Ziya Gökalp Nasıl Bir İnsandı? - Yazar: Mahmut Esad Kıraç

Sizce Ziya Gökalp sosyal yaşamında nasıl biriydi? Mizahtan anlar mı? Cimri mi? Çekingen mi? Hep fikirleriyle ele aldığımız büyük Türkçüyü bu defa günlük yaşamıyla inceliyoruz.

Ziya Gökalp Nasıl Bir İnsandı? - Yazar: Mahmut Esad Kıraç
29 Ekim 2021 - 13:57 - Güncelleme: 29 Ekim 2021 - 14:09

Bugün fikirlerimizin babası, büyük Türkçü Ziya Gökalp’ın aramızdan ayrılışının 97.yılı… Pekâlâ, Türkçülüğün, Türk sosyolojisinin, Türk halkiyatının, Türk mitolojisinin kurucusu kabul ettiğimiz Gökalp’ı bu düzeyde bir fikir insanı yapan ortam nasıldı?

Büyük şahsiyetlerimizi yalnızca fikirleri üzerinden anlatmamız onları git gide soyut insanlar haline getirmiyor mu? Hâlbuki onlar var oldular, yaşadılar, nefes aldılar, doğrular ve yanlışlar yaptılar. Onları yalnızca fikirleri üzerinden anlatmak Türkçülerin tahayyülünde dahi o isimleri eksik bırakmaktadır. –

Sizce Gökalp oturduğu her ortamda Türkçülük anlatan, insanlara daima ciddi nutuklar atan, mizahtan anlamayan ve maddi durumu çok iyi olup halk ile pek iç içe olmayan bir aydın mıydı? O halde buyrunuz onun insani yönünü hatıralarında Gökalp’a yer veren isim ve edebi şahsiyetlerimizden okuyalım…

Uriel Heyd’in okumalarındaki Gökalp…

Heyd, ‘’Türk Ulusçuluğunun Temelleri’’ isimli kitabında uzun uzun Gökalp’ın şahsiyetine, düşünce dünyasına ve eserlerine yönelik analizler yapmıştır. Fakat bizim konumuz Gökalp’ın insani yönü olması sebebiyle fikir dünyasını yer yer dışarıda tutmaya çalışacağız.

Heyd, kitabında Gökalp’ın karakteri için şu cümlelere yer veriyor: ‘’Gökalp’ın arkadaşları kendisini tipik bir bilim adamı olarak tanımlarlar. Ciddi ve sessiz bir kimse olan Gökalp, şaka ve espriden hoşlanmazdı. Genel olarak fazla hareket göstermez, etrafı ile az ilgilenir ve kendi düşüncelerine dalmış görünürdü. Çok önem verdiği bir konunun tartışılması halinde ise derhal kendine gelir ve görüşlerini açıkça ve coşkuyla açıklardı. Yaradılışı gereği, çok alçakgönüllü ve aşırı derecede çekingendi. Üzülmesine rağmen, Doğu Anadolu şivesini bir türlü bırakamadı. İstanbul’da onun zihni yeteneklerine ve ülkücülüğüne olan bütün saygılarına rağmen akademik görünüşünü ve öğretici davranışlarını olay konusu yapan belagatlı ve canlı arkadaşlarının arasında aşağılık duygusuna kapıldığı da sanılmaktadır.’’

Heyd, Gökalp’a dair bu ifadeleri onun hakkında yazılmış hatıralardan topladığını özellikle Gökalp’ın damadı Ali Nüzhet, Enver Behnan ve Yahya Kemâl gibi kişilerin eserlerinden aktardığını da belirtiyor.

Heyd’in çizdiği Gökalp portresine nazaran şimdi diğer Gökalp portrelerine bir göz atalım…

Yahya Kemâl’in tanıdığı Ziya Gökalp

Paris’ten İstanbul’a dönen Yahya Kemâl Babıâli Caddesi’nde yürürken arkadaşı Doktor Nazım Bey ile karşılaşır. İşte o karşılaşma anını Yahya Kemâl şöyle anlatır: ‘’Nazım’ın yanında şişman, değirmi yüzlü, hâl ve şanı taşralı ve çocuk gibi mahcup biri vardı. Saint Simon, en öz ve en hassas şairlerden olan Racine’i tarif ederken söylüyor ki Racine’in şair olduğunu belli eden hiçbir hâli yokmuş; Ziya Bey de tıpkı böyleydi.’’

Yahya Kemâl’in Gökalp ile tanışmasında aklından geçenler işte bu şekildedir. Bu ifadeler bize yukarıda bahsettiğimiz Heyd’in ifadelerinden oldukça tanıdık geliyor. Peki ya sonrası?

Yahya Kemâl, Gökalp’ın İstanbul’da aynı Diyarbakır’da yaşamaya alıştığı gibi yaşamını sürdürmeye devam ettiğini söylüyor ve o çerçeveden dışarı çıkmadığını ekliyor. Gökalp’ın yaşantısı için: ‘’Türklüğün en yeni kafası, yeni hayatın en cesur ve îmanlı mübeşşiri böyle sakin bir kenar hayatı sürüyordu, alıştığı hayatı bırakamıyordu.’’ diye bahsetmiştir. Bazı günler İstanbul’daki arkadaşlarıyla akşam yemeği yiyen Gökalp’ın sofrasında bulunan kişiler arasında Ahmet Ağaoğlu, Hamdullah Suphi, Yahya Kemâl, Fuad Köprülü, Celâl Sahir gibi önemli aydınlarda bulunuyordu. Bu yemeklerdeki sohbetleri Yahya Kemâl: ‘’ Bu toplantılarımız fikirlerin meydan muhârebesi gibi bir şey oluyordu. Akşama kadar yalnız fikirler etrafında, sürekli münakaşalar içinde konuşuyorduk.’’ diye anlatır.

Tabi sohbetlerin başrolü daima Gökalp olurmuş. Türk sosyolojisinin bir ucundan tutar, durmaksızın anlatır, önce lezzetle dinlettirir bir yumağı açar gibi konuyu açıp uzatırmış. En anlayışlı ve meraklı dinleyicilerini dahi bıktırasıya kadar konuşur, yorulduğunun farkına varmazmış. Gökalp’ın bu tavrı için Kemâl şu örneği vermektedir: ‘’ Sokrat’ın usulü sormakmış, Ziya Bey’in bilakis sormaksızın söylemekti.’’ Fakat Gökalp’ın bu konuşmaları onun Garp ilmini tam manasıyla kavraması sayesindeydi. Anladığını, hakikaten anlamış insanlar gibi kolay, bâriz, şeffaf ve ihtiraslı şekilde anlatır Sokrat’tan Bergson’a kadar bütün konuya hakimdir.

Rakı sofralarında Gökalp ise her sofraya oturuşunda şu eski beyti söylermiş:

İçelim içelim şârab içelim

Nice bir gâv gibi âb içelim

Ardından şarabın lehinde ve suyun aleyhinde söylemeye başlarmış. Türklerin Asya’daki şarap nehri olan Fergana’dan tutturur, ilk şölenlere geçer, baştanbaşa Türk tarihini anlatırmış. Şevkli zamanlarında masadakilerden birini parmağına dolar ve alaya alırmış.  Yahya Kemâl, bu saatlerin keyifli saatler olduğunu söylüyor. Bir sıra Yahya Kemâl’e târizde bulunmak isteyerek şöyle söylemiş:

Harâbisin harâbâtî değilsin!

Gözün mâzidedir âtî değilsin!

Tabi Yahya Kemâl de o ortamda irticalen şöyle cevap vermiş:

Ne harâbi ne harâbâtîyim,

Kökü mâzîde olan âtîyim.

Tabi bu atışma bu keyifli masada uzun süre devam etmiş…

Yahya Kemâl, Gökalp’ın kitaplara ve fikirlere kapanmış bir adam olduğunu söyleyerek onun maddi mânâda iyilik etmeyi bilmeyen biri olduğunu, fakat bu durumun onun paraya değer vermesinden dolayı değil maddi hayata tamamen ilgisizliğinden kaynaklandığını söyleyerek insani ve arkadaş olarak iyi biri olduğunu açık yüreklilikle belirtiyor.

Onu en son hastanânede gören Yahya Kemâl Gökalp’a dair ifadelerini şu şekilde sonlandırıyor:

’’ Ziya Bey’i son defa Fransız Hastanesinde gördüm ve hastanenin müdürü dostum Doktor Gassend’e onun bizim en kıymette milli bir hazinemiz olduğunu söyledim; kurtarabileceğini, bütün meşum tahminlere rağmen umdum lâkin iş işten geçmişti. Ziya Bey’i kaybettik, hem de öyle bir zamanda kaybettik ki kaybettiğimiz başın cevherini havas zümresi bile hakiki şuurla anlayamadı. Ziya Bey’in radyum olan dimağı söndüğü günden beri vatandaki ilimde karanlık vardır.’’

Yusuf Ziya Ortaç’ın tanıdığı Ziya Gökalp

Yusuf Ziya Ortaç, Bizim Yokuş ve Portreler isimli eserlerinde yaşadığı dönemin en önemli simalarını yazmış ve okuyucularına aktarmıştır. Ne de iyi yapmıştır! İşte onun bize aktardığı değerli isimlerden biri de Ziya Gökalp’tır.

Gökalp ile kapı komşusu Rıza Tevfik vasıtasıyla tanışan Ortaç, bir gün Rıza Tevfik ile Bilgi Derneğine gider. Tabi Ortaç için Gökalp çok büyük bir isimdir. Onun pek çok şiirini ezbere bilir. Gökalp’ın

‘’Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan,

Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!’’ mısraları için ‘’Bu şiir, edebiyatımıza çağ değiştirtiyordu: Ümmet devrinden millet devrine onunla girdik!’’ ifadelerini kullanıyordu.

Bilgi Derneğine gelince Rıza Tevfik, Ortaç’a sen salona geç ben bir Abdullah Cevdet’i görüp geleceğim demiştir. O esnada salona giren Ortaç salonun bir ucunda tek başına oturan sessiz sedasız bir adam görür. O anı şu cümlelerle anlatır: ‘’Ömrümde bu kadar yalnız kaldığımı bilmiyorum. İçeride upuzun bir masa vardı. Başında da yuvarlak yüzlü, pos bıyıklı, kravatının düğümü gerdanı altında kaybolmuş, yarı dalgın yarı utangaç bir adam…

Sonradan öğrendim: Karşı karşıya yarım saat sustuğumuz yumuşak adam Ziya Gökalp’mış. Rıza Tevfik ile içeri giren ise Ömer Seyfettin!’’

İşte orada ilk defa Gökalp ile tanışan Ortaç hakiki manada bir fikir insanıyla oturmanın anlamını fark ediyor. Çünkü Gökalp konuşmaya başlayınca onun etkisinden kurtulamıyor. Gökalp için: ‘’Gökalp’ı dinleyenler ona inanırdı. Çünkü inandığını konuşan adamdı o!’’ diyor.

Gökalp’ın konuştuğu andan itibaren Ortaç’ın hisleri şu şekildedir:’’ Yeşil masanın başındaki konuşmayan adam konuştu o gün… Üç dilden, Türkçeden, Arapçadan, Farsçadan, karma bir yapılamayacağını anlattı… Yazı dilinin konuşma dilinden ayrılamayacağını anlattı.

Tutuk bir Türkçe ile konuşuyordu, düşüne düşüne… İnsanı alıp götüren bir konuşma değildi bu. Ama ne kadar özden, ne kadar inandırıcı idi bilseniz…’’ Yusuf Ziya Ortaç işte orada bu konuşmanın etkisiyle hece ölçüsüne dönmüş ve aruz ölçüsüyle yazmayı bırakmıştır. Hecenin beş şairinin üçüyle orada tanışmıştır. Ömrünün sonuna kadar da Gökalp’ın onu ne kadar etkilediğini her yerde anlatmıştır.

Ortaç, Gökalp’ın para ile olan alakasını daha doğrusu fakirliğini şu cümlelerle anlatmaktadır:’’ O, arkasında ince çizgili bir entari, çıplak ayaklarında mercan terlikler, gelir, saatlerce, Türk mitolojisini anlatır, yarınki Türk operasını hayal eder, bize yepyeni, bambaşka ufuklar açardı.

Bu şatafatsız adam, Osmanlı İmparatorluğunu avucunda tutan adamdı. Bu fakir ev de onun eviydi. Hem de kira evi! Ziya Gökalp parayı tanımadan yaşadı, tanımadan öldü. Evinin kışlık odununu bile arkadaşları alırdılar. O, yalnız hayallerinin içinde bahtiyardı: Minarelerinde Türkçe ezan okunan camiler, dükkânlarında Türk malları satılan çarşılar, erkekle eşit Türk kadını ve…

Ve çağdaş Müslüman Türk milleti!

Bir kere kızdığını gördüm: Fuzuli’nin Türklüğünden şüphelenen Abdullah Cevdet’e karşı:

-Böyledir, diye bağırmıştı, kendisinden şüphe edenler, başkalarından da eder!’’

Onu son gördüğü zamanları ise Yusuf Ziya şöyle aktarır:

‘’Onu mütarekede tevkif edeceklerdi. Dostları –kaç—dediler. Güldü ve sustu. Ertesi sabah hapsettiler. Haftada iki gün ziyaretine giderdim. Demir karyolasının bir ucuna o otururdu, bir ucuna ben…

Bu ölüm hücresinde, yatak odasındaymış kadar rahat yine eski sohbetlerine devam ederdi. Bizim derdi iki benliğimiz vardır: Biri şeytan benliğimiz biri melek. Zindanda olan şeytan benliğimizdir. Melek benliğimiz, hür duygular, hür düşünceler halinde dolaşıyor.

Asılmaktan kurtulup da Malta’ya sürüldüğü gün, ne cebinde on parası vardı, ne de evinde… Dostu Cafer Dikmen, rıhtımdan kalkmak üzere çarkları işleyen gemiye, nefes nefese birkaç yüz lira yetiştirebilmişti ancak. ‘’

Ve son

Evet, biz Türkçüler bu kıymetli ilim ve fikir adamı Gökalp’ı fikir babamız kabul etmekte sonuna kadar haklıyız. Çünkü inandığı gibi konuşan, gerekmeyen yerde konuşmayan iyi eğitimli, ahlaklı bir Türkçünün Türkçülüğün fikir babası olmasından daha büyük bir gurur var mıdır? Onun düşüncelerini takip ediyor, onun kitaplarını okuyor ve onu anlatıyoruz.

Bu defa fikirleri özelinde değil insani özellikleri üzerinden anlattık. Büyük fikir adamımıza, sistem adamına, Türkçülüğün babası Ziya Gökalp’a rahmet ve minnetle…

https://millidusunce.com/ziya-gokalp-nasil-bir-insandi/


 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum