ÖZBEKİSTAN GEZİ NOTLARI: 2

Gece 03.00'da Taşkent City Palace Hotel'deyiz. Sabah 10.00'a doğru hazırlandık. Kahvaltı var mıdır yok mudur derken bir gidip görelim dedik. Tatil günü olduğu için kahvaltı 11.00'e kadarmış. Orta zenginlikte güzel bir kahvaltı. Otelde WiFi var, haberleşme ve genelağ işlerini onun üzerinden kolaylıkla yapıyoruz. Bugün bir program da yok gezdirecek kimse de yok. Eşimle yakın çevreyi görelim deyip otelin önünden sola, tekrar sola dönüp geniş, üç gidiş üç gelişli büyük ve çok uzun bir cadde üzerinde yürüyoruz. İki taraflı büyük ulu çınarlar ve başka büyük ağaçlar var, yollar ve çevre yemyeşil. 26 Nisan 1966, 6.8 büyüklüğünde Büyük Taşkent depreminde şehrin büyük bölümü yerle bir olmuş; özellikle eski kerpiç evler tamamen yıkılmış. Bu deprem sonrası yeniden planlanıp inşa edilen Taşkent gösteriyor ki, Sovyet döneminin şehirleşme anlayışı takdire şayan. Mutlaka büyük bir merkezi meydan, planlı caddeler ve caddeye beş-altı metre mesafede evlerin duvarları.Solda büyük bir kültür merkezi binası dikkatimizi çekiyor. 15-20 metreyi bulan, yekpare beyaz renkli, uzaktan ahşap gibi görülen ana kapılı; uzun merdivenlerle kapıya ulaşılan çıkılan bir bina. Önünde simetrik iki tarafta panolar var. İleri solda fıskiyeli bir büyük havuz ve etrafında yeşil bir park. Etrafta alışveriş merkezi, görülecek bir yer var mı diye soralım derken lise çağlarında üç kız ile karşılaşıyoruz. Anlaşmak zor değil. Bizim Türkiye'den olduğumuzu öğrenince birden sevinç duyuyor, heyecanlanıyor- lar. Resim çekiliyoruz. Gördüğümüz havuzlu alan Müstakillik Meydanının başlangıcı imiş. Yani şehrin kalbindeyiz, muhtemelen. Burada kesişen diğer caddeler de aynı vasıftalar. Beş milyon nüfus ama trafikte bir sıkışma yok.
Tekrar sola doğru yeni caddede devam ediyoruz. İki yeni fıskiyeli havuz, yan yana kolonlar üzeri uzun yatay bir kolondan oluşan tak şeklinde bir yapının üzerindeki leylek heykelleri muhteşem. Park alanına giriş bir gerekçe ile kısıtlanmış. Devam ediyoruz. Sağda büyük yapılar, uzakta haşmetli büyük bir bina, üzerinde arma ve bayrak asılı. Devlet başkanlığı binası olabilir derken sonra soruyoruz, öyleymiş. Yürüyüş güzergâhımız kareye benzedi. Yol üzerinde müze, konser alanları var. Etrafta mavi kıyafetli bayan temizlik işçileri çalışıyor. Etraf temiz, sigara izmariti nadirattan. Kare tamamlanmadan bir ara yol üzerinde ticaret merkezi ile karşılaşıyoruz. Onlar ticaret kelimesi yerine "sevda/sövda" kelimesini kullanıyorlar. Sevda Merkezi gibi. Yani ticaret merkezi. İlk kapıdan girip bir ayakkabı mağazasına giriyoruz. Eşime sıkan ayakkabısının yerine rahat bir ayakkabı alacağız. Bulduk. Fiyatlar makul. Ayakkabıya "ayakgiyim" diyorlar. Genç bayan satıcıya Özbek pilavı yiyebileceğiniz bir lokanta soruyoruz. Birkaç yer var ama Çarşı Bazar denen yerde her şey olur, diyor. Size bir taksi çağırayım, onunla gidin diye ekliyor. 20 bin som (68 TL) kadar tutar, dedi. Gelen araç Yandex Go adlı bir şirket. Yandex bir Rus şirketi. Taksimetre var. 5-6 km mesafede bir köşede indirip karşısı dedi sürücü.
KÖKELDAŞ (KOKALDOSH) MEDRESESİ
İndiğimiz yerde, köşede iki katlı içi dolu kırmızı tuğlalarla yapılmış, sıvasız (eski yapılarda sıva yok) tarihi bir bina. Duvarda Arap harfleri ile yazılı bir taş levha var. Eşim okuyor. Kökeldaş Medresesi. Merdivenlerden çıkıp açık ahşap kapıdan giriyoruz. Solda genç bir görevli. Giriş 15000 som (52 TL). Giriyoruz. Ortada yeşil geniş bir avlu, etrafta iki katlı, kapıları avluya bakan odalar. Hepsi kullanılıyor. Üst kata çıkmayı gösteren bir ok ve karşıda içinde insanların olduğu kapısı açık bir oda dikkatimizi çekiyor. İdari bir oda sandığımız yere başımızı uzatıp selam veriyor, burası nedir diye soruyoruz. Masada oturan genç Özbek, burası hattathane diyor. Merakımız artıyor. Önünde uzun rulo halinde Arap harfli bir metin var. Eşim birkaç satır okuyunca, siz bunları biliyorsunuz demek ki diyor. Kendisi hattat imiş, burada hat işleri yapıyor, öğrencilerine öğretiyormuş. 150 bin som’a (Özbekistan para birimi) bir hat yazısı alıyoruz. Seviniyor. Vedalaşıp dik merdivenlerden üst kata çıkıyoruz. Karşımızda bir başka hattat. Bu sefer başı örtülü genç bir bayan da hat yazıları ve fırça ile desenler yapıyor. Oradan da bir hat tablosu alıyoruz. Bu sanatın Türkiye dışında buralarda da yaşatılıyor olmasına seviniyoruz. Hat bizim sanatımız çünkü.
TAŞKENT HOCA AHRAR VELİ CAMİSİ
Etrafta veya burada mescit var mı sorumuza, sol arkada var cevabı ile bitişik sayılacak kadar yakın bir caminin taç bahçe kapısına 30-40 merdiven basamağı ile ulaşıyor, avluya giriyoruz. Ortada üzerinde bol meyveleri olan büyük cennet elması -orada hurma derlermiş- ağaçları, çam dâhil birçok çeşit ağaç var. Temiz bakımlı yerler, taş döşeli. Burada kıble istikameti güney batıda[1]. Namaz kılan gençler epeyce var. Zaten Kökeldaş Medresesi halen ve fiilen bizdeki imam hatip orta öğrenimine eşdeğer, adı medrese olan resmi denetimli özel bir okulmuş. Mescit ve müştemilatın, yakınlığı dolayısıyla öğrenci ve çalışanlarınca kullanıldığını düşündüm. Biraz etrafı seyredip dinlendikten sonra, girdiğimiz kapı dışındaki bir kapıdan çıkarak farklı yerler görelim istiyoruz. Kendimizi külliyenin yan avlusunda bulduk. 50-60 metre uzunluğunda ahşap bir kameriye tasavvur ediniz. Altında üç tane dört ayaklı, tahtırevan benzeri ama üstü açık oturma alanı var. Buna Azerbaycan’da “Bahtça” Özbekistan’da ise “Tapça” deniyormuş. Bu adı iki gün sonra Semerkant’a giderken kahvaltı için mola verdiğimiz yerdeki örnekleri sorarak öğrendik. Bu avludan ve kameriyeden mescit ve bahçenin manzarası çok hoş görülüyor. Mescitin (caminin) üzerinde iri balık pulları şeklinde desenli, limonküfü renkte kubbeler dikkat çekiyor. Bu yuvarlak kubbelerin alt tarafında, üst kenarı oval, yan yana pencereleri olan beyaz silindirik birer yapı yer alıyor. Onlar da, üst üste konmuş kitaplar şeklindeki bir zemine oturuyor. Bütün bu parçalar, beyaz renkli, zarif yivli nişli görüntüsü ile rahatlatıcı dikdörtgen bir yapının üzerinde duruyor. Yani tepede yeşil kubbe, altında pencereli silindirik yapı, altında kitaplar şeklinde bir zemin ile bütün bunları taşıyan zarif bir dikdörtgen cami yapısı. Bütün bunların toplamı; Hoca Ahrar Camisi.
HEKİM VE HİKMET
Orada oturan iki kişi var, sohbet ediyorlar. Sesleniyoruz, çarşıya en kısa yol nereden gidilir, yemek mahalli ne taraftadır diye. Genç olan ayağa kalktı, tarif ediyor. Baktım sağ gözü dışa kayık. Kendimi tanıttım. Türkiye’nin Manisa şehrindeki tıp fakültesinde hocayım, bu konulara bakıyorum; gelirsen bunu düzeltiriz sözüme biraz ihtiyatlı ilgi duyuyor. Biz tarif ettiği yola yöneliyoruz ama tam da iyi anlaşamadık her halde, bulamıyoruz. Sesleniyor, ben sizi oraya götüreyim diyor. Sağ olun ama bir şartla diyorum; bizim misafirimiz olacaksınız. Ses çıkarmıyor, yola devam ediyor bir taraftan da konuşuyoruz. Adı Begcan, tarih öğretmeni. Birkaç yerde görevi varmış. Evli iki çocuğu var. 2021'de yüksek lisans için Türkiye’de sınava girdim ama kazanamadım diyor. Kendi ülkesinde yüksek lisans yapmış; şimdi doktora yapıyor ve tez savunması aşamasında. Tez savunmasına Özbekistan’da “hâkimiyet” deniyormuş. Tezinin konusuna hâkim mi, onu savunabilecek düzeyde bir hâkimiyeti var mı gibi ifadelerle; yakın kelimelerle maksadın ifade edildiğini görebiliyoruz. Konudan konuya geçiyoruz ister istemez. Sürekli karşılıklı merak edilenleri soruyoruz. En çok da biz tabii ki. İnstagram üzerinden “En çok sizden Hakan Fidan ile İbrahim Kalın’ı takip ediyorum” diyor. Özellikle Hakan Fidan’ı beğendiği vurgusu ilginçti.[2] Bu arada ülkede 2200 cami olduğunu öğreniyoruz. Biz Hoca Ahrar Veli camisinin bahçesinde iken ikindi ezanı okunmaya başladı. Dün de Semerkant'ta Emir Timur türbesine giderken külliye içindeki camiden de güzel, hoş bir makamla ezan okunuyordu. Burada ezanlar açıktan okunuyor ama bizdeki gibi yüksek seste değil. Diğer dinlere mensup insanların da ibadetlerini serbestçe yapabildiklerini öğreniyoruz.
Etrafta seyyar satıcılar, yarı seyyar tarzda kulübemsi dükkânlar ve ileride mağaza tarzı işyerleri mevcut. Eşim bir cımbız satın alıyor ben de birkaç çorap. Hem ihtiyaç hem de esnafa destek niyetimiz. Çarşıya esas gelme amacımız meşhur Özbek pilavı yemek. Yan yana üç girişi olan bir taç kapıya yöneliyoruz. Arkada 80-100 metre uzunluğunda yan yana bitişik ve karşılıklı tek sıra; üstü kapalı, önü açık lokantalar dizisi. Ortalık et dumanı. Izgara, tencereler ve servis kısmı önde. Müşteri sadece paravan ile ayrılmış işletmelerden birini tercih edip oturuyor. Bir masayı dolduracak bir grup değilseniz, tanımadığınız kişilerle oturmak zorundasınız. İş böyle. İleride orta yaşlı iki bayan oturuyor, müsaade deyip aynı masanın boş kısmına oturuyoruz.
AÇIK HAVA LOKANTALARI
Önce ortaya hemen bizdeki “Ramazan pidesi” veya “yoz pide” dedikleri bir pide geliyor. Beraberinde dilimlenmiş turşu ve ince kıyım soğan ile karışık ince kıyım domates söğüş getiriyorlar. Etli, iri patatesli qöygöşt (Koyküşt diye okunuyor. Koy: koyun, küşt: et) çorbası ve ortaya Özbek pilavı istiyoruz. İki çorba diyor, kendine istemiyor. Bizim ısrarımız üzerine kabul ediyor. Ortaya içecek olarak yeşil çay kâseleri ve bir porselen demlik çay geliyor. Bunlar geniş ağızlı, kulpsuz porselen fincanlar. Bu kâselere “piyale /piyola” adı veriliyor. Yeşil çay ile başlıyoruz. Burada siyah çay yok. Çay denince yeşil çay anlaşılıyor çünkü. Etli gıdaları iyi sindirir diyor, Begcan bey. Beslenmeleri et ağırlıklı imiş ve etin lezzeti bozulmasın, değişmesin diye baharatla terbiye etmeyiz diyor. Masanın diğer ucunda oturan orta yaşlı, taşralı oldukları hissini aldığım iki bayana da zaten başlangıçta selam vermiştik. Benim solumda oturan Zamire hanım, onun da karşısındaki Cumagül hanım. Tanıştıktan sonra, “Cuma günü doğduğu için anne ve babam adımı Cumagül koymuşlar” diyor. Çaylarımız aralıklı olarak masadaki demlikten tazeliyoruz. Burada adet, piyaleyi yarım dolduruyorlar. Bir ara bizim demliğin bittiğini fark etmemişim. Bizimkinden de alabilirsiniz diyor Zamire hanım. Önce teşekkür etsem de sonra fikir değiştirip varsa alabilirim diyorum, aracısız. Anlaşabiliyoruz, kolaylıkla. Piyalemi uzatıyorum, dolduruyor. Doluluk hali dikkatimi çekiyor. Daha önce hep yarım olurdu, siz doldurdunuz deyince, Taşkent Semerkant arasındaki Sirderya adlı küçük bir şehirden olduğunu söyleyip, orada erkeklere dolu bayanlara ise yarım doldurulur diye cevaplıyor. İlginç geldi tabii ki bu bilgi bize. Daha sonra bu konudan söz ettiğim, sempozyumda bir tebliği de olan Harika Nüfusçu hanım; “Benim konum da tam bu işte” diye ekliyor. Ayrımcılık olmamalı diye anlıyorum. Tebliğini başka bir salonda olduğumuzdan dinleyemedim çünkü.
Yemeğimizi yiyip, yeşil çayımızı da içtikten sonra hesabı soruyorum. Zaten Begcan beye buraya gelirken siz hiçbir ödemeye karışmacaksınız, ödemeler bende sözüm vardı. Hesabı soruyorum. Hesaplıyor 250 bin som (yaklaşık 850 TL) Hepsi etli ürünler, Türkiye lokantaları için ucuz sayılır; üç kişiyiz çünkü.
Merak ettiğimiz konuları sordukça yeni görüşler de ortaya çıkıyor. Birlik olmamız gerekiyor her konuda; çok önemli deyince, Turan düşüncesine ilgi duydum diyor. Siz gelmeden önce kader konusunu konuşuyorduk, diyor oradaki hocayla. Sizin konuşmanız üzerine hoca arkadaşım bana, “Bak hekim ayağına geldi, gereğini yap” dedi diyor. Karşılıklı telefonları alıyoruz. Çarşamba günü boşum, arabam da var, sizi şehir içinde gezdirebilirim diyor. Biraz sonra Begcan beyin başka işleri de olduğu için vedalaşıyoruz. Kim kimi buldu. Biz mi Begcan beyi bulduk o mu bizi buldu? Hekimlik, şaşılık, hikmet, kader, zamanlama, karşılaşma, kardeşlik, muhabbet, sevgi vs. Hiçbir emek boşa gitmez; hiçbir şey de hikmetsiz değil.
BEG-BEY / AKA-AĞA / AĞABEY-ABİ / BAŞAĞA-PAŞA
Begcan beyin adındaki beg kelimesinin aslı "bek". Bek sonra "beg" olmuş. Bizde ise "bey"e dönmüş diyor eşim. "Aka" ise önce “aga”, sonra "ağa" olmuş. Ağabey kelimesi işte böyle. Onu da bir kez daha kısaltmışız; günlük konuşmalarda "abi" olmuş. Yazı dilinde halen "ağabey" şeklinde devam ediyor. En büyük ağabeye "başaga/başağa" denir. Bu da kısaltılmış ve Türkçedeki b-p değişikliği zamanla "paşa" kelimesi ortaya çıkmış.
DOLAŞIYORUZ
Eşimle Pazar yerinde dolaşıyoruz. Arabasının bagaj veya içinde ya da kenarında çiçek satan insanlar görüyoruz. Belli ki burası Çarşı Bazar’ın çiçekçiler kısmı. Albenili çiçek kümelerinin resimlerini çekiyoruz. Çiçekçilerin gerisinde, mağazalar var. Dükkânlarını önlerine açık ve geniş alanda kilim, yorgan, ev tekstili, ev eşyaları ve mobilya sergileniyor. Bunları da hem gözümüzle hem de gönlümüzle seyrediyoruz. Bu alan zaten ilk geldiğimizde gördüğümüz Kökeltaş Medresesinin pazar yerine bakan tarafında; bitişik. İki yeşil ışığı geçip çapraz karşıdaki otobüs duraklarının yanındayız. Taksi tutup otele gideceğiz. Otel 4-5 km mesafede. Baktık köşede bir dondurmacı var. Geçen yılkı Güney Sibirya /Rusya’ya bağlı Hakasya özerk cumhuriyetinin başkenti Abakan’da son gün yediğimiz dondurma aklımıza geliyor. Lazza adlı dondurmacıdan seçerek üçer top, külahta dondurma alıp, işyerinin önündeki sedire oturup yiyoruz. Nefis. Sonra taksi bulmakta biraz zorluk çekiyoruz. Bir beye sorduk. Bizi araca bindirinceye kadar 15-20 dakika yanımızdan ayrılmadı. Var olsun. Oteldeyiz.
AZERBAYCANLI NAZIM MURADOV BEYİN NOTU
Eşimin meslektaşı halen KKTC’de ikamet eden şair ruhlu akademisyen Nazım Muradov beyden bir not aldım özelden. Özbekistan seyahatimizin geliş günü yaşadıklarımız ve gözlemlerimizi anlattığım yazımın bağlantısını ona da göndermiştim çünkü. Nezaketi, güzel üslubu ve heyecanı satırlara yansımış; bizi de sevindiren, neşelendiren bu metin kaybolmamalı diye düşündüm. Yazı okunduğunda, bu metni ancak akademisyen bir dilci yazabilir dedirtiyor. Zaten kendisi de Özbekistan’daki bilgi şöleninde (sempozyum) de vardı ve arada sohbetler ettik. Metin, bugün Azerbaycan ve Türkistan (Orta Asya) ülkelerinde ortak bir çalışma ile hazırlanan 34 harfli Türk alfabesi ile yazılmış. Biz halen 29 harf olarak kullanıyoruz ama o ülkeler kendi ses ihtiyaçlarına göre ilave harfleri de kullanıyorlar. Biraz dikkat ile meram çoğu kez anlaşılıyor. Yardım eden olursa çok daha kolay oluyor. Sadece bazı kuralları bilmek bile işi büyük ölçüde anlaşılır hale getiriyor. Metin şöyle:
Değerli Prof. Dr. Süleyman Sami İlker hocamızıñ şimdiye kadar okuduğum diğer yazıları gibi bu "sefername"sini de "su kimi içdim / suv kabi içdim." S. Sami İlker hocama işte şu, aşağıdaki nedenlerden dolayı soñsuz teşekkür ediyorum:
1. Kendileri bir tıp doktoru Prof. Dr. (Göz Hastalıkları Uzmanı + Göz Cerrahı Op. Dr.) oldukları halde Türkçemize verdikleri değere göre...
2. BAKmakla (anatomik/fiziksel faaliyetle) yetinmeyip GÖRdüğü (psikolojik faaliyet) için.
3. GÖR-mekle de yetinmeyip GÖSTER-diği için.
4. Uzun ve yorucu bir yolculuğu uzun fakat ritmik bir dille anlattığı için.
5. "Ritmik dil" dediğimiz bizcə şudur:
a) Sami Hocanıñ cümleleri kısadır.
b) Cümle uzunlukları at ayağı hızına hesaplanmıştır.
c) Çoğunlukla fiil cümleleridir.
d) Ortaya konulan mətn statik değil, dinamiktir.
6. Kendileri pilot babası olup "GÖYle GİTmek" imkânları var ikən, ayağı yer tutan YER metni yazdıkları için.
7. Kısmetindir gezdiren yer-yer seni
Arşa çıksañ akıbet Yer yer səni
Anuñ için anuñ adı oldu Yer
Önce besler soñra kendi yer seni
gerçeyini asla unutmadukları için.
8. Hakkaniyetli bir Türk Ocağı mensubu oldukları için.
9. Bundan soñra da yazacakları ve yapacakları için.
Selam ve saygılarımla. (16.10.2025, Manisa)
(Devam edecek)
[1] Kıble yönü, Taşkent’te daha kesin şöyle hesaplanır. Orada kıble açısı yaklaşık 243°’dir. Pusulanın oku kuzeyi gösterirken saat yönünde, kıble yaklaşık 243° istikametindedir. Bu da tam batıdan biraz daha güneye doğru bir yöndür. Bunun için bir şehrin kıble açısı bilinir ve bir pusulanız da varda iş kolaylaşıyor.
[2] Türkistan ve Rusya coğrafyasında, belki aklımıza hiç gelmeyecek yerlerde bile Türkiye ile haberleri ve kişileri sosyal medya üzerinde takip eden, Türkiye Türkçesini Türk TV’leri üzerinden öğrenen insanların varlığına şahit olmak çok şaşırtıcı. Bunun örneklerini Rusya’nın Tuva-Altay-Hakasya bölgelerinde, İran, Türkmenistan, Suriye, Özbekistan’da bizzat tanık oldum.





FACEBOOK YORUMLAR