıda da resmi kayıtlar ve yazışmalar hep Osmanlı Türkçesi ile idi. Türkçe bilmeyen devlet memuru olamazdı. Yine Türkçe olmayan resmi bir dilekçe işleme konulmazdı. O yüzden bütün Osmanlı coğrafyasındaki halklarına dair devlet işlerinin elimizdeki arşivleri hep Türkçedir. Sadece kilise ve sinagog kayıtları kendi dillerinde tutuluyordu. Cemaatler iç işlerinde kendi dillerinde kayıt tutar, fakat devlete bildirdikleri resmî raporları Osmanlı Türkçesiyle yazmak zorundaydı.
Türklerin ilk milli, kendi ürettikleri alfabe Orhun yazıtlarındaki Köktürk alfabesi idi. Buna Orhun alfabesi, Runik Türk alfabesi de deniyormuş. 38 harf civarında (varyantlara göre 38–40) Sağdan sola yazılır, sessiz harf ağırlıklı, bazı sesler için çift biçim bulunur (kalın-ince ayrımı) diyor kaynaklar. Türkler tarih boyunca çok din değiştirmişler. Her değiştirmede alfabe de değişmiş. Çünkü yeni dinin metinlerini okuyup anlamak istiyorlar. Müslüman olduktan sonra da Arap alfabesinin Türkçe ses sistemine tam uymadığı, dönemin Türk münevverleri tarafından da fark edilmiş. Zaman zaman bazı düzenlemeler yapılmış.
MOLA
09.10-09.30 arası. Yirmi dakikamız var. Kimisi verilen kumanyayı kimisi de satılanlardan ilave çay (yeşil) vs. alıyor. Mola yerinde Taşkent’teki Hoca Ahrar Veli camisi (mescidi de deniyor) avlusunda ilk kez gördüğümüz kolsuz tahtırevana benzettiğim ahşap oturma yerinden birine arkadaşlarla oturuyoruz. Buna ne ad verirdiniz diye soruyorum. Grupta bölgeden de çok sayıda akademisyen var. Aldığım cevaplarda buna Azerbaycan’da “Bahtça”, Özbekistan’da “Tapça” deniyormuş. Baht kelimesine biz daha aşinayız, hoşumuza gidiyor. Moladan hemen sonra Samarkand (Semerkant) 100 km tabelasını görüyoruz (09.36). Gerek yol boyunca gerekse yerleşim yerlerinde çok sık Coca Cola ve Pepsi tabelası dikkatimizden kaçmıyor. Amerikan kültür istilası buralarda da başlamış diyor, beynim. Bazı yakıt duraklarında Propan, Metan gibi büyük harfli levhalar görüyoruz. Bunlar gaz şirketleri ve markaları diye düşünüyorum; soramadım çünkü. 09.50 gibi düz alanların bittiği, ağaçsız tepeleri başladığı bir bölgedeyiz. Yol çift şeritli ve giderek tırmanış halinde. Yağışlar henüz başlamadığı için, arazinin nispeten düz olduğu, hasadı tamamlanmış ekin tarlaları sarı birer bozkır görünümündeler. Cengiz Aytmatov’u hatırlıyorum, rahmet istedi herhalde. Romanlarında Kazak-Kırgız bozkırlarından sıkça söz eder; bazen “sarı sıcak bozkırlar” için “sarı dala” ifadesi kullanır. 10.05 itibariyle arazi düzleşti, tekrar ağaçlar bollaştı, yolda araç sayısı arttı. Bir yerde sazan balığı resmi görüyoruz ve altında “tırık balık” yazılı. Burada sazan balığına da sazan deniyor ama yöresel olarak bu ifade de kullanılıyormuş. Yol boyunda bir süre kırmızı sarı renkte elma satan yerler görüyoruz. Yakıt satılan yerlere “akhmal” yani ikmal diyorlar. M39 yolunda devam ediyoruz.
SEMERKANT’A GİRİŞ
Şehir adını levhada okuduk. Sağ tarafta bir deveci ve deve kervanı heykelleri sanki canlı gibi. Hızlı geçtiğimiz için resim alamıyoruz. Caddeye cepheli tek katlı evlerin önündeki duvarlar yüksek fakat güzel işlemeli. Buradan avluya giriliyor. Az sonra Hızır mescidinin önündeyiz. Burası küçük bir mescit olup, mimari olarak Timurî tarzı detaylar taşıyor, mavi ve turkuaz çiniler kullanılmış. Semerkant’taki diğer tarihi yapılar kadar büyük değil ama daha çok manevi ve yerel öneme sahip bir eser. Buradan biraz ileride Özbekistan’ın ilk devlet başkanı İslam Kerimov’un kabri var. Klasik Türkistan mimarisi tarzında renk, motif ve malzemenin kullanıldığı tek katlı sade mezara varıldığında orta boyutta bir avludayız. Orada görevli bir din görevlisi /imam Bakara suresinin başlangıcından kısa bir bölüm okuyor güzel ve eğitimli sesi ile. Kılık kıyafeti de düzgün ve saygı uyandırıyor. Bizler de birer Fatiha okuyoruz. Hızır mescidi ve yanındaki Kerimov’un mezarının bulunduğu yer, küçük bir tepe üzeri. Seyir alanı gibi bir bölümden Semerkant’ın tarihi kısmına doğru bakıldığında Timur’un hanımı Bibi Hatun’un anıt mezarı büyük bir haşmetle kendini fark ettiriyor. Ama gidemeyeceğimiz söyleniyor. Ancak dönüşe yakın son dakikalarda görmek nasip oldu. Bu arada grupta bir tarihçinin olmaması, hatta bir rehberin olmamasının eksikliğini hepimiz fark ediyoruz. Gezdiğimiz yer ve yapılar hakkında açıklama, bilgi gerekli. Dolayısıyla notlarıma, bu noktalar için dönüşte kaynaklara bakar okuruz diye bir not alıyorum.
TİMUR'UN KABRİ
12.30 gibi Timur’ kabrinin de yer aldığı bir tarihi alanın içine bir caminin yanından geçerek giriyoruz. O sırada öğle ezanı okunuyordu. Ezanın makamı bölgeye özel, güzel ve ilginçti. Ancak sesin düzeyi Türkiye’deki kadar yüksek değil. Son cemaat alanının yan tarafları açık, üstü kapalı. Namaza hazırlananları görüyoruz. Caminin (mescit) arka tarafında dört adam boyu kadar olduğunu tahmin ettiğim silindirik, yukarı doğru hafif daralan, açık kırmızı tuğlalarla çok zarif desenler oluşturulmuş, göreni dönüp dönüp tekrar baktıracak güzellikte bir minaresi var. Şerefede çıkıntı yok ve şerefenin hemen altında çepeçevre aynı malzeme ve renkte zarif bir ayet yazısı görülüyor. Şerefeye çıkanın kolayca görüleceği dikey ince kolonların üzerinde Özbekistan’a özel olduğunu düşündüğüm yine zarif dilimli kubbe şeklinde âlemi var minarenin.
Timur yerleşkesinde önce sol tarafa yöneliyoruz. Orada orta yükseklikte bir türbe var. Burası Timur’un hocalarının kabirleri imiş. Önceden şu saatte şurada olacağız diye sıkı tembihte bulunulduğu için buraya ayrılan süre toplam 30 dakika. Dolayısıyla gruptan kopmamak adına her yeri şöyle bir göz ucuyla görüp, hızlı adımlarla diğer bir alana yürüyoruz. Sonra ulaştığımız Timur’un kabrine iki yüksek klasik çinilerle bezeli taç kapılarda giriliyor. İlk taç kapıdan sonra giriş için bilet satış yerinde uzun kuyruk var. Bilet alsak mı, zaman çok dar ikilemi içinde bocalıyoruz. Bir kısmımız resim çekmek, çektirmek ile meşgul. Bilet alamıyor, ikinci taç kapıdan, geniş avluyu ve karşıdaki mezar alanını selamlıyor, duamızı okuyor ve yürüyerek otobüslerin yanına yürüyoruz. Bu arada akademisyen bir grup, biletsiz avluya kısa süreli girip çıkalım, biz binlerce km.den geldik, vaktimiz de çok az demelerine rağmen, müsamaha göstermeyen “ve “çıkın çıkın” diye seslenen bilet denetim görevlisine, özellikle Azerbaycanlı bir grup arkadaş, bu davranışından dolayı tepki gösteriyorlar. Haklıydılar. Ama ikinci taç kapının önünden resim çekiyor, ön kapının önünde de grup resmi çekiliyor, söylenen yere doğru grup halinde yürüyoruz. Birkaç arkadaş, buraya kadar gelinir de Buhara görülmez mi deyip, tren için gruptan ayrılıyorlar. Böyle kalabalık gruplarda grupları bir arada tutmak da mesele. Konu konuyu açıyor. Bir arkadaşımız, eski ortak dost Mahmut beyin, “Laiklik asıl dindarlara lazım” dediğini hatırlıyor. Ona da selam olsun. Hasta olduğunu biliyoruz. Buradan dualarımız onun için de.
REGİSTAN / ÜÇ MUHTEŞEM MEDRESE
Uzak olmayan bir mesafede Registan adı verilen bir bölgede üç tane birbirine yakın muhteşem medrese binaları var. Registan bölgesindeki Orta Asya Türk mimarlığının nadir örneklerini görüyoruz. XV. asırda ilki Emir Timur'un torunu Uluğ Bey tarafından kurulan (1417-1421), üzeri renkli karolarla bezenmiş büyük kapılara sahip üç ayrı medresenin bir arada bulunduğu, Semerkant'ın merkezindeki bir meydan Registan. Şimdi müze olarak kullanılıyor. Daha önce burada medreseler yokken, “kumlu alan” (10-14.yy) anlamındaki Farsça bir kelime registan. O zamanlar burası halk pazarı ve duyurular için kullanılırmış. Timur’un Semerkant’ı başşehir yapması ile şehrin ve meydanın önemi artmış. Sonra da aynı ad devam etmiş. İlk yapılan Uluğ Bey medresesi ve yanında Uluğ Bey rasathanesi mevcut. Diğer iki medrese ise Aslanlı (Farsça Şir Dor) ve Altın Kaplamalı (Farsça Tilla Kari) Medreseleri 17.yy eserleri. Yerleşkede küçük bir Eğitim müzesi (Orada buna Maarif deniyor) de yer alıyor. Bizim de bildiğimiz ama az kullandığımız bir sözcük. 15.00’de şurada buluşulacak deyip serbest saat ilan ediliyor gruptan sorumlu Özbek arkadaş tarafından. Etrafta güzel, yöreye özel büyük mantı yapan bir lokantaya giriyoruz. O iri mantıyı -Türkiye’de hep küçük olur- ilk kez 1993’de Kırım’da misafir olduğumuz bir evde görmüş, yemiştik. Hesabı aynı masada oturduğumuz Dekan hanım ödedi, bize ödetmedi. Bu ancak bizim kültür coğrafyamızda olabilecek bir cömertlik. Alman kültüründe evli eşler (karı koca) bile, birbirine evdeki şahsi eşyaları para ile sattıklarını anlatmıştı bir ağabeyimiz vaktiyle.
Hareket saatinin 15.00 yerine 16.00’ya alındığı bilgisi geldi. Etraftaki işyerlerinde birkaç küçük hediyelik aldık. Bilgi şöleninin (sempozyum) Özbekistan ayağındaki başkanı Prof. Dr. Marufjon Yuldashev (Marufcan Yoldaşev) “buraya kadar gelmişken Bibi Hatunu[4] ziyaret etmemek olmaz” dedi. Birkaç yüz metre ötede imiş Timur’un eşinin anıt mezarı. Oraya doğru hızlı adımlarla gidiyoruz. Muhteşem, anıt tarzı yapılar. Sanat ve mimari şaheseri. Türkiye’de Selimiye, Süleymaniye gibi anıt mimari örnekleri var. Ama Anıtkabir dışında şair, büyük sanat ve fikir adamları, devlet adamları için insanları kendine, bölgeye çekecek kadar ebat, zevk, estetik ve kimliği olan abide eserler yok denecek kadar az maalesef. Varsa da çok mütevazı. O nedenle çok meraklılar dışındaki halkın, insanların dikkatini çekmiyorlar.
ÇANTA
Aracımızın kalkış saatine yakın Registan bölgesindeki otoparktayız. Bekleme alanındaki büfeden birer kahve aldık. Ellerimiz aldığımız hediyelikler nedeniyle kalabalık. Azerbaycanlı Nazım Muradov bey var yanımızda. Büfeci ile alışveriş yapmış, konuşmuşları, sohbetleri olmuş. Birbirine ısınmışlar adeta. Bir anda “herkes arabaya” diye seslenilince hızla araçtaki yerimizi alıyoruz. Geciken bir iki kişi için araç, çalışır halde oyalanıyor. Tam kalkmak üzereyiz. Ellili yaşlardaki büfeci elinde bir çanta ile aracımızı ön kapısını tıklatıyor. Orada en son bulunanlar Nazım bey ve arkadaşları deyip, çantayı kaptığı gibi bizim araca yönelmiş. Nazım bey sağ önde, biz de hemen arkasındayız. Ona; bu sizin mi soruyor. Biz de elimizdeki bir not ile ilgili haldeyiz. Nazım bey bize döndü, hocam bu çanta sizin mi diye sorunca, başıma önce sıcak su, arkasından soğuk su döküldü sanki. Anlık gerilim ve rahatlama hali. Çanta benim. Hay Allah. Kahve içerken ellimizin kalabalıklığı ile büfenin kenarına koyduğum çanta. İyi ki araç hareket etmemiş. İçinde pasaport, para ve diğer özel eşyalar var. İnsanımızın orada da mayası sağlam. Haramdan uzak durup, hakka koşuyorlar, yaşadığımız örneklerdeki gibi. Teşekkür ettik. Ayrılırken camın önünde bize el salladı. Dua ettik, şükrettik. Ondan sonra da çantanın uzun askısını boyun ve koltuk altından geçirerek daha sağlam bir tedbir oluşturduk.
İnsanın gün içindeki mutluluk ve huzur çizgisi düz yatay değil. Ortalama huzur; çalışma, yetkinlik, farkındalık, bilgi ve sağlıklı olma ile mi oluyor diye kendime soruyorum. Evet, ama diyor aklım. İnsanın derdi de olmalı. Derdi olmayanın sorumluluk duygusu, belki de vicdanı yoktur demesek de, soğumuştur diyebiliriz, diye ekliyor beynim. Aksi halde mutluluk sandığımız heva ve heveslerle ömrü geçiririz. Hasıla, bilanço önemli. Evrenin sahibinden neyi, neden, hangi yüzle, bu dünyada bile bize yetmeyen mutluluğun devamını öte âlemde de isteyeceğiz. Daha önce de yer vermiştim, Nurettin Topçu’ya ait olduğunu okuduğum şu sözü: “Vicdan, Allah’ın içimizdeki sesidir.”

ULUĞ BEYE DOĞRU
16.05 gibi otobüsümüz hareket etti. Caddelerden geçtik, şehrin kenarında bir yerde aracımız durdu. Uluğ bey rasathanesine gidileceğini biliyorum. Araçtan inenler oldu. Yan taraftaki küçük birkaç binanın önünde 8-10 kadar “patir” satan satıcılar görüyoruz. Patirlerin iki tanesi görünür halde, diğerleri ise kalın bir örtünün altında, muhtemelen taze kalsın diye öyle yapıyorlar. Patir; tandırda pişirilen üzeri genellikle susamlı, çörek otlu veya damgalı, hamuru maya ile kabartılmış yuvarlak, orta kısmı çökük, dışı gevrek, içi elastik bir tandır ekmeği çeşidi. Türkiye’deki “pide ekmeği”ne benzer fakat daha sert, daha ince ve daha hoş kokulu (aromatik) olur. Birkaç arkadaş patirlerden satın alıyor. Taze ve lezzetli. Biz eşimle yerimizde oturuyoruz. Ama araçtaki insan sayısı azaldı. Nerde bu millet derken, birkaç kişinin ağaçların arkasındaki geniş merdivenlerden yukarı doğru yürüdüklerini fark ediyoruz. Yoğun ağaçlar nedeniyle ileride ne olduğu görülmüyor. Bizim için, bir yanlışlığın olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Eşimde kalkıp biz de aynı yöne yürümeye başlayınca, 40-50 merdiven sonrasında karşımıza arka zemini oluşturan mavi boyalı bir duvarın önündeki Uluğ beyin devasa heykelini görüyoruz. Bu düz alandan yukarı doğru devam eden merdivenlerden inen ve çıkanlar var. Dikkat ettiğimizde orada bir bina var. Oraya kadar çıkıyoruz. Etraf kalabalık. Giriş için bilet almak isteyenler küçük bir büfenin önünde sırada. Sıra yoğun değil. Giriş kişi başına 75000 som. 2025 ortası itibarıyla yaklaşık piyasa oranını 1 TL ≈ 370–400 Özbek Somu (UZS) kabul edersek, 190-200 TL. Girdik. Sol tarafta iki gezgin grubu rehberleri ile geziyorlar. Daha sakin olan sağ taraftaki gerçek rasathane bölümüne yöneliyoruz. Bu bölüm camekânlı bir bölme arkasından görülüyor. Sonra girişin sol tarafındaki müze bölümüne geçiyoruz. Resimler, o zamanın rasat (gözlem) vasıtalarının minyatürleri, modelleri sergileniyor. Eşyaları yol arkadaşlarımızı bekletmemek için biraz hızlı inceliyoruz. Konuyu dönüşte okuyayım deyip ayrılıyoruz. Sonra da bir miktar okuyorum.
ULUĞ BEY KİMDİR? SEMERKANT RASATHANESİ
Uluğ bey Timur’un torunu ve çok ünlü bir bilim insanı. Semerkant’ta yetişmiş. 1409’dan sonra Maveraünnehir’in[5] hükümdarı; aynı zamanda dünya çapında astronom, matematikçi ve bilim hamisidir. Dünyanın en gelişmiş rasathanelerinden birini kurmuş (1428–1429) Semerkant Rasathanesi o çağın en büyük gözlem merkezi. 40 metre çapında dev bir sekstant[6] kullanılmış. Gözlemler modern teleskoplardan önceki en doğru ölçümler arasındadır. “Zîc-i Uluğ Bey”i hazırlamış. Bu bir yıldız kataloğu ve astronomik tablolar kitabıdır. 1018 yıldızın konumunu ölçmüş. Matematik ve astronomi tarihinde bir dönüm noktası onun dönemi. Matematik’e katkıları çok büyük. Trigonometriyi geliştirmiş. Bir derecelik açının sinüsünü çok yüksek doğrulukla hesaplamış. Bu başarı o dönem için olağanüstü kabul edilir. Hem hükümdar hem bilim insanı olarak Orta Asya Rönesansı’nın simgesidir. Bilimsel verileri, Avrupa’da Kopernik dönemine kadar referans olarak kullanılmış. Semerkant’ı 15. yüzyılda bilimin merkezi hâline getirmiş. Haklı olarak Özbekistan Devlet Başkanı Şevket Mirziyoyev’in (Özbek Türkçesi ile: Shavkat Mirziyoyev) konuşmalarında ülkesine hedef olarak gösterdiği 3.Rönesans vurgusu gerçeğe dayanıyor. Ancak bunun gerçekleşmesinin yolu bilim insanlarını desteklemek, değer vermek, bilim için paranın, hazinenin ağzını açıp, başarı için vasat oluşturmayı gerektirir. İnşallah diyoruz biz de. Bu büyük bilim adamı, bilim adamlarının bilimin hamisi, devlet başkanı Büyük Uluğ bey ne yazık ki, siyasi çekişmeler ve aile içi taht mücadeleleri sonucu kendi oğlu Abdüllatif tarafından 1449’da öldürülmüş. Büyük adamların kaderlerinde böyle dramatik akıbetlere, erken ölümlere sıkça rastlanıyor.
TANDIR SAMSA NEDİR?
Bir süre yol aldıktan sonra gün batmış, etraf hafif kararmıştı ki aracımız sağda bir yol lokantası üzerinde durdu.(18.35) Rektör bey daha önce inmiş, kapıda gelenleri tek tek karşılıyor ve hoş geldiniz diyor. Ne güzel bir tavır. Büyük U şeklinde yemek masaları hazırlanmış, uygun bir yere oturuyoruz. Masada salatalar, içecekler, servis hazır. İlk olarak kemik suyu çorba geliyor. Söylendiğine göre 24 saat ocakta kaynatılarak hazırlanırmış. Nefis. Sonra daha önce bilgi verdiğim samsa geliyor ama bunun adı Tandır Samsa. Çünkü tandırda hazırlanmış. Merak ediyor tandırların içine bakıyoruz. Başlangıçta girerken gördüklerimi ekmek benzeri bir şeylerin piştiğini düşünmüştüm. Silindirik tandır fırınının duvarlarına yapıştırılıyor. İçi et ve soğan dolu özel yuvarlak sayılabilecek bir yemek. Düz tarafını tabağa oturtup üst tarafından ustaca yuvarlak bir ağız açarsanız, içindekileri kaşık veya çatalla yemek mümkün oluyor. Tabak misali ama tabağı da yeniyor. Akşam yemeğinin rektörlük ikramı olduğunu biliyoruz. Yanımdaki Özbek arkadaşlarla konuşuyoruz; çay nereden geliyor soruma, Gürcistan, Türkiye ve Çin olarak cevap veriyorlar. Keza etleri terbiye etmeden, yani baharat kullanmadan sade olarak yeriz diyorlar. Neden soruma cevapları, “lezzeti değişmesin, doğal kalsın diye” oluyor. Lokantalar bölgesine “Osh Markazı”, yani “Aş Merkezi” deniyor. Dönüş için yola çıkarken iki levha görüyoruz bölgede.
Yo‘lingiz ochiq bo‘lsin / Yolunuz açık olsun.
Tezlikni oshmang / Hız sınırını aşmayın
Gece yarısı olmadan otelimizdeyiz. Yarın boş ama değerlendireceğiz.
Selam ve saygılarımla. (17.11.2025, Manisa)
(Devam edecek. Bir bölüm kaldı.)
[1] Samsa nedir? Taş fırında pişirilen, hamuru kalınca, bazen yağlı veya milföy tarzı kat kat, genellikle kıyma, kuzu eti, soğan, kabak veya patatesle doldurulan, üçgen, kare veya yuvarlak şekilli bir hamur işi / börek çeşididir. Türkiye’deki Samsun pidesi, börek veya poğaçaya benzer ama hamuru daha sert ve içi daha yoğun etlidir.
[2] Bu halk adları 10–15. yüzyıllar arasında etnik/siyasi ad olarak belirginleşir. Kazak, 15. yüzyılda; Özbek, 15. yüzyılda Şeybânî Han ile; Kırgız, 10–12. yy’dan itibaren, devletleşme 20. yüzyıl; Türkmen adı 10. yy’da ortaya çıkar, devletleşme 11–14. yy. da olur. Türkistan adı Türklerin yurdu anlamındadır ve Karahanlılar ve Selçuklular döneminde yaygınlaşmıştır. “Orta Asya” (Central Asia) terimi ise 19. yüzyılda Rus coğrafyacıları tarafından sistematik şekilde kullanılmaya başlanmış. Özbekistan ve Türkmenistan adları resmi olarak ilk kez 1924’de, Kazakistan ve Kırgızistan adları 1936’da Sovyet Cumhuriyeti sıfatları ile ortaya çıkarlar. Ondan önce bölge adı Türkistan idi. Buna Doğu Türkistan Uygur bölgesi de dâhildir. Dolayısıyla mevcut bağımsız bölge gerçekte Batı Türkistan’dır. Ama siyasi nedenlerle Çin’i kızdırmamak için resmiyette kullanılmıyor.
[3] Yaŋı natīm lifi = Yeni Latin elifbası /alfabesi. Burada: yaŋı = yeni, natīm / natim = Latin (o devrin Türkçe telaffuzuna uygunlaştırılmış şekli /o dövrün türkcə tələffüzünə uyğunlaşdırılmış forması). lifi = əlifba (alfabe) Bu, 1920–30’lu yıllarda bütün Sovyet Türkleri için yaratılan “Ortak Latin Elifbası”nın (Yanalif) tam adıdır.
[4] Bibi Hatun, Orta Asya tasavvuf geleneğinde genellikle veli sayılan kadınlara verilen bir addır. Bibi = hanım, saygıdeğer kadın, Hatun = soylu kadın. Semerkand’daki ünlü Bibi-Hanum Camii, Timur’un emriyle eşi Saray Mülk Hanım adına yaptırılmıştır. Bu yüzden halk arasında “Bibi Hatun” veya “Bibi hanım/Bibi Xonim” adı, Saray Mülk Hanım ile özdeşleşmiştir. Semerkand’da birçok kültürel ve hayır kurumu onun adına yapılmıştır.
[5] Mâverâünnehir adı hangi zamanlarda kullanıldı? Emevî–Abbâsî dönemi (8– 10. yüzyıl) Arapların bölgeyi fethetmesinden sonra kullanılmaya başlandı. En erken yaygın kullanım 8. yüzyıl ortası. Mâverâünnehir adı Arapça ve “nehir ötesindeki yer” anlamında. Nehir; Ceyhun / Amu Derya. Yani Ceyhun’un kuzeyindeki bölge. Buhara – Semerkand – Taşkent – Hive – Fergana havzası. Yani bugünkü Özbekistan coğrafyası. Orta Asya’nın en önemli tarihî coğrafya adlarından biridir ve yaklaşık 1300 yıl boyunca kullanılmış. Türkistan adı 19.yy.dan itibaren kullanılmaya başlandı. Ancak Sovyetler döneminde yasaklanmış.
[6] Sekstant, denizcilikte kullanılan bir açı ölçme aletidir. Güneş, Ay, yıldız veya ufuk çizgisi arasındaki açıyı derece olarak ölçerek geminin enlemini bulmaya yarar. GPS öncesi dönemde denizcilerin yön bulmasında temel cihazdı. Aletin aynaları sayesinde gök cismi “aşağıya indiriliyor”. Ufuk çizgisiyle gök cismi arasındaki açı (altitude) okunuyor. Daha sonra bu açı denizcilik tablolarına (almanak) işlenerek konum hesaplanıyor. Özetle; Sekstant, denizde yön belirlemek için gök cisimlerinin yüksekliğini ölçen cihaz.




FACEBOOK YORUMLAR