ZİYA GÖKALP'İN EĞİTİM HAYATI - Ali GÜLER

ZİYA GÖKALP'İN EĞİTİM HAYATI - Ali GÜLER
00 0000 - 00:00 - Güncelleme: 23 Mart 2020 - 12:59

ZİYA GÖKALP’İN EĞİTİM HAYATI

 

İlk Okul: Memedin Mescidi

Ünlü düşünce adamımız Ziya Gökalp’in düşünce dünyasının gelişmesinde, düşüncelerini uygulamaya koymasında, Diyarbakır, sunduğu imkanlar veya imkansızlıklarla belirleyici olmuştur.

Düşüncesinin gelişiminde, doğduğu kentle bağlantılı olarak örgün eğitim kurumlarının ve bu kurumlar aracılığıyla tanıştığı hocalarının etkisi elbette azımsanamaz, ancak asıl şekillendirici etki yakın çevresinden, aile çevresinden gelmiştir. Ziya Gökalp’in yetişmesinde ve eğitimi hayatında ailesinin büyük rolü vardır. Bu eserin çeşitli bölümlerinde ayrıntılı bir şekilde bahsedildiği üzere, ilk akla gelenlerden birisi, babası M. Tevfik Efendi’dir. Erkek kardeşi Emekli Topçu Albayı M. Nihat Gökalp Bey, babalarının her yıl koleksiyon halinde ciltlettirdiği “Diyarbekir” gazetesini ve yine okuması için verdiği seçme kitapları, ağabeyi Ziya Gökalp’in çok erken yaşlardan itibaren dikkatle okuduğunu, bir anlamda o yaşta bir çocuğun anlamakta güçlük çekeceği metinleri ağabeyinin rahatlıkla okuduğunu belirtir.

Görülebileceği gibi Ziya Gökalp, resmi bir kurumun çatısında öğrenime başlamadan çok önce ciddi ve planlı bir öğrenimden geçmiş bulunuyordu. Bu Ziya Gökalp’in yetenekleriyle olduğu kadar, büyük ölçüde ailesinin birikimiyle ilişkilidir.

Ziya’nın entelektüel olarak yetişmesi ve toplumsal konulara yönelik merakının gelişmesinde, gerek babası Mehmet Tevfik Efendi, gerekse dayısı Pirinçcizade Arif Efendi’nin sağladığı olumlu düşünsel ortamın katkısı olduğu anlaşılıyor. Tevfik Efendi’nin Meşrutiyetçi çizgiye yatkın olduğu ve Mutlakıyet rejimine mesafeli durduğu, bizzat Ziya Gökalp’in anılarından anlaşılmaktadır.

 

Bu kapsamda, babasının Namık Kemal ile ilgili düşünceleri, serbest kitap okuma alışkanlığını teşvik etmesi ve çocukların Avrupa’da eğitim görmelerine itiraz etmesi Ziya’yı etkileyen hususlar içerisindedir. Babasının bütün bu etkilerinin küçük Ziya’yı süratle “politize” ettiği; Mutlakiyet rejimine karşı tepkisel bir tutum içerisine soktuğu anlaşılmaktadır. Onun eğitim hayatında yaşayacağı bazı olayların bu konuyla doğrudan ilişkili olduğu görülecektir. Bu politizasyonun büyüklüğünü anlamak için, Ziya’nın Diyarbakır Mülkiye İdadisi’ne kaydolduğu yıl, “Ey Sultan sen çekil, hükümran biziz” nakaratlı siyasi manzume yazdığını hatırlamak gerekir.

Kurumsal eğitim anlamında ilk eğitim kurumu olarak üzerinde durulması gereken yer, Ziya Gökalp’in devam ederek, alfabeyi öğrendiği yer olan mahallelerindeki “Memedin Mescidi”dir.

Küçük Mehmet Ziya, durgun görünüşlü ve okumaya meraklı bir çocuktu. 1882 yılının yaz aylarında, yani altıncı yaşının içindeyken Memedin Mescidi’nde, Elif-Ba (Alfabe) ve Amme Cüzü’ne başlamıştır.

MERCIMEKÖRTMESİ MAHALLE MEKTEBİ 

Ziya, ertesi sene Mercimekörtmesi isimli Mahalle Mektebi’ne gider. Burada Kur’an-ı Kerim ve yazı öğrenir. Kendisinin anlattığına göre, bu yıllarda “Âşık Garip, Kerem İle Aslı, Şah İsmail” gibi kitaplardan bir koleksiyona sahiptir. Geceli gündüzlü kitap okumaktadır. Daha sonra tiyatro eserlerine, şiir ve romanlara, edebiyat eserlerine başlayacaktır.

Ziya Gökalp, on yaşında iken 1886 yılında Mercimekörtmesi ismiyle tanınan bu Mahalle Mektebi’nden mezun olur.

ASKERİ RÜŞTİYE

Mahalle Mektebi’ni bitiren Mehmet Ziya, Rum Kapısı yakınlarında bulunan Diyarbakır Askeri Rüştiyesi’ne kaydolur. Yıl 1886’dır. Askeri okullar II. Abdülhamit’in eğitime verdiği önemden dolayı bütün imparatorluk topraklarına yayılmıştır. Sadece Askeri Rüştiyeler ve Askeri İdadiler değil, Harp Okulu da birçok vilayette açılmıştır. Dönemin en kaliteli eğitim veren kurumlarının başında askeri okullar gelmektedir. Kütüphaneleri, laboratuvarları, ders kitapları ile göz dolduran okullardır. Öğretmenler (asker veya sivil) kaliteli, iyi eğitim almış, kendilerini yetiştirmiş insanlarinsanlardır. Çoğu eser sahibidir. Payitaht İstanbul’dan uzaklaştıkça bu okullarda “hürriyet” fikirleri öğrencilere telkin edilmektedir. Öğretmenlerin çoğu Avrupa’dan yayılan yeni fikirlerin etkisinde, Jöntürk-İttihatçı çizgisinde düşünen insanlardır.

Diyarbakır’da ilk olarak Ulu Camii Müezzinler Mahfili’nde açılan Askeri Rüştiye Mektebi, Şeyhmatar Camii civarında kiralanan büyük bir hanede muhtemelen 1979/1880 yıllarında eğitim ve öğretime başlamış ve 1883 yılı başlarına kadar eğitim ve öğretime burada devam edilmiştir. Diyarbakır Askeri Rüştiyesi için müstakil bir binanın yapım çalışmaları 1881 yılında başlamış, halkın da yardımlarıyla 1.400 altın masrafla okul bitirilmiştir. 1882 yılında Malatya’da Ceza Reisi olarak görev yapan Ziya Gökalp’in amcası (sonradan kayınpederi) Hacı Hasip Efendi, Malatya’dan Askeri Rüştiye Mektebi inşaatı için yardım toplanırken 150 kuruş yardımda bulunmuştur. Diyarbakır merkezinde, Melik Ahmet Paşa Mahallesi’nde yer alan Melik Ahmet Camii bitişiğinde 1883 yılı Şubat ayı başında açılan ve aynı yıl eğitime yeni binasında başlayan Askeri Rüştiye, dört yıllık olmasına rağmen ilk açıldığında sadece ilk üç sınıfı teşkil edebilmiş, dördüncü sınıf açılamamıştır. Vali Hacı Hasan Efendi tarafından 1890 yılında tamir edilen okulun 1915’lere kadar eğitime devam etmiştir.1915 yılı Nisan veya Mayıs ayında “Numune Mektebi”ne dönüştürülen okul; Cumhuriyet döneminde ise uzun yıllar “Gazi İlkokulu” olarak eğitime devam etmiştir. Daha sonra bina yıkılarak yerine Tevfik Fikret İlköğretim Okulu yapılmıştır. Açıldığı ilk yıl (1883) idareciler, Okul Müdürü Kolağası İsmail Hakkı ve Dahiliye Yüzbaşısı Rıfat Efendi’dir. Öğretim kadrosu aşağıdaki tabloda gösterilen bu okulun, açıldığı 1883 yılındaki ilk eğitim ve öğretim yılında 8’i Hristiyan, gerisi Müslüman olmak üzere toplam 119 öğrencisi vardı. Bu sayı Ziya Gökalp’in öğrenim gördüğü 1886-1890 yıllarında yaklaşık olarak 300’ü bulmuştur. Mesela 1898’de okulun 341 öğrencisi vardı.

Askeri Rüştiye Mektebi’nde Ziya’yı etkileyecek olan hocası, okulun Müdürü olan Kolağası (Ön Yüzbaşı) İsmail Hakkı Bey’dir. İsmail Hakkı Bey, sonradan Amasya Milletvekili olacak olan İsmail Hakkı Paşa’dır. Uyanık ve değerli bir öğretmen olan İsmail Hakkı Bey, öğrencilerine içinde bulundukları dönemin kötülüklerini anlatarak, Sultan Abdülhamit’in baskıcı yönetiminden söz ederek, hürriyet fikirlerini telkin etmektedir. İsmail Hakkı Bey, Ziya Gökalp’in üzerinde ilk büyük etkiyi yapmış, onun müdürlüğü döneminde Gökalp gibi birçok seçkin kişi yetiştirmiştir.

Kardeşi Nihat Gökalp’in yazdığına göre, İsmail Hakkı Bey Ziya Gökalp’in babası Tevfik Efendi’nin çok samimi dostu idi ve Ziya Gökalp üzerinde çok büyük bir etkisi bulunuyordu: 

“Bu zat-ı ali babam Tevfik Efendi’nin en samimi dostu ve Ziya Gökalp’in adeta manevi babası ve perestişkâr-i zekâ ve ahlakı (ahlakına ve zekâsına çok saygı duyduğu) idi. Bu keyfiyeti daha ayrıntılı bir şekilde Ziya Gökalp’in ölümünün haftasında İstanbul Cağaloğlu’ndaki Türk Ocağı’nda bilcümle âlim, şair ve siyasi önemli rical huzurunda Ziya Gökalp’in yaşamöyküsü hakkında verdiğim konferansta arzetmiştim. Basın vasıtasıyla bu konferansımı ede eden adı geçen Hakkı Paşa’dan bir mektup aldım. Emekli olarak Bursa’da ikamet ediyormuş. Kendisi hakkındaki beyanattan çok duygulanmış ve minnettar olduğunu bildirmişti.”

Askeri Okul Müdürü Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey, dönemin pek çok aydını gibi, Osmanlı’nın kurtuluşunun, Meşrutiyet’in yeniden ilan edilmesiyle mümkün olabileceğini düşünmektedir. O nesil, büyük devletlerin büyüklüğünün izlerini hayatlarının her alanında görüyorlardı. Fakat bu idrak, yaşanan sıkıntıları daha da artırıyordu. Bu ölçüde kayıplar içinde acı çeken insanların, uzun dönemli, sıkıntılı toplumsal ve siyasi çözümler aramak yerine, kolaycı, kalıpçı çözümlere yönelmeleri doğaldır. Onlar da bir kere Meşrutiyet ilan edilirse, gelecek hürriyet, uhuvvet (kardeşlik) ve eşitlik havası içinde her şey kolayca yoluna girecek, Devlet- i Aliyye’nin durumu da kuvvetlenecektir diye düşünmektedirler ve genç beyinlere bu düşünlerini telkin etmeye çalışmaktadırlar. Sultan Abdülhamit buna “hayal-i şairane” demektedir.Birçokları gibi küçük Mehmet Ziya’nın da ilk büyük heyecanlarını burada yaşadığı muhakkaktır. Aile ve daha geniş çevresi itibarıyla “devleti kurtarmak”, onu yeniden eski görkemli dönemlerine ulaşmış görmek, hele bunun için kendisine ihtiyaç duyulması ne derin, ne muhteşem bir heyecandır. Ziya Gökalp’in eğitime başlamadan iki yıl önceki (Hicri: 1302-Miladi: 1884) Askeri Rüştiye öğretim kadrosu ve senelere göre okunan derslerin isimleri şu şekildedir:

 

 


11 Mart 1890’da Ziya Gökalp’in babası Tevfik Efendi ölür. Ziya aynı yıl Askeri Rüştiye’yi bitirir. Bir yıl kadar evde kalır. Babasının ölümü üzerine Malatya Mahkemesi Ceza Reisliğinden emekli olarak Diyarbakır’a dönen amcası Müderris Hacı Hasip Efendi’den dersler alır. Amcası, Arapça ve Farsçasını ilerletmesine yardım eder.

Ziya Gökalp’in okuldan mezuniyetinden sonra okulun öğretim ve yönetim kadrosunda ciddi değişiklikler olmuş, neredeyse bütün askeri öğretmenler değişmiştir. Bu Hicri: 1308 – Miladi: 1891 Diyarbekir Salnamesi’ndeki bilgilere göre önceden okutulan derslere ilave olarak şu dersler gelmiştir: Türkçe İbare Kıraatı, (Türkçe Okuma), İlm-i Hâl (Din Dersi), Gevher- i Sencide, Tarih-i İslam (İslam Tarihi). Bu tarihteki okul kadrosu aşağıdaki tabloda gösterilmiştir. Ziya Gökalp’in Askeri Rüştiyede okuma merakı devam etmektedir. Burada edebi eserlere yükselmiş, tiyatro eserleri, romanlar, şiir ve edebiyat kitapları okumaya başlamıştır. Bu yüzden sadece zekâsıyla hallettiği matematik dersi dışında “tembel” bir öğrenci olarak bilinir. Kerrat cetvelini (çarpım tablosu) ezberleyememiş olduğu için, matematik hocası da kimsenin çözemediği problemleri Ziya’nın halledişine bir türlü inanamaz. Öğretmenlerin aksine, arkadaşları onun meseleleri kolaylıkla hallettiğini gördükleri için “şu ibareyi anlat” diye ondan yardım isterler. Ziya da daha evvel hiç okumadığı o konuyu hemen orada dikkatlice okur, anlatmaya başlar. Bu gibi “cebri /zorlayıcı okumalar”la “ilim dilinin mantığını öğrenmeyi başarır.” “Fikir ve hissimin ilk terbiye/eğitim beşiği” şeklinde vasıflandırdığı Askeri Rüştiye onda “askerliğe büyük bir hürmet, samimi bir meftuniyet (tutkunluk)” teşekkül ettirmiştir. Ziya Gökalp babası Tevfik Efendi’nin öldüğü yıl (1990) Askeri Rüştiyeyi bitirmiştir.

Ziya Gökalp idadi 4. sınıf öğrencisi (1894)

KENDİ ANLATIMIYLA ASKERİ RÜŞTİYE EĞİTİMİ

İlk ve ortaöğretim dönemlerinde bildiğimiz klasik öğrenci görüntüsünden çok farklı olan Ziya Gökalp, çok kitap okuyan, zeki fakat okul derslerine fazla çalışmayan, ezberci yaklaşıma daima itiraz eden bir öğrenci görüntüsü çizmektedir. Esasında ders notlarına bakıldığında başarılı bir öğrencidir. Bu özelliğinden dolayı bazılarına göre “tembel” bazılarına göre de “çalışkan” bir öğrencidir. Zaman zaman kuralcı öğretmenleri ile de tartışan, onlar tarafından “tembel” olarak bilinen, teşkilatlı, resmi eğitimi ifade eden “örgün/kurumsal eğitim” tarafından adeta cezalandırılan, buna karşılık kamu vicdanını temsil eden “yaygın eğitim” (arkadaşları ve aile çevresi) tarafından daima ödüllendirilen bir öğrencidir.

Kardeşi Topçu Albay Mehmet Nihat Gökalp (1923)

Anılarında bir eğitimci gibi kendisi üzerinden bu ikiliği tartışırken, bugünkü eğitim sorunlarımıza da ışık tutan Askeri Rüştiye öğrenim hayatı hakkında şu bilgileri vermektedir: “Ben çocukken, bazılarına göre çok tembel, bazılarına göre de çok çalışkandım. Okulun derslerine hiç çalışamazdım. Fakat geceli gündüzlü meşgul olduğum bir şey varsa, o da kitap okumaktı. Yedi yaşındayken ‘Âşık Garip, Kerem, Şah İsmail’ gibi kitaplardan bir koleksiyonum vardı. Bir iki sene sonra tiyatro kitaplarına, daha sonra romanlara, şiir ve edebiyat kitaplarına sarıldım. Öğretmenler nazarında okulun en tembel öğrencisi bendim; fakat öğrenciler nazarında en çok okuyan yine ben tanınıyordum. Askeri Rüştiyenin ikinci senesinde iken, hesap (matematik) öğretmenimiz bize derhal halletmek üzere, birtakım hesap meseleleri verir, halledene ‘aferin belgesi’ vereceğini vadederdi. Ben bu mesele hallini bilmece halline benzettiğim için, bunu gayet eğlenceli buluyor, her defasında süratle hallederek öğretmene götürüyordum. Fakat öğretmen, bana vadettiği ödülü vermiyor, bunu mutlaka bir başkasından aldığımı iddia ediyordu. Hâlbuki çoğunlukla meseleyi yalnız ben hallediyordum; bazen başkaları halletse bile pek geç kalıyorlardı. Binaenaleyh, başka birinin bana yardım etmesine imkan yoktu. Bir süre sonra öğretmen bunun farkına vardı. Fakat bu kere de dolabımda, koynumda, cebimde gizli bir kitap aramaya başladı.

Küçük kardeşi Mustafa Sıtkı Gökalp (1935)

Güya, ben bu hal suretlerini bir kitaptan alıyormuşum! Bu iddia öğretmenin, bütün meseleleri bir matbu kitaptan iktibas ettiğini (aynen aldığını) gösterdi. Fakat bende böyle bir kitap yoktu. Bunu sınıf arkadaşlarım pekâlâ biliyorlardı. Öğretmenin bana güvenmemesine sebep, benim tembel bir öğrenci olarak tanınmaklığımdı. Hesabın dört işlemine ait (âmâl-ı erbasına ait) tariflerini ezber olarak söyleyemiyordum, çarpım tablosunu (kerrat cetvelini) da ezberleyememiştim. Sonuçta müteazzi (kurumsal/örgün) bilgim yoktu. Onun için kurumsal ödüle nail olamıyor, bilakis güvenilmemek gibi acı bir cezayla karşılaşıyordum. Öyle olmakla beraber, örgün eğitimden (müteazzi mektep) gördüğüm bu cezalandırmaya karşı, yaygın eğitim (münteşir mektep) beni ödüllendirirdi. Sınıf arkadaşlarım meseleleri gayet kolay hallettiğim için benim iyi hesap bildiğime kani oldular. Bu kanaatleri sonucunda, kendilerine de hesap öğretmemi rica etmeğe başladılar. Birçokları hesap kitabını yakalayarak yanıma gelir, bana, ‘şu ibareyi anlat’ derdi. Hâlbuki ben o ibareyi ne okumuş, ne de anlatmıştım. Fakat yapılan ısrarlı ricalara karşı gelemeyerek, kitabı dikkatlice okuyarak anlatmağa başladım. Bu cebri (zorunlu) okumaların sonucu olarak, ilim dilinin mantığını öğrenmeği başardım. Önceden, hikâye, tiyatro, şiir, roman gibi şeyleri sırf bir oyun, bir eğlence olarak okurdum. Ders kitapları ise ruhuma vecd veren canlı hayalleri, somut fikirleri içermediği için ruhumu sıkardı. Soyut tanımlardan oluşan ilim dilinin medresevî mantığını ise hiç anlayamıyordum. Fakat başkalarına anlatma mecburiyeti beni uğraştıra uğraştıra, soyut olanları/ kavramları (mücerredâtı) anlamaya alıştırdı. Artık matematiğe ait kitaplar da benim için edebi kitaplar gibi eğlence zemini oldu. Askeri Rüştiyede tembellikle meşhur olmama rağmen, nihayet matematiğe kabiliyetli olarak tanınmıştım. Yukarı sınıflara çıktıkça bu husustaki kabiliyetimi bütün öğretmenler kabul etmeye mecbur oldular. Fakat okulun son senesinde bulunduğum zamanlarda bile, Kavaid-i Osmaniye (Osmanlıca Dil Bilgisi) dersinde en az numara alan öğrenciydim. Halbuki ben o zamana kadar binlerce edebi kitap okumuş, dilin bünyesine oldukça vakıf olmuştum. Dili, vezni, kafiyesi düzgün şiirler yazabiliyordum. Arkadaşlarım dil ve edebiyatta beni takdir ediyorlardı. Dilbilgisi (Kavaid) öğretmeni nazarında ise lisan dersinin en büyük cahili bendim. Çünkü Cevdet Paşa’nın Kavaid-i Osmaniye adlı kitabını harfiyen ezberleyemiyordum. Ben çocukken cehdî iradeden mahrumdum; fakat kendi kendime sevdiğim kitapları okumak için, gayet şiddetli bir vecdî iradem vardı. Demek ki, tembelliği cehdsizlikten ibaret görenler için gayet tembeldim; vecdsizlikten ibaret görenler için ise gayet çalışkandım. (Z. Gökalp’in “irade”yi “cehdî” ve “vecdî” olmak üzere iki bölüme ayırmaktadır. Cehdî irade, istemediği, sevmediği konularda çalışma çabalama iradesi, vecdî irade ise sevdiği, ruh coşkunluğu ile çalışmak istediği konularla uğraşmak iradesidir.) Benim, Askeri Rüştiyedeki bu tezatlı hayattan kazanmış olduğum duygu şu oldu: Resmi makamların, müteazzi (kurumsal/ resmi) reislerin takdir veya takbihine (beğenmemesine/ kötülemesine) kıymet vermemek! Filhakika ben, bu devreden sonra fertlerin ne övgülerine ne de yermelerine önem vermedim. Vaniteden (kibirlilikten) kurtulabilmek için, felsefi mütalaalarımdan gördüğüm faide kadar, çocukluk hayatına ait bu tecrübelerden de menfaat gördüm. Askeri Rüştiyede öğrenci arasında cezalandırmalara karşı garip bir ruh hali meydana gelmişti. O zaman avucumuzun içine ceza olarak değnekle beş, on, onbeş, ilh… darbe vurulurdu. Bu zamanlarda, dayak yemenin şerefe aykırı olduğunu hiç duymuyor, bilakis acıya tahammül göstermeyi yiğitlik sayıyorduk. Hangimiz, elimizin değnek darbeleri altında kızarmasına rağmen, yüzümüzü ekşitmez, lakayt bir vaziyet gösterirsek, içimizde o, kahraman tanınırdı. Böyle bir kahraman tanınmak için hepimizde büyük bir zevk vardı. Bu halin neticesi olarak, içimizde yalan söylemek de azalıyordu. Çünkü çocuğu yalana sevk eden başlıca korku, ceza korkusudur. Mesela ben, dahiliye zabitleri (sınıf subayları) nazarında ‘hiç yalan söylemez’ diye tanınmıştım. Filhakika cezayı davet eden hiçbir kabahatimi saklamaz, elimi değneğe karşı metanetle açar, bu ıstıraplı spora mukavemet (dayanıklılık) gösterdikçe daha çok metin olduğuma kanaat getirirdim…” Ziya Gökalp bir başka yazısında Askeri Rüştiyedeki öğrenciliği hakkında biraz da askerlik sevgisi ile ilişkilendirerek şunları anlatmaktadır: “Fikir ve hissimin ilk terbiye beşiği Askeri Rüştiye olduğundan ebedi barışın yegâne temin vasıtası olan askerliğe büyük bir saygı ve samimi bir aşkla doluydum. Bugün bu kahramanlık sahası askeri musikinin coşkulu nağmelerini dinler, zafer alayının büyüklüğünü gösteren düzenli geçişini seyrederken, övünç ve sevinçle karışmış olan askeri çocukluk hayatımı hatırlamaktayım. Göğüsleri sarı düğmeler, kolları yeşil şeritlerle süslü övündüğümüz elbiselerimizi giymiş olarak, biz sekiz, on yaşındaki bu küçük askerler, okulun bahçesinde yahut kırlarda yumuşak çimenlerin üzerinde saatlerce ayak talimleri yaparak coşku ve sevgi duygularıyla dolup taşardık.”

AMCASINDAN ÖZEL DERS ALDI

11 Mart 1890’da Ziya Gökalp’in babası Tevfik Efendi ölür. Ziya aynı yıl Askeri Rüştiyeyi bitirir. Bir yıl kadar evde kalır. Babasının ölümü üzerine Malatya Mahkemesi Ceza Reisliği’nden emekli olarak Diyarbakır’a dönen amcası Müderris Hacı Hasip Efendi’den dersler alır. Amcası, Arapça ve Farsçasını ilerletmesine yardım eder. Hacı Hasip Efendi, Gazâli, İbni Sînâ, Farâbî, İbn Rüşt gibi klasik İslam âlimlerini ve Muhyiddin Arâbî, Mevlana Celâlettin Rumi gibi mutasavvıfların eserlerini de okutarak “Şark/Doğu terbiyesini” almasını sağlar. Bunlar arasında Gazâli’nin hakikati aramada geçirdiği iç çatışmaları ele alan “el-Münkızu mine’d-Dalâl” (Sapıklıktan Kurtuluş) adlı eserinin büyük etkisi birkaç yıl sonraki “intihar” girişiminde kendini gösterecektir. Ablası Sacide Hanım tarafından akrabası ve yakın arkadaşı olan Ahmet Cemil Asena bu eseri okuma sebebi ve şekli ile ilgili olarak şunları söylüyor: “Ziya, bir aralık mevcut din ve mezheplerin ilişki şekillerindeki sebep ve saikleri de incelemeye koyuldu. Kudsiyetini netice olarak takdir ettiği Muhammedî dinin zaman-ı saadetteki (Peygamberimiz zamanındaki) ilk dönemlerdeki temizliğine götürülmesini ve ona sokulan bidatlerin uzaklaştırılmasını önemle gerekli buluyor ve imanın taklidî değil, ancak tahkikî olması lüzumunu ileri sürüyordu. Bunu hisseden amcası Hasip Efendi merhum Ziya’ya, İmam Gazzâli Hazretleri’nin ‘El-Munkızu min-ed-Dalâl’ isimli eserini okutmağa başladı. Ziya, ikinci dersini almadan, geceli, gündüzlü kırk sekiz saat çalışarak bu eseri kendi kendine baştanbaşa okudu ve tahlile muvaffak oldu. Amcasının yanına geldiği zaman adeta bir malumat kamusu (ansiklopedik sözlük) kesilmiş ve amcasını pek önemli sorular ve açıklamalar karşısında bulundurmuş idi. Ziya’nın bu eser-i dehası karşısında hayret ve takdirden sesi soluğu kesilmiş olan amcası, onu kendi haline ve kendi kişisel okuma ve öğrenmesine terketmiştir.”

Lise yıllarında, babası Tevfik Efendi’nin nasihatine uyarak yolundan yürüdüğü Namık Kemal havasında bir hürriyetçi olan Ziya Gökalp’in ilk eylemleri de burada gerçekleşir. Bir gün yanındaki arkadaşına değnekle vuran gözetmen için durum değerlendirmesi yapan Gökalp ve arkadaşları idarecilerin bütün değneklerini kırıp, kendilerine bir daha dayak atmamalarını tebliğe karar verirler.

Diyarbakır'da bir “idadi/lise” açılması düşüncesi ilk defa 1875 yılı başlarında gündeme getirilmiştir. Diyarbakır Vilayeti Umum Meclisi’nin 23 Mart 1875 tarihli yazı ile Sadaret makamına bildirilen isteği uygun görülmüştür. Sadrazam Said Paşa’nın çabası sonucu eğitime harcanmak üzere 1884 yılı bütçesine yeni öşür ve gayrimenkul vergisinin konulması ile idadi masrafları için kaynak bulunmuştur. Vilayet idaresi Diyarbekir merkezinde surların dışında eski sarayın kuzey tarafında “Arap Köşkü” diye bilinen mahalde inşa olunacak 200 kişilik Mülki İdadi Mektebi’nin 29 Şubat 1888 tarihli şartnamesini hazırlamıştır. Bu şartnameye göre İdadi binası iki katlı ve tamamen taştan yapılacaktı. Binanın birinci katında 8 oda, 1 salon, 1 gezinti ve 1 merdiven yeri vardır. İkinci katta ise 9 oda ve 1 salon tasarlanmıştır. Binada toplam 98 pencere ile 19 kapı mevcuttur. Okul binasının bitişiğinde bir abdesthane yapılacaktır.

Vilayet tarafından hazırlanan ihale tezkeresi Payitahtta ilgili bakanlıklarda incelendikten sonra 13 Ocak 1889 tarihli irade ile inşaatın başlamasına izin verilmiştir. Bu irade doğrultusunda bir inşaat komisyonu kurulmuş ve Vali Hacı Hasan Refik Bey tarafından 1889 yılında okulun temeli atılmıştır. Toplam 340.000 kuruş harcanarak iki yılda (1891) okul inşaatı tamamlanmıştır. Okul inşaatının tamamlanması üzerine, memleketin ileri gelenleri ile ulema ve gayrimüslim ruhani reisleri tarafından Sultan II. Abdülhamit’e bir şükran arzuhali takdim edilmiştir. Diyarbakır’ın meşhur âlimlerinden Subhi Efendi ise okuduğu bir kasideyle okulun tamamlanma senesi olan Hicri: 1308 (1891) yılını tarih düşmüştür.

Rumi 1307 (Miladi: 1891/1892) yılında açılışı gerçekleştirilerek öğretime başlayan Mülkiye İdadisi, Hicri 1312 (Miladi: 1894/1895) yılına kadar beş sınıflı ve gündüzlüdür. Bu tarihte teşkilatı genişletilerek yedi yıllık yatılı idadi olmuştur. Fakat bu durum çok sürmemiş, 1901’de tekrar beş yıla indirilmiştir. Okul, 1909 yılı Ağustos ayına kadar beş yıllık gündüzlü idadiler grubunda yer almıştır. Okul vilayetin teklifinin merkezden uygun görülmesi üzerine 1910’da yeniden yedi yıllık yatılı idadiye dönüştürülmüştür. Okul 16 Kasım 1913’te iki devreli ve yatılı sultaniye dönüştürülmüştür.

1891-1913 yılları arasında kesintisiz (aktif) eğitim veren okulun Ziya Gökalp’in de öğrenci olduğu dönemlerdeki idare ve eğitim kadrosunda şu isimler vardır:

 

Ziya Gökalp’in de 2. sınıfından lise eğitimine başladığı okulun ilköğretim yılı olan 1891- 1892 ders yılı başında kayıt yaptıran öğrenciler sınava tabi tutularak hazırlık, birinci ve ikinci sınıflar oluşturulmuştur. Hazırlık sınıfında 26, birinci sınıfta 27 ve Ziya’nın da bulunduğu ikinci sınıfta 12 öğrenci vardı. Öğrencilerin çoğunluğu Müslüman olmakla birlikte, az sayıda da Ermeni okumaktaydı. Okulun bu ilk eğitim-öğretim yılı toplam yedi buçuk ay sürmüştür.

Bu ders yılının ilk genel sınavı maarif müdüriyetince tayin edilen gözetmenler vasıtasıyla 1892 Ağustos’unda gerçekleştirilmiş ve bu sınav sonucunda okulun üçüncü sınıfı oluşturulmuştur. Bu dönemde vilayetlerde açılan mülki yatılı ve gündüzlü idadilerin programları sık sık değişmekle beraber 1898/1899 (Hicri: 1316) tarihli Maarif Salnamesi’nde yer alan bir ders programı aşağıdaki tabloda gösterilmiştir. Derslerin işlenişinde okuma ve ezber metodu yaygın olarak kullanılmakla birlikte, müzakere saatlerine de yer verildiği görülmektedir.

Ziya Gökalp, bir yıllık aradan sonra, 1891 yılı sonbaharında o zaman yeni açılmış bulunan Diyarbakır Mülkiye İdadisinin ikinci sınıfından lise eğitimine başlar. Kendisi, Selanik Sultani Mektebi “Sosyoloji Öğretmenliği” ne başladığı sırada (1910) okul idaresi vasıtasıyla Maarif Vekaleti’ne yazdığı “Resmi Hâl Tercümesi Kağıdı”nda (Özgeçmiş); “İlk eğitim Diyarbekirde’dir. Diyarbekir Askeri Rüştiyesinden 1890 (1306) senesinde Şehadetname (diploma) aldım. Bir sene kadar hususi eğitim gördükten sonra, Diyarbekir Mülki İdadisi açıldı. 1891 (1307) senesinde Mülkiye İdadisinin ikinci sınıfına dahil oldum.” Demektedir.

Bu okulda, “insanlığın şerefini, karakterin mahiyetini başka türlü anlamağa” başlamışlar, arkadaşlarıyla aralarında “büsbütün başka ruhaniyyet husule” gelmiştir: Millet, vatan mefkûreleri; hürriyet, eşitlik aşkları… Gökalp aynı yazısında bu “ruhaniyyet”in oluşumunda “münteşir mektep”in (yaygın eğitim) “müteazzi mektep”e (teşkilatlı, örgün eğitim) galip geldiğine de işaret etmekte ve “çok kere örgün eğitimin cezalandırmak istediği fertleri, yaygın eğitim ödüllendirirdi.” Der. Bugün de büyük oranda geçerli olan bu tespit, “istibdat” devrinin okullarındaki “havayı” aksettirmesi bakımından çok önemlidir.

GENÇ HÜRRİYETÇİNİN İLK EYLEMLERİ

Lise yıllarında, babası Tevfik Efendi’nin nasihatine uyarak yolundan yürüdüğü Namık Kemal havasında bir hürriyetçi olan Ziya Gökalp’in ilk eylemleri de burada gerçekleşir. Bir gün yanındaki arkadaşına değnekle vuran gözetmenin (mubassır) uzaklaşmasından sonra arkadaşları ile kısa bir durum değerlendirmesinde bulunurlar ve idarecilerin bütün değneklerini kırıp, kendilerine bir daha dayak atmamalarını tebliğe karar verirler. Bu kararı uygularlar ve okulda bir daha değnek kullanılmaz. Bu sonuç, eğitimdeki “geleneksel” bir kurumun, hem de Diyarbakır gibi imparatorluğun payitahta oldukça uzak bir şehrinde ve öğrenciler eliyle kaldırılması bakımından dikkat çekicidir. İdadide yaşanan bu olayı Ziya Gökalp 1918 yılında yazdığı bir yazıda şu şekilde anlatmıştır:

“Bilahare, Askerî Rüşdiyesini bitirdikten bir iki sene sonra Mülkiye İdadisine girdim. Orada, aramızda büsbütün başka bir ruhaniyet husule geldi. Burada insanlığın şerefini, seciyesinin mahiyetini başka türlü anlamağa başladık. Ruhumuzda millet, vatan mefkûreleri, hürriyet, müsavat askları uyanıyor, insanların dayak yemek gibi bir zilletten münezzeh olması lâzım geldiğine dair bir kanaat doğuyordu. Bir gün dershanede, mubassırlardan biri elindeki değneği bir arkadaşımıza vurdu. Bu hâdise sınıfta büyük bir galeyanın doğmasına sebep oldu. Sınıf, kısa bir müzakerenin neticesinde, dersten çıkınca mubassırların, muavinlerin ellerindeki değnekleri alıp kırmağa, bir daha Mektep İdare Heyetinden hiç kimsenin değnek taşımayacağını, İdare Heyetine tebliğ etmeğe karar verdi. Bu karar icra edildikten sonra artık mektep idaresi değnek istimaline hiçbir zaman cesaret edemedi.”

SORUŞTURMA AÇILDI

Ziya’nın Mülkiye İdadisinde ikinci, siyasi mahiyetteki ilk eylemi de “milletim çok yaşa!” sözleriyle ortaya dökülen tepkisel olaydır. Dördüncü sınıftan beşinci sınıfa geçeceği günlerde alışılmış bir okul töreninde ve Vali Sırrı Paşa’nın huzurunda, tam “padişahım çok yaşa!” diye bağırılacağı sırada, Ziya ileri atılarak “milletim çok yaşa!” diye bağırır. Derhal bir soruşturma açılır. Ancak, Vali’nin ve Ceza Reisi Molla İsmail Ramiz Efendi’nin yardımıyla, “padişahım, milletinle çok yaşa!” denildi şeklinde gösterilerek adli bakımdan mesele örtbas edilir. Okulda disiplin bakımından olayı örtbas etmekle beraber Ziya Gökalp’in “ahlak notu”ndan üç puan indirir.

Bu konu ile ilgili soruşturma evrakı dahil arşiv belgelerini yayınlayan Sayın Selçuk A. Somel konuyla ilgili önemli makalesinde değişik kaynaklardan ve Ziya Gökalp’in kendi anlatımından şu bilgileri vermektedir. Damadı Ali Nüzhet Göksel’e göre, Ziya Gökalp idadi talebesiyken Vali Sırrı Paşa’nın mektebi teftişi sırasında “Padişahım çok yasa” nakaratı yerine toplanmış çocuklar arasından birdenbire “Millet çok yasa” diye bağırmıştır. Soruşturmalara neden olan bu hadise Göksel’in anlatımında bireysel bir eylem olarak görünmektedir. F. Kırzıoğlu’na göre 1894 Baharı’nda dördüncü sınıftan besinci sınıfa geçeceği sırada Ziya ve kendisi gibi fikirlere sahip arkadaşları bir okul bitimi aksamında mutat “Padişahım çok yaşa” yerine “Millet çok yaşa” diye bağırmışlardır. Bu durum jurnal edilip soruşturma açılmasına karsın Vali Sırrı Paşa’nın

Ziya’nın babasının eski dostu olması, ayrıca Naip ve Midhat Paşa’nın eski dostu olan İstinaf Mahkemesi Reisi İsmail Ramiz Efendi’nin ve buna ilaveten İdadi Müdürü ve Fransızca muallimi Hüseyin Celal Bey’in yardımlarıyla soruşturmanın seyri değiştirilmiştir. Buna göre “Millet çok yaşa” ibaresi “Padişahım milletinle çok yaşa”ya değiştirilerek soruşturma metinlerine girmiştir. Böylelikle Ziya adli cezadan kurtarılabilmiştir. Buna karşılık okul yönetimi Ziya’nın Ahlak dersi notunu 10’dan 7’ye düşürmüştür.

Söz konusu eylemi Ziya Gökalp de nakletmektedir. Vefatından kısa bir süre önce yer ve isimleri farklı vermek suretiyle, cumhuriyetin birinci yıl dönümü dolayısıyla, yani 29 Ekim 1924’den yaklaşık bir hafta önce bir makale dizisi formatında 18-21 Ekim 1924 tarihlerinde Cumhuriyet gazetesi için kaleme almıştır.

1894’te, Ziya’nın 4. sınıf öğrencisi olduğu devrede, okula yapılan bir tebliğle öğrenciler her akşam ‘Padişahım çok yaşa’ nakaratını söylemeye zorlanırlar. Sınıfın önemli bir kısmı mutlakiyet aleyhtarı olarak yetiştiğinden tebliğ tepkiyle karşılanır. Öğrenciler, karşıt tavır alarak o akşam hep birden, ‘Padişahım çok yaşa’ yerine, ‘Millet çok yaşa’ diye bağırırlar.

Hadisenin ayrıntısını Ziya Gökalp “Mektepte Cumhuriyet İlânı” başlıklı makalesinde Hüseyin Sâbir adında bir gencin (Hüseyin Sâbir gerçekte Ziya’nın babasının dedesinin adı idi) Erzurum idadi mektebinde başından geçmiş gibi anlatır. Özetlenecek olursa, 1894’de, Ziya’nın dördüncü sınıf öğrencisi olduğu devrede okula yapılan bir tebliğle öğrenciler her aksam “Padişahım çok yaşa” nakaratını söylemeye zorlanırlar.

Z. Gökalp idadi 3. Sınıf öğrencisi, arkadaşı Ömer Beyoğlu Halit Refet ile (1892)

Sınıfın önemli bir kısmı mutlakiyet aleyhtarı olarak yetiştiğinden tebliğ tepkiyle karşılanır. Öğrenciler karşıt tavır alma konusunda toplandıklarında Ziya söz alarak: “Arkadaşlar! Bu gün bize hiç sevmediğimiz, tamamıyla nefret ettiğimiz bir zalime her akşam dua etmemiz emir olundu. Bu, bizim genç ve temiz ruhlarımızı kirletmek içindir. Biz zaten her gün vatanımız, milletimiz için dua etmekteyiz. Çünkü bu mektebi açarak bizi yeni fikirlerle, duygularla terbiyeye çalışan odur. Abdülhamit, millete ait olan hâkimiyeti zorla onun elinden almış olan ve bu esareti ihtiyarıyla kabul etmeyenleri mahvetmeye çalışan…” bir padişahtır. “Arkadaşlar! Yapmamız lâzım gelen iş gayet açık ve sadedir: Her akşam dua için gidilip de, dua trampetesi çalınınca, bizden zorla istedikleri dua yerine, “Millet çok yaşa!” diye bağırmalıyız. Bu da bize zorla kabul ettirmek istedikleri teklife karşı en iyi bir protestodur.”

Ziya’nın bu teklifi oy birliğiyle kabul edilir ve o aksam hep birden “Padişahım çok yaşa” yerine “Millet çok yaşa” diye bağırırlar. Gökalp’in anlatımına göre bu eylem bir defalık bir protesto değil, üst üste haftalarca devam etmiş bir hadisedir. Hatta eylem esnasında ayrıca Midhat Paşa ve Namık Kemal’i zikreden, hürriyet talep eden ve “hükümran millettir, hükümdar değil” nakaratıyla son bulan bir koşma da okunmuştur. Mektep bahçesinde gerçekleşen ve haftalar boyu süren bu eylemi duyan Diyarbakır halkı bu muhalif koşmayı dinlemek amacıyla idadi önünde toplanmaya başlamıştır. Mutlakiyet koşullarında hakikaten ciddi nitelikte bu hadiseyle karşı karşıya kalan idadi idaresi bir yandan jurnal edilme korkusu, diğer taraftan da talebelerin hakaretine maruz kalma çekincesiyle bir süre seslerini çıkaramamışlardır.

Z. Gökalp’in Bayraktar Mektebi öğrencisi iken (1896-1897) arkadaşı A. Cemil Asena (Sağda) ve bir arkadaşı

Söz konusu eylemin başlamasından yaklaşık bir ay geçtikten sonra hadise Mabeyn’e jurnal edilir edilmez derhal soruşturma açılmıştır. Öyle ki Yıldız telgraf merkezinde makine başında bulunan Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa gece vakti Diyarbakır Valisi’ni ve Maarif Müdürü’nü evlerindeki yataklarından kaldırıp telgrafhaneye getirterek bizzat sorguya çekmiştir. Gökalp’in iddiasına göre talebelerin elebaşısı (yani Ziya) ile Maarif Müdürü arasında uzun bir pazarlık vuku bulmuştur. Buna göre Maarif Müdürü çocuklara yaptıklarından vazgeçmeleri konusunda yalvarmıştır. Ziya ise bunu reddederek kendilerini millet uğruna feda etmeye hazır olduklarını haykırmıştır. Maarif Müdürü korkuyla “ailem, geleceğim, sizin de geleceğiniz mahvolacak” gibi panik ve dehşet içeren sözler sarf etmiştir. Ziya ise hiç mi hiç taviz vermemiştir. Sonunda varılan anlaşmayla idadi mektebindeki öğrenci eylemine “Padişahım çok yaşa” duasının iptal edilmesi karşılığında son verilmiştir. Vali, İdadi Müdürü ve Maarif Müdürü’nün çabaları sonucunda vaka az çok örtbas edilebilmiştir.

ZULME KARŞI İSYAN

Ziya’nın öğrencilik dönemine ait “İhtilal Şarkısı” adlı Müslümanları zulme karşı isyana ve hürriyet için kıyama çağıran şiiri, bu olaylardan hemen sonraki günlerde, 1 Ocak 1895 tarihinde kaleme alınmıştır.

Somel’in yayımladığı belgelerden olayı o sırada Diyarbakır’da sürgün olarak bulunan Necip Nadir’in jurnallediğini öğreniyoruz. Necip Nadir, 1892’den beri devletin Diyarbakır’da zorunlu ikamete tabi kıldığı ve Diyarbakır ileri gelenleri tarafından da pek sevilmeyen birisidir. 8 Mart 1894 tarihli bir belgeden Diyarbakır’da şehrin esnafı, uleması ve din adamları, Necip Nadir’i “İslam ahlakını ifsat etmekle, yabancı konsoloslar ve rahiplerle, Ermeni ileri gelenleriyle temas halinde bulunmakla” suçlamaktadır. Belgelere bakıldığında okuldaki öğrencilerin bu “padişahım çok yaşa” duasına karşılık “milletim çok yaşa” duası eyleminin bazen yatışmakla birlikte birkaç defa ve uzun zaman sürdürüldüğü görülmektedir. Diyarbakır Vali Vekili Salih oğlu Mehmet Enis Bey’in konuyla ilgili Sadarete çektiği 1 Aralık 1894 tarihli şifreli telgrafta belirttiği üzere ilk eylem yaklaşık olarak Haziran veya Temmuz 1894’te gerçekleşmiştir. Bu eylemde öğrencilerden bazıları “padişahım çok yaşa” yerine “padişahım milletinle çok yaşa” diye bağırmışlardır. Mehmet Enis Bey’in ifadesine göre soruşturma sırasında söz konusu eylemi doğrulayan bazı öğrenciler amaçlarının tahta çıkış ve doğum yıl dönümü vesilesiyle padişahı yüceltmek olduğunu, bu amaçla mutat olan duadan farklı olarak yeni bir dua okuduklarını söylemişler, olay bu şekilde kapanmıştır. Bu olay muhtemelen okulun yaz tatili dolayısıyla kapanacağı sırada gerçekleşmiştir.

Diyarbakır Mülki İdadisindeki son “padişahım çok yaşa” eylemi büyük ihtimalle 21 Ekim 1894 Pazar günü gerçekleşmiş, olaydan iki gün sonra Necip Nadir 23 Ekim 1894 tarihli bir mektupla olayı hükümete ve saraya ihbar etmiştir. Necip Nadir’in 21 Ekim 1894 Pazar günü gerçekleşen son eylemden iki gün sonra 23 Ekim 1894’te saraya gönderdiği olayla ilgili ihbar mektubunun kasım sonu veya aralık başında İstanbul’a ulaştığı ve eylemlerin bu tarihlere kadar sürdüğü anlaşılmaktadır. Konuyla ilgili belgeler ve Ziya Gökalp’in anlatımları da eylemin birkaç defa tekrarlandığı ve uzun süre devam ettiğini göstermektedir.

23 Ekim 1894 tarihli ihbar mektubu üzerine, Sadaret 30 Kasım 1894 tarihli telgrafla Diyarbakır Valiliği’nin bu olayla ilgili olarak hangi işlemlerin yapıldığını sormuştur. Vali Vekili Enis Bey, 1 Aralık 1894 tarihli telgrafta yukarıda anlatıldığı şekilde olay özetlemiştir. Daha sonra 8 Ocak 1895 tarihinde Vali Vekili Enis Bey’in Maarif Müdür Vekili Ali Murat Talat aracılığı ile okulda bir soruşturma yaptırmıştır. “Mekteb-i İdadi Beşinci Sene Talebesi Arasında Nizamat-ı Dahiliyesi Hilafında Bazı Muamelenin Vuku Bulduğu İşitilmekle Olbabda İcra Edilen Tahkikat Varakası” başlıklı soruşturma raporuna göre Mülki İdadi Mektebi Müdürü Muhsinzade Ali İrfan Bey ile Birinci Müdür Yardımcısı (Mekteb- i İdadi Muavin-i Evveli) Hakkı Efendi’ye olaylarla ilgili bazı sorular (toplam üçer soru) sorulmuştur. Vali Vekili Mehmet Enis Bey, bu raporu 9 Ocak 1894 tarihli bir üst yazı ile Sadarete göndermiştir. Bu soruşturmada sorulardan biri “padişahım çok yaşa” eylemi ile ilgilidir. Diğer iki soru ise dershane ortamında, öğrenciler ile dersin öğretmenleri arasında geçen tartışmalar ile ilgilidir. Bu son iki sorunun kapsadığı dershane ortamındaki olaylar, aynı tarihlerde gerçekleşecek olan Ziya Gökalp’in “intihar girişimi” ile ilgilidir. Bu nedenle sonraki yazılarımızda ele alınacaktır. Bu olaylar yaşandığı sırada Vali Sırrı Paşa’nın yanında Ceza Reisi Molla İsmail Ramiz Efendi olduğu halde okula gelerek öğrencilerle görüştüğünü ve onlara çeşitli sorular sorduğunu biliyoruz. Hatta Ahmet Cemil’in (Asena) anlattığına göre, Vali Paşa, Ziya Gökalp’e örnek bir mesele vererek padişaha hitaben dilekçe yazdırmıştır. Dilekçedeki ifade ve düzeni çok beğenen ve takdir eden Vali Sırrı Paşa ile Molla Ramiz Efendi, “dilekçesini kendisine iade ettiler ve bununla beraber olabilecek bazı tehlikelere karşı her ferde karşı gayet ihtiyatlı davranması gerektiğini de Ziya’ya söylemekten geri kalmadılar.”

SORUŞTURMA AÇILDI

Necip Nadir’in ihbar mektubunda ve diğer soruşturma evrakında bu olaylarla ilgili olarak ismi geçenler arasında Ziya Gökalp’in dayısı Pirinçcizade Arif Efendi, onun oğlu Pirinççizade Fevzi, Faik ve Haşim Beyler bulunmaktadır.

Mehmet Ziya’nın dayısı olan Pirinçcizade Arif Efendi, 1894-1895 devresinde Diyarbakır Vilayet İdare Meclisi’nin seçilmiş üyelerinden birisi idi. Arif Efendi Ziya’yı her zaman kollamış, sahip çıkmıştır. 1890’ların sonları ve 1900’lerin başlarında Ziya ve arkadaşları Diyarbakır’da illegal faaliyetlerde bulunurken o zamanki belediye başkanı olan Arif Efendi Ziya’yı korumuş, dolayısıyla yapılan soruşturma ve kovuşturmalar ciddi sonuçlara yol açmamıştır.

Arkadaşları ile birlikte, Mülki İdadide dördüncü sınıftan beşinci sınıfa geçecekleri sırada, 1894 baharında meydana gelen ve o senenin sonuna kadar devam eden “padişahım çok yaşa” duasına aykırı olarak gerçekleştirdikleri “milletim çok yaşa” eylemleri sonucu Mehmet Ziya, adli cezadan kurtularak, okul yönetimi tarafından ahlak notunun 10’dan 7’ye indirilmesi ile cezalandırılmıştı.

1908’deki Meşrutiyet Meclisinde Diyarbakır Mebusu olarak bulunan Pirinçcizade Arif Bey, milletvekili iken 15 Mart 1909’da vefat etmiş; yapılan ara seçimlerde yerine oğlu Pirinçcizade Feyzi Bey, 19 Mart 1909 tarihinde 27 oy ile seçilmiş, mazbatası 23 Haziran 1909 tarihinde onaylanmıştır. Ziya’nın dayısının oğlu ve arkadaşı olan Pirinçcizade Fevzi Bey’in öğrencilerin idadideki “padişahım çok yaşa” eylemlerinden dolayı Vali Sırrı Paşa’dan sonra gelen Vali Halit Bey’in okul ile ilgili gerçekleştirdiği bazı tasarruflar hakkında 15 Ocak 1909’da Meclise bir soru önergesi verdiği görülmektedir. Bu sırada Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki Cemiyetinin bölge müfettişidir. Fevzi Bey, olayın “bazı münafıklar tarafından mabeyne ihbar edildiğini ve şiddetli soruşturmaların olduğunu” ifade etmektedir. Yine soru önergesinden anlaşıldığına göre, Vali Sırrı Paşa, “hiç ehemmiyet vermeyerek kimseyi sorumlu tutmadı. Fakat sonradan gelen Vali Halit Bey, terbiyesi gereği haber alması üzerine leylî (yatılı) kısmı kapatmış ve maarif müdürünü alıkoyarak tutuklatmış ve vilayet maarif müdürsüz kalmıştır.”

Yukarıda Diyarbakır Mülki İdadi Mektebinin geçirdiği evreleri anlatırken belirtildiği üzere, okulun beş yıldan yedi yıllık yatılı okul haline getirilmesi düzenlemesinin (1894-1895) ve 1901’de tekrar beş yıla indirilerek, 1909 yılı ağustos ayına kadar beş yıllık gündüzlü idadiler grubunda yer almış olmasının da bu olayla ilgili olduğu anlaşılmaktadır.

Ziya’nın idadideki arkadaş çevresi içerisinde olduğu bilinen ve soruşturma belgelerinde de adı geçen diğer bir isim Mehmet Ziya’nın Faik isimli arkadaşıdır. Kendisi daha çok Osmanlı-Türk edebiyatında Servet-i Fünun ve özellikle Fecr-i Âtî akımlarına mensup bir şair olan Faik Ali (Ozansoy) olarak tanınmıştır. Babası Diyarbakırlı Said Paşa, Doğu Anadolu’da mutasarrıflıklarda bulunmuş olup 1869’da yayın hayatına giren Diyarbekir gazetesinin ilk yayın müdürlüğünü yapmıştır. Ayrıca dokuz ciltlik “Mirâtü’l-İber” adlı bir tarih eseri de yazmıştır. Faik’in ağabeyi ise yine Osmanlı-Türk edebiyatının önde gelen şair ve yazarlarından Süleyman Nazif’tir. Soruşturma belgelerinde ismine rastladığımız Haşim hakkında ayrıca bir bilgi mevcut değildir. Sadece Ziya’nın, ailesinden habersiz İstanbul’a gitmesinden sonra idadiden eski sınıf arkadaşı olan Abdullah Haşim’e rastladığını ve birlikte eski tabiiye dersi hocaları olan doktor Yorgi’yi ziyaret ettiklerini bilmekteyiz. İstanbul’da eğitim görmekte olan Abdullah Haşim’in de Diyarbakır’ın varlıklı ailelerinden birinin çocuğu olduğu düşünülebilir. Arkadaşları ile birlikte, Mülki İdadide dördüncü sınıftan beşinci sınıfa geçecekleri sırada, 1894 baharında meydana gelen ve o senenin sonuna kadar devam eden “padişahım çok yaşa” duasına aykırı olarak gerçekleştirdikleri “milletim çok yaşa” eylemleri sonucu Mehmet Ziya, adli cezadan kurtularak, okul yönetimi tarafından ahlak notunun 10’dan 7’ye indirilmesi ile cezalandırılmıştı.

Gökalp’in 1910 yılı sonlarında Selanik’te kendi el yazısı ile hazırladığı “Haltercümesi” nde anlattığı üzere, aynı yıl (1894) ilkbaharında Diyarbakır Mülki İdadisindeki eğitim beş yıldan yedi yıla çıkartılınca, son sınıfa geçmiş bulunan Mehmet Ziya ile arkadaşlarına kazanılmış bir hak da tanınmadı.

M. Ziya, eskiden gördükleri derslerin, yedi yıla yayılmış olarak yeniden okutulmak istendiği ve mezun olmaya daha üç yıl gerektiği için, tasdikname alarak okuldan ayrıldı. Fahrettin Kırzıoğlu’na göre “belki de, ahlak notunu kırdıran o siyasi hareketin neticesi resmi olmayan bir yolla mektepten uzaklaştırıldı.”

Tasdiknameye göre Mehmet Ziya, okulun birincisi olduğu halde, yalnız ahlak notu 7 ve bilemediğimiz bir sebepten coğrafyası 6 olduğundan, 120 olması gereken 12 dersin toplam notunun 107.4 olduğu görülmektedir. Bu tasdikname ile Mehmet Ziya İstanbul’a gidip, sınavla yüksek eğitimine devam etmek istiyordu. Asıl tasdikname sonradan devam edeceği İstanbul Baytar Mektebine verildiğinden, 18 Eylül 1910 (5 Eylül 1326) tarihli bir sureti Diyarbakır Ziya Gökalp Müzesi’nde bulunmaktadır. Buna göre Ziya Gökalp’in 1893/1894 eğitim ve öğretim yılında dördüncü sınıftan beşinci sınıfa geçtiğinde genel sınav notları şu şekilde idi: 

 

 

Diyarbakır Mülki İdadisi’ndeki eğitim ve öğretimi sırasında genç Ziya Gökalp’i etkileyen insanlardan biri, okuldaki tarih hocası Mehmet Ali Ayni’dir. Tasavvuf ve dinler tarihi ile de meşgul olan Ayni’nin çeşitli konularda pek çok eseri vardır. Genç Ziya’yı derinden etkileyen hocalarından biri de ‘Tarih-i Tabii’ (Tabiat Tarihi) derslerine giren Rum asıllı askeri doktor Yorgi’dir.

Diyarbakır Mülki İdadisi’ndeki eğitim ve öğretimi sırasında genç Mehmet Ziya’yı etkileyen insanlardan bir dönemin Diyarbakır Maarif Müdürü ve okulda Ziya’nın tarih hocası olan Mehmet Ali Aynî’dir. Eğitimci, idareci ve fikir adamlarımızdan olan Mehmet Ali Aynî (1869-1945), öğretmenlik, maarif müdürlüğü, valilik gibi çeşitli görevlerden sonra İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe Tarihi ve Genel Felsefe Profesörü olmuştur. Tasavvuf ve dinler tarihi ile de meşgul olan Aynî’nin çeşitli konularda pek çok eseri vardır. M. Ali Aynî, Ziya Gökalp ile ilgili bir yazısında Ziya’nın derslerde sorulara verdiği cevaplar ve yaptığı muhakemelerle kendisini şaşırttığını, bu çocuğun kim olduğunu Süleyman Nazif’e sorunca, onun “bu genç Şevket-i Buhari derecesinde Acemce şiirler söylüyor” dediğini nakletmektedir.

İdadi’nin tarih öğretmeni olan Mehmet Ali Aynî Bey, öğrencilerine yazılı bir görev vermişti. Ziya’nın yazılarını çok beğendi. Bir gün Süleyman Nazif’le İdadi Mektebi hakkında görüşürlerken Ziya’dan bahsetti. “Bu kimin çocuğudur?” dedi. Süleyman Nazif hakkında dostları: “Kimseyi beğenmez, bir kere de beğendi mi onu göklere çıkarır.” Demek suretiyle onun karakterini anlatır.

Süleyman Nazif, Mehmet Ali Ayni Bey’e Ziya’nın ailesini anlattıktan sonra: “Bu çocuk, dedi, Şevket Buhari derecesinde Farsça şiirler söylüyor.” Yine bir gün Mehmet Ali Ayni Bey, İdadi’de Büyük İskender’in babası Filip ile Demosten’in mücadelesine dair bir ödev vermişti. Ziya, hocasına verdiği ödevinde, doymaz bir saldırganın Yunanistan’a karşı beslediği istila emelleri üzerine vatanının hürriyetini müdafaa maksadıyla Demosten’in hemşehrilerine karşı söylediği nutukların anlamını yazmıştı. Mehmet Ali Ayni Bey, ödevi okuyunca bu çocuk, o nutukların içindeki anlamı nereden öğrenmiş? Diye merak etmeye başladı. Fakat sonradan, Süleyman Nazif’in söz arasında söylediği şu cümle hatırına geldi: “Bu çocuk bir şey öğrenebilir miyim? Diye Belediye Hekimi Yorgaki Efendi’yle daima konuşur.” Mehmet Ali Ayni Bey, kendi kendine, muhakkak Yorgaki Efendi öğretmiştir, dedi. Diyarbakır Mülki İdadisi’nde genç Ziya’yı derinden etkileyen hocalarından birisi de “Tarih-i Tabii” (Tabiat Tarihi) derslerine giren Dr. Yorgi’dir. Diyarbakır’da Belediye Doktorluğu da yapan bu Rum asıllı askeri doktor Gökalp’in “Felsefi Vasiyetler-II, Hocamın Vasiyeti” başlıklı yazısında, “bir Türk kadar Türklüğü düşünürdü veya bize öyle gelirdi” diyerek anlattığı hocasıdır. Avrupa felsefesine ve Fransız edebiyatına vakıf, tabip olduğu halde tabipliğe inanmayan, münzeviyâne (yalnız) yaşayıp okuma ile meşgul olan, bu Tarih-i Tabii Hocası “filozof-öğretmen”, onun kişiliğinde ve entelektüel hayatının oluşmasında derin izler bırakmıştır.

O sıralarda (1893-1894) “derunî buhranının en şiddetli devresini” yaşamakta olan Ziya için bu hocanın “her sözü yeni bir ufuk” açmaktadır. Ziya, “bir şey öğrenebilir miyim diye Yorgi Efendi ile daima konuşur ve ondan ilave Fransızca ve felsefe dersleri alır. Hilmi Ziya Ülken’e göre dindar aile çevresiyle çatışmaya giden fikirlerin ve bu suretle geçirdiği inanç krizinin ilk kaynağı bu Dr. Yorgi’dir. Hocası Dr. Yorgi’nin Ziya Gökalp’in üzerindeki etkilerini ve onun içinde bulunduğu buhranın boyutlarını anlamak için “Hocamın Vasiyeti” isimli makalesini buraya (biraz sadeleştirerek) alıyoruz:

“İdadide bir taraftan tabii ilimler okumağa diğer yönden kelâm (felsefe) dersleri almağa başladık. Maneviyat görüş açısından, biri olumlu, diğeri olumsuz elektriğe sahip olan bu iki ters akım, ruhun fezasında uzayında/ genişliğinde) her çarpışmasında, gerçek şimşekleri yerine şüphecilik (reybîlik) yıldırımları fırlatmağa başladı. Ruhun içinde, müspet gerçeklerle sevgili mefkûrelerim, her gün daha büyük şiddetle çarpışıyorlardı. Kalbim, vecdimin yegâne kaynağı olan faziletle ve ‘Kahraman insan’ın, asaletsiz, pespaye, esir ve aciz ‘madde’den yapılmış ihtiyarsız ve istiklalsiz (hür ve bağımsız olmayan) bir makine olmasına bir türlü kail olamıyordu. Bütün emelim, bin türlü tehlikelerle tehdit olunan, fakat istibdadın uyuşturucu macunuyla vaziyetinden habersiz olan milletimin mucizevi bir hamleyle kurtulması( nın) mümkün olup olmadığını bilmekti.

Bana bir ümit felsefesi, bir kurtuluş nazariyesi lazımdı. Eğer, insan bir makineden ibaretse, eğer onda bu tabiatın fevkine fırlayabilecek mucizevi bir kudret yoksa milletim tehlikelerden kurtulamayacaktı. İnsanlık da sonuna kadar vahşetler içinde çırpınacaktı. Ne kelam, ne tasavvuf bana böyle bir ümit felsefesi, bir kurtuluş nazariyesi veremedi. Onlar, bugünkü hayata ait mefkûrelere kıymet vermiyorlardı. Ben, bugünkü hayatta da insaniyeti, insanı yükseltmek, vatanı kurtulmuş görmek istiyordum. Fakat kafamın içinde, her hükmü matematik ölçülerle ölçen, mantık ölçüsüyle ayarlayan; olayların, tecrübelerin mihengine (ölçüsüne) vurmaksızın hiçbir hükmü kabul etmeyen uğursuz bir şahsiyetim daha vardı. Bu da benim aklımdı. Bu akıl isyan ediyor, ümidimi kırmağa, emelimi boğmağa çalışıyordu. Benim o sırada yegâne dayanağım ‘tevil’ idi. Bununla ruhumda az çok bir uyum tesis edebiliyordum. Bir gün kalemimden bir mısra fırlayarak beni bu dayanaktan da mahrum etti:

‘TEVİLE İHTİYACI OLUR MU HAKİKATİN?’

(Sözü eğip-bükmeye ihtiyacı olur mu gerçeğin) Bu sırada mektebimize tarih-i tabii okutmak üzere bir filozof muallim tayin olundu. Avrupa felsefesine ve Fransız edebiyatına vakıf olan bu zat, Türk edebiyatının da yeni devresini tetkik etmişti. Tuhaf halleri vardı. Tabip olduğu halde tababete inanmazdı: ‘Tababette, müshilden başka müspet bir hakikat yoktur’ derdi. Rum olduğu halde Türklere dosttu yahut biz öyle zannediyorduk.

Doktor Yorgi, tıbbiye mektebinden çıkınca, ordu doktoru olarak doğu vilayetlerimize gelmişti. Uzun seneler kasaba kasaba dolaşarak her tarafı görmüştü. Vazife dışında kimse ile görüşmez, münzeviyâne (yalnız) yaşardı. O halde, vaktini nasıl geçiriyordu? Yalnız bir şeyle: Mütalâan (okuma)! Doktor Yorgi’yi geniş bilgili ve filozof yapan, ihtimal ki bu sürekli okumalarıydı.

Doktor Yorgi, okula her geldikçe, Türkçe öğretmenimizin bize kitabet edebiyatı yazdırdığı inşa vazifelerini okurdu. O zaman ben deruni (iç) buhranımın en şiddetli devresini yaşıyordum. Bu buhranın acılıkları –hocamızın verdiği mevzu her ne olursa olsun- yazdığım vazifelerden fışkırıyordu. Doktor Yorgi, benim bu elemli düşünüşlerimde bir felsefe şemmesi (kırıntısı/kokusu) buluyordu. Sınıfa her geldikçe, o hafta yazdığım kitabet vazifesinden bahsederdi. Ben onun sözlerini son derece dikkatle dinlerdim. Çünkü her sözü benim için yeni bir ufuk açıyordu. O zamanki fikirlerimle duygularım, hatırımda kalabilmiş olan bazı şiirlerimde izlerini muhafaza etmiştir…

Kâinat hakkındaki bu anlayışın, nasıl bir insan anlayışı yarattığı şiirden anlaşılıyor. İnsanın böyle iradesiz, istiklâlsiz olmasını, onun da ayvanlar gibi sefil ve tabiatın hunrizane (acımasız/kan dökücü) kanunlarına esir bulunmasını kalbim bir türlü kabul edemiyordu. Tabiatın yaradılışıyla insanın bu esaret ve aczi beni tehevvürlere (korkusuzca düşünmeden hareket etmeye) düşürüyordu… Geçirdiğim buhranı burada uzun uzadıya yazacak değilim.

Yalnız, bu buhranın beni fiilen intihara sevk ettiğini, birçok seneler dâmü’s-sihre (sihrin tuzağına) müptela ettiğini, vücuden zayıflatarak bir kadid (iskelet) haline koyduğunu söylemek buhranın şiddetini göstermeğe kâfidir. Uzvi hiçbir hastalığım, içtimai hiçbir sıkıntım yoktu. Bütün ıstıraplarımın kaynağı felsefi düşünüşlerimdi. O zaman ‘hakikat-i kübra’ adını verdiğim büyük hakikati bulabilirsem hiçbir derdim kalmayacağına emindim. Fakat bunu hangi semtte aramalıydı? O sırada, bir ‘ihtilal şarkısı’ yazarken, kalemimden fırlayan başka bir mısra da bana onun semtini gösterdi:

MEVDU’DUR BUGÜN BİZE NAMUSU MİLLETİN!

Demek ki, büyük hakikat mefkûreden ibaretti. En büyük mefkûre de millet ve hürriyet mefkûreleriydi. Hürriyet mefkûresinin ruhtaki hâkimiyetini de bu kıtada anlatmıştım: Varlığın kırdım bütün zencir-i meyliyyatını (Varlığın kırdım bütün isteklerinin zincirini) Meyl-i diğerle beni ahır yine saydeyledi… (Başka isteklerle beni en sonra yine avladı) Herkesi bir kayd ile bend eyleyen dam-ı hayat, (Herkesi bir bağ ile köle eyleyen hayat tuzağı) Gönlümü zincir-i hürriyetle der-kayd eyledi. (Gönlümü hürriyetin zinciri ile bağladı) Bu mefkûrenin itilasına (yükselmesine) çalışmak için İstanbul’a gittim. O zaman, İstanbul’da tıbbiyelilerin teşkil etmiş olduğu gizli bir cemiyet vardı. Onlarla beraber çalışmaya başladım.

Ziya Gökalp’in özellikle mutlakiyet karşıtı hürriyet fikirlerinin oluşmasında, ‘hayatı mücadele için sarfetmek gereği’ düşüncesini oluşmasında ve nihayet Ziya’nın İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişkilerinin kurulmasında Dr. Abdullah Cevdet’in etkili olduğu bilinmekte. Gökalp’in, din ve İslam ile barışık bir insan olduğu da yaşantısı ve yazdıklarından anlaşılmakta.

Bir müddet sonra, Doktor Yorgi de İstanbul’a geldi. Bir gün eski sınıf arkadaşlarımdan Abdullah Haşim, doktora gitmemizi teklif etti. O, evini tanıyordu. Moda tarafında oturuyormuş. Beraber gittik. Hocamız, İstanbul’daki yeni cereyandan bahis açtı: ‘Türk gençleri siyasi bir inkılap yapmak, meşrutî bir idare tesis etmek istiyorlardı. Bu hareket yüceltilmeye değerdi. Yalnız bir cihet var ki, İnkılap, taklitle olmaz. Türkiye’deki inkılap, Türk milletinin sosyal hayatına, milli ruhuna uygun olmalı! Yapılacak anayasa Türk milletinin ruhundan kopmalı. Sosyal bünyesine uyumlu olmalı! Böyle olmazsa, yapılacak inkılabın memlekete zararlı olması ihtimali var. İyi bir anayasa yapabilmek için öncelikle Türk milletinin psikolojisini ve sosyolojisini incelemek lazım. Siz, bu inkılapçıları herhalde az çok tanırsınız. Bunlar, gereken bu incelemeleri yapmışlar mı? Yaptıkları programı bu incelemelere mi dayandırıyorlar? Özetle, başladıkları kutsal savaşa (çalışmaya) ilmi bir surette hazırlanmışlar mı?’

Biz bu sözlere hiçbir cevap veremedik. Zaten bu sözler, sorulardan çok, ikna etmek amacıyla söyleniyordu. Herhalde bizde bu gibi incelemelerin henüz başlamadığını pekâlâ biliyordu. Mutlaka iki eski öğrencisine son bir ders, belki de felsefi bir vasiyet olmak üzere bu sözleri söylemişti. Ben babamın vasiyeti gibi, hocamın bu vasiyetini de hiç unutamadım. Delili şu ki, o günden itibaren, Türk milletinin sosyolojisiyle psikolojisini incelemek için, öncelikle bu ilimlerin genel esaslarını öğrenmeye başladım.”

Görüldüğü üzere Doktor Yorgi’nin İdadi öğrencisi Ziya üzerinde çok büyük bir etkisi vardır. Onun sonraki çalışmalarının “sosyoloji” ve “psikoloji” ağırlıklı bir yola girmesinde, hem İttihat Terakki hem de Cumhuriyet’in fikri altyapısının oluşturulmasına büyük katkılar yapacak olan mütefekkir (düşünce adamı) Ziya Gökalp’in Türk milletinin tarih ve kültürüne dayalı çalışmalar yapmasında Doktor Yorgi’nin bu etkilerinin izleri olduğu görülmektedir.

Aşağıda anlatacağımız intihar hadisesinde Ziya’yı tedavi edecek olan Dr. Abdullah Cevdet (1869-1932) de hocası olmamakla birlikte İdadi döneminde genç Ziya üzerinde etkileri görülen bir insandır. Kolera salgını dolayısıyla 1894 yılı sonlarında iki buçuk ay 1 Kasım 1310/1894-15 Ocak 1311/1895 tarihleri arasında Diyarbakır’da görev yapmıştır. Anlaşılacağı üzere Ziya ve arkadaşlarının İdadi’de “milletim çok yaşa” eylemlerini yaptıkları ve soruşturmaya tabi oldukları dönemdir bu tarihler. Ziya Gökalp’in intihar girişimi de bu tarihlerde gerçekleşecektir.

Ziya Gökalp’in özellikle mutlakiyet karşıtı hürriyet fikirlerinin oluşmasında, “hayatı mücadele için sarfetmek gereği” düşüncesinin oluşmasında ve nihayet Ziya’nın İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişkilerinin kurulmasında Dr. Abdullah Cevdet’in etkili olduğunu biliyoruz. Ziya Gökalp üzerine eser sahibi olan bazıları mesela Emin Erişirgil, Dr. A. Cevdet’in “ateizm” ve “dinsizlik”le ilgili düşüncelerinin de Ziya’yı etkilediğini belirtmektedirler. Bu düşünce kısmen doğrudur. O tarihlerde yaşadığı iç çatışmaların nedenlerinden biri bu olmakla birlikte Ziya Gökalp’in “din” ile “İslam” ile barışık bir insan olduğunu yaşantısından ve yazdıklarından biliyoruz.

'DİNSİZ DOKTOR’

Dr. Abdullah Cevdet, serbest düşünceleri ile bilinen düşünce ve siyaset adamıdır. Askeri Tıbbiye öğrencisi iken “dindarlığı” ile tanınmış ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin oluşumunda, 1889 yılında ilk nüvesini (İttihat-ı Osmani) kuran “dört kişi”den birisidir. Daha sonraları “materyalizm”i benimsemiş, “dinsiz doktor” olarak tanınmıştır. Siyasi faaliyetlerinden dolayı sürgün edilmiş, Avrupa’ya kaçarak “Jön Türk” hareketi içinde yer alıp Cenevre’de 1897 yılında Osmanlı Gazetesi’nde yazılar yazmıştır. Sonradan 1905’te Kahire’ye, 1911’de İstanbul’a nakledilecek olan İçtihat Gazete/Dergisini kurmuştur. Bu dergi “Garpçılık” akımının sözcüsü olmuştur.

Cenevre’de iken Saray’ın teklifini kabul ederek Viyana Sefareti doktorluğunu, Mütareke döneminde (Damat Ferit’in Sadrazamlığında) Sıhhiye Umum Müdürlüğü’nü yapmış olan Dr. Abdullah Cevdet’in hayatı siyasi bakımdan tutarsızlıklarla doludur. Yine Mütareke döneminde Kürt Teali Cemiyeti ve İngiliz Muhipleri Cemiyeti ile ilişkileri olmuştur. Milli Mücadele’ye karşı tutarsız davranışları nedeniyle Cumhuriyet’ten sonra etkinliğini kaybetmiştir. Yüzlerce makale ve altmış dolayında telif ve tercüme eseri bulunan Dr. A. Cevdet, hayatı boyunca Ziya Gökalp’in kültür anlayışına ve Türkçülük akımına şiddetle muhalefet etmiştir. Gökalp’in ölüm yılında yazdığı yazılarda (1924) kendisinin Ziya Gökalp’in ilk “delil”i olduğunu, “Ziya’yı öldürmek isteyen Ziya ve Ziya tarafından öldürülen Ziya’nın itilaf ve imtizaç ederek (anlaşma ve uyum sağlayarak) yeni bir şahsiyet-i mürekkebe ve mümtezice (karışmış ve birbiriyle uyumlu bir kişilik) vücuda getirdiğini”, “alevi (ateşi)nin olmadığını, fakat müthiş bir hararet (sıcaklık) neşrettiği (yaydığı)ni”, bazı “ekzantirikliği ile beraber bereketli ve müthiş şahsiyet-i psikolociyaiye (psikolojik kişilik)” olduğunu, ilk gençlik tanışıklığında “onun tarafından yapıldığını” iddia eder.

Elbette Ziya Gökalp’in Dr. A. Cevdet hakkındaki düşünceleri de önem taşımaktadır. Darülfünun Sosyoloji ve Felsefe kürsülerini kurduğunda yardımcı olarak kendi yanına aldığı M. Emin Erişirgil anlatıyor:

“1916 yılında Edebiyat Fakültesi’nin bulunduğu Zeynep Hanım Konağı’nın orta katında bir oda vardı ki, adına ‘İçtimaiyat Darülmesaisi’, şimdiki deyimle, ‘Sosyoloji Enstitüsü’ denirdi. Gerçekte bu oda Ziya ile yardımcısının oturmasına mahsus bir yerdi. Ziya, Fakülte’deki odasına dersi olsun olmasın, sık sık gelip otururdu. Kendisini yakından tanıyanlar, İttihat ve Terakki merkezindeki politika kavgalarından yorgun düşünce bu odaya gelip oturmaktan ve orada Üniversite’nin diğer hocalarıyla konuşmaktan zevk aldığını söylerler.

Yine bir gün Ziya bu odaya gelmişti. Bazı profesörler ve doçentler de onunla konuşmak üzere yanına geldiler. Söz, Doktor Abdullah Cevdet ve onun çıkardığı “İçtihat” mecmuasına geldi. Ziya Gökalp:

‘İstanbul yangınları imar bakımından belediyeye ne hizmet ediyorsa, Abdullah Cevdet’in yazıları da fikir hayatımıza o türlü hizmet ediyor, dedi ve şunları ilave etti: Bu yangınlardan sonra oraları imar etmezsek şehir yangın yeri haline gelir ve böyle olunca da o yangınların zararlarından başka bir faydası olmaz. Fakat yollar açar, etrafına kagir binalar yaparsak, belediyenin istimlak yoluyla uzun süre beceremeyeceği bir işi yangın sayesinde gerçekleştirmiş oluruz.

Abdullah Cevdet de eline balta almış, yıkılması gerekli düşünceleri yıkıyor, bu bir hizmettir. Fakat biz gençleri yalnız Abdullah Cevdet’e bırakıp da onların kafalarına yeni idealler, yeni inançlar yerleştirmezsek fikir ve ruh bakımından onları harabe haline sokmuş oluruz. Ben gençliğimde bunun acısını pek iyi tattım. O acı, beni intihara götürdü…

O sıralarda Doktor Abdullah Cevdet, Diyarbakır’a geldi; cesurdu, istibdat idaresinin İslamlıktan kuvvet aldığını, memleketin bütün sefaletinin ve geriliğinin sorumlusunun din olduğunu açıkça söylerdi. Kısa zamanda doktorun dinsizliği Diyarbakır’da yayıldığı için, amcam onunla sıkı fıkı görüşmemi istemezdi. Buna rağmen bu aydın doktordan bir şeyler öğrenmeye çalışıp dururdum. Bir gün bana, Doktor Atheisme (Ateizm) adlı bir kitap verdi. Onu okuyunca büsbütün sarsıldım. Kalbimdeki bütün inançların artık boşaldığını hissediyordum. Yine uykusuz kaldığım bir günde arkadaşımın birinin verdiği silahı çektim; kurşun alnımın kemiğine saplandı…”

İSİM VE CİSİM!

Abdullah Cevdet’in “ateizm ve din” hakkındaki düşünceleri hem Ziya’yı hem de İdadi’deki arkadaşları Faik ile Haşim’i etkilemiştir. Bunu, “Milletim çok yaşa” eylemi ile ilgili soruşturma evrakında, Okul Müdürü Muhsinzade Ali İrfan ve Birinci Müdür Yardımcısı İsmail Hakkı Efendi’nin ifadelerinden biliyoruz. “Ulum-ı Diniyye” (Dini İlimler) dersine giren Mahmut Efendi’nin bir dersinde Ziya, Faik ve Haşim, dersin öğretmeni Mahmut Efendi’ye bazı sorular sormuşlardır. Okul Müdürü Muhsinzade Ali İrfan Bey anlatıyor:

“Ulum-ı Diniye öğretmeni Mahmut Efendi’nin gerçekleşen ifadesine göre beşinci sene öğrencisine ulum-ı diniye dersi okutmak üzere adı geçen öğrencilerin nezdine gittiğinde dini konular arasında ‘Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücûd’ sıfatlarından ve büyük meleklerden bahsettikçe öğrencilerden Ziya, Haşim, Faik Efendiler: ‘Melekler nasıl şeydir? Bir şeyin ismi olup da cismi olmaması kabil midir? Buna hemen inanmakta tereddüt edeceğimiz geliyor. Ve mademki sonsuz olmayan uzay bir cisimdir. Cenab-ı Hakk’ın da bir cisim olması gerekir. Halbuki siz cisim olmadıktan başka ne olduğunu da söylemiyorsunuz, bu nasıl şeydir?’ yolunda konuşmaya devam edince adı geçen öğretmen: ‘İşte ben size âyât-ı kerime ve hadis-i şerif okuyorum bunlara inanmanız lazım gelir, inanmadığınız takdirde sizi ikna edecek başka delâ’il (deliller) bilmiyorum ve bulunamaz’ cevabını vermişse de onlar delâ’il-i akliye (akli deliller) talebinde bulunmuşlardır.”

Öğrenci Ziya Gökalp’in aklı ile kalbi çatışma halindedir ve okudukları onda, ‘sükun verici sağlam bilgi yerine derin bir şüphecilik’ uyandırmaktadır. Bu dönemde yazdığı ve buhranlarını aksettiren şiirlerde büyük bir araştırma merakı ile ‘alemin ilk sebep ve gayesi’ meselesi başta olmak üzere, ‘ben neyim?’, ‘ölüm nedir?’, ‘hür müyüz?’ gibi derin felsefi sorularla meşguldür.

BU olayların anlatıldığı soruşturma evrakının tarihi 8 Ocak 1895 (27 Kanunuevvel 1310)’tir. Din dersinde geçen bu olayı anlatan okul müdürü Ali İrfan Bey’e sorulan soru içinde öğrencilerden Ziya’nın 3 Ocak 1895 (22 Kanunuevvel 1895) Perşembe günü akşamı kendi hanesinde intihar girişiminde bulunduğu ifade edilmektedir. Soruşturmada gündeme gelen ve “Müzakere Saatinde” Birinci Müdür Muavini İsmail Hakkı Efendi ile öğrenciler Faik ve Haşim Efendiler arasında geçtiğinden bahsedilen diğer bir olay daha vardır. Aşağıda intihar konusunda ele alacağımız bu olay ise 5 Ocak 1895 Cumartesi (24 Kanunuevvel 1310) tarihinde gerçekleşmiştir.

Soruşturma evrakından din dersindeki olayın hangi tarihte gerçekleştiği anlaşılamamakta ise de, Ziya’nın intihar girişiminde bulunduğu akşamın sabahında 3 Ocak 1895 Perşembe günü gerçekleşmiş olması ihtimali güçlüdür. Bu ilk olayda Ziya diğer öğrencilerle birlikte, ikinci olayda sadece Faik ve Haşim bulunmaktadır. Ve bu iki öğrenci İsmail Hakkı Bey’le yaptıkları tartışmada Ziya’nın intihar girişiminden de bahsetmektedirler.

Yukarıdaki olaydan da anlaşılmaktadır ki, öğrencilerle görüşmekte olan Dr. Abdullah Cevdet, öğrenciler üzerinde ciddi bir kafa karışıklığı yaratmıştır. Sonraki yıllarda kendi iç dünyalarında cevaplarını bulacak olan sorularla normalleşecek olan bu iç çatışmalar, Ziya Gökalp ile Abdullah Cevdet’in hem olaylara bakışlarını, hem siyasi tercihlerini hem de ideolojik bakış açılarını büyük çapta farklılaştıracaktır.

Bu olayla ilgili olarak yukarıda bahsedilen ve “milletim çok yaşa” olayını saraya ve hükümete ihbar eden Necip Nadir’den de bahsetmemiz lazımdır. Özellikle bu soruşturmadan önce görevinden ayrılmış bulunan Diyarbakır Maarif Müdürü ve idadi tarih hocası Mehmet Ali Ayni Bey’in Necip Nadir hakkında 14 Mart 1895 tarihli saraya yazdığı bir dilekçede bu olaylardan da bahsedilmektedir. M. Ali Ayni’nin, “kâh Bulgar Hadimi, kâh Arap politikacısı bir adam” olarak nitelediği Necip Nadir, idadide “milletim çok yaşa” eylemleri devam ederken Kasım 1893’te okula fen bilgisi öğretmeni olarak atanmıştır. M. Ali Ayni şunları söylüyor:

“Geçenlerde zorunlu bir tedbir olarak Diyarbekir İdadi Mektebi Fen Bilgisi (Malûmât-ı Fenniye) öğretmenliğine tayin olduğu günden bir iki hafta sonra öğrencilerden bazılarını yapılması zorunlu olan ‘Padişahım çok yaşa’ duasının yapılmaması ve din bilgisi öğretmenine karşı ‘Melekler var diyorsun ama hani ya bize göster” sorusunun sorulmasına gizliden teşvikle yol açtığı bilinen menfur olaydan ve sonra da bu olayı bin türlü tezvirat (yalan) ve teşvîşâtla (bulandırma) ile birleştirip Mabeyn-i Hümayun- ı Cenab-ı Mülûkâne’ye ve Dördüncü Ordu Müşirliği’ne ‘fakat imzasını ketm etmek (saklamak) şartıyla arz ederek…”

Elbette bu iddialar doğru olabilir. Fakat, çeşitli etkileşimlerden dolayı zaten dönemin mutlakiyet rejimine karşı önemli bir bilinçlenme içinde olan Ziya ve arkadaşlarının bu tür kışkırtmalara ihtiyaç duymayacakları düşünülebilir. Ancak, olayların akışına bakıldığında din bilgisi dersinde ve müzakere saatindeki tartışmalar genç Ziya’nın bu sıralarda giderek derinleşen bir felsefi bunalıma düşmesi, hatta bu bunalımın da etkisiyle intihar girişiminde bulunması arasında bir bağlantı olduğu görülmektedir. Sadece Ziya’nın değil, arkadaşları Faik ile Haşim’in de geleneksel eğitimi ve geleneksel din anlayışını sorguladıkları, benzer bir ruh hali içinde oldukları, mevcut siyasi ve askeri gelişmelerden samimi bir rahatsızlık duydukları anlaşılmaktadır.

Ziya Gökalp, idadi 3. sınıf öğrencisi, arkadaşı Ömer Beyoğlu Halit Refet ile (1892).

Ziya Gökalp’in idadi eğitimi sırasında onun hayatının bundan sonrası için çok önemli olan yönlendirmeyi yapan bir kişi de 1892-1893 eğitim ve öğretim yılında okul müdürü olan Halil Bey’dir. Ziya’nın lise ikinci sınıfta okuduğu sırada yaşanan ve kardeşi Nihat Gökalp’in anlattığı olay şu şekildedir:

HER DERSTE BİRİNCİDİR

“Mülkiye İdadisinde (1892-1893 ders yılında) müdür bulunan Halil Bey isminde bir muhterem zat, Ziya Bey’in fevkalâde yaratıldığını anlamış; bir genel sınav sonucunda her dersten birinciliği, ikincilerle mukayese edilemeyecek bir harikulade derece elde ettiği halde Fransızcadan aynı derecede cevap verememesi, özellikle dikkatini çekmiş. Ziya Bey, Fransızcadan geçecek kadar cevap verdiği halde, bile bile ‘Sıfır’ verdirmişti. Ben Erzurum Askeri Lisesinden ramazan tatilinde Diyarbakır’a gelince fahri (gönüllü) olarak idadide Fransızca derslerine devam ediyordum. Müdür Halil Bey, bütün öğrencileri toplayarak Ziya Bey’e, ‘Fransızcadan da diğer derslerde olduğu gibi birinci derecede bir başarı göstereceksin’ diyerek ikmale bırakılma sebebini anlattı. O da bütün bir yaz tatilinde yalnız Fransızca çalışarak esaslarını kavradı.”

Ziya ve arkadaşlarının; idadide yaşanan olaylardan ve Ziya Gökalp’in sonradan “Hocamın Vasiyeti” makalesindeki değerlendirmelerinden hem felsefi, hem dini, hem de siyasi bakımdan derin bir buhran yaşadıkları anlaşılmaktadır. Bu buhran Ziya’yı bir intihar eylemine sürüklemiştir. Şüphesiz genç Ziya’nın üzerinde her bakımdan derin bir etkisi bulunan babası Tevfik Efendi’yi kaybetmiş olmasının da bu olayda önemli bir etkisinin olduğu anlaşılmaktadır.

Gökalp, “derûnî buhran” olarak ifade ettiği bu olaya sebep olacak “uzvî” (fizyolojik) hiçbir hastalığı, “içtimaî” (sosyal) hiçbir sıkıntısı olmadığını “Hocamın Vasiyeti”nde belirtmektedir. 

SİYASİ SEBEP DE VAR

Aklı ile kalbi çatışma halindedir ve okudukları onda “sükûn verici bir sağlam bilgi yerine, derin bir şüphecilik” uyandırmaktadır. Bu dönemde yazdığı ve buhranlarını aksettiren şiirlerde büyük bir araştırma merakı ile “âlemin ilk sebep ve gayesi” meselesi başta olmak üzere, “ben neyim?”, “ölüm nedir?”, “hür müyüz?” gibi derin felsefi sorularla meşgul olur.

Ziya Gökalp, Bayraktar Mektebi öğrencisi iken(1896-97), arkadaşı A. Cemil Asena (sağda) ve bir başka arkadaşı ile.

Buhranın ikinci nedeni olarak da aynı yazıda ve şiirlerinde “siyasi” bir sebep üzerinde durur. Başlangıçta zihnini dolduran felsefi sorular için “yegâne dayanak” olarak “tevil”i (sözü çevirme) bulmakla birlikte ise de bir gün kaleminden fırlayan “tevile ihtiyacı olur mu hakikatin” mısraından sonra artık tevillerle de bunların önüne geçemez ve bütün bu sorular siyasi sorularla birleşerek zihnini daha çok meşgul etmeye başlar. Öğrenme istediği; “… bin türlü tehlikelerle tehdit olunan, fakat istibdadın uyuşturucu macunuyla vaziyetinden habersiz olan” milletinin “mucizevî bir hamleyle kurtulmasının mümkün olup olmadığını bilmek”- tir.

Bu sıralarda yazdığı ve tipik bir Namık Kemal üslubunu aksettiren bir kıtanın, “Herkesi bir kayd ile bend (köle) eyleyen dâm-ı hayat (hayat tuzağı) / Gönlümü zincir-i hürriyetle der-kayd (kayd içinde) eyledi.” şeklindeki ikinci beyti, genç hürriyetçinin devrin illegal siyasi akımlarının etkisinde bulunduğunu ortaya koymaktadır. On altı yaşında iken (1892/93) yazdığı ve Ali Şefkati Bey’in Londra’da yayımlamakta olduğu “İstikbâl” gazetesinin 23 Eylül 1895 tarihli 31. sayısında çıkan “Manzume” başlıklı şiiri şaşılacak derecede kuvvetli “ihtilalci” fikirleri yansıtmaktadır. Keza bu şiiri yurt dışındaki gazetelere gönderebildiğine göre, bu yıllarda yurt dışındaki yayınları takip edebilmektedir.

Genç Hürriyetçi Ziya, bu şiirde, “valide” (vatan)nin kanla ağladığı, zulüm kılıcı ile nice insanların eziyet çektiği, buhran içindeki vatanın elden gittiği, ağlamakta bir fayda bulunmadığı, bu “sefalet”e, “zillet”e karşı “azm-ı tam” (bütün bir gayret) ile “kıyam” etmek (ayağa kalmak) ve “zulmün sinesini cihat kılıcına kılıf etmek” gerektiği üzerinde durur. Yerine konulacak yeni nizamın Hakk’ın “kitab-ı adaleti” üzerine kurulmasını, “o Hüda nurunun” “padişah” olmasını, hürriyete sığınmalarını, böylece milleti “kurtaracaklarını”, bu çalışmada Allah’ın kendilerine yardım edeceğini ifade eder.

İlginç olanı, Ziya’nın bütün bunların çok kan dökülerek gerçekleşebileceğini bilmesi ve bunu istemesidir. Bu durum, şiirdeki genel hava Büyük Fransız İhtilali’nin genç hürriyetçi üzerindeki etkisini göstermektedir.

Genç hürriyetçi, belki de beklediği “kıyam” ın bir türlü gerçekleşmemesi yüzünden bedbinliğe (ümitsizliğe) düşer. “Hocamın Vasiyeti”nde de açıkladığı gibi bu “derûnî buhranı”nı o dönemde yazdığı diğer şiirlerinde de takip etmek mümkündür. Bu şiirlerde, siyasi soruları ile felsefi soruları birleştiren Ziya Gökalp, “sefaletin içinde bir yetimi andıran insanın hazin çehresine baktıkça çok üzülmekte”dir. İnsanın bu “sefaletine” karşılık tabiatın güzelliklerinin devamı gücendiricidir. Horlayıcı zulmetin devamlılığı, ölüm ve yolsuzluğun, sapkınlığın sebatı, vatanın matemi insana gözyaşı döktürür. Buna karşılık herkes miskinlik yıkıntısı içindedir.

Ziya bu hal karşısında daha da ümitsizliğe düşmektedir. “Bilmem ki” redifli şiirinde de insanlığın “tabiilik”ten ayrılmış olmasına ve hürriyetçiliğin “bu şekle” girmiş olmasına akıl erdiremez. Ona göre, “hükümetler hukuku korumak için oluşturulmuşken, bu hakkın bir sultana terk edilmesi” doğru değildir. “Bir karanlık deniz olan ezel” ve “meçhul bir umman olan ebed” arasında bir “berzahta (dar geçit) zindana düşmüş olan insan”ın bu haline sebep nedir? “İstibdadın satırı” insanları helak etmektedir. Buna “yeter” diyecek olan “hâkimiyet kılıcı” meydana niçin çıkmıyor? Millet, kendini idare eylemekten aciz midir ki, bir nefsin bütün vicdana üstünlüğünü” kabul ediyor?

‘Daimi bir ıstırap altında kalmaktır hayat / Mevt eyler bir huzur-ı mutlaki ima bana.’ Genç hürriyetçi Ziya, bu beyti arkadaşı Mustafa Bey’in kaldığı odanın duvarına yazdıktan üç gün sonra alnına kurşun sıkarak, intihar girişiminde bulundu. Hastanede kurşunu çıkaramadılar. 15 gün sonra taburcu olan Ziya, başındaki ‘sinos frontalde’ kalan kurşunla yaşayacaktır.

ZİYA’nın içine düştüğü buhranın nedenleri konusunda Emin Erişirgil biraz farklı şeyler söylemektedir. Özellikle bahsettiği üçüncü husus, imparatorluğun dağılma dönemi Türk aydınlarının hemen hemen tamamında gördüğümüz “sosyal aşağılık duygusu” ile ilgili olup, çok önemli bir husustur. Kaybedilen topraklar, yenilgiler, istibdat gibi pek çok nedeni olan bu duygunun yerleşmesinde ve kökleşmesinde “sömürgecilik politikaları”nın da etkili olduğunu, “ümitsizlik” ve “kötümserlik” duygularının Avrupa’nın ideologları tarafından özellikle aşılanmaya çalışıldığını ifade etmektedir:

“Ziya, idadinin son sınıfına geçince, dünyayı çok kötümser görmeye başlamıştı. ‘Ben intihar edeceğim!’ der dururdu. Sonu kahramanının intiharı ile biten romanları çok beğenirdi. ‘Ben de öyle olacağım!..’ derdi. Kader genç yaşında babasını elinden almak suretiyle bir darbe indirmişti: Hislerini kötümser yapan nedenlerden biri de budur.

O zamana kadar okuduklarında inanabileceği tek dünya görüşü İslam mutasavvıflarının görüşleriydi. Oysaki idadide doğa bilimleri öğretmenlerinin söylediklerinden çıkan sonuca göre, insan doğanın kölesinden başka bir şey değildir. Şu halde, tasavvufun ‘hakikat-ı kübra’ dediği ‘büyük gerçeği’ bulmak için makamlardan geçmek iktidar ve enerjisine nasıl sahip olabilecekti? Bu da düşüncede onu kötümserliğe götürüyordu.

Bu dönem, Servetifünun Edebiyatı zamanıdır. O devir edebi eserlerinin çoğu kötümserliği aşılar. Bu eserler Ziya’nın ruhunda iz bırakıyordu. Avrupalıların sömürgecilik politikasını güya yasal göstermek için bazı Batı bilim adamlarının nazariye kılıklı sözleri memlekette yayılmıştı. Avrupa’nın ünlü bazı düşünce adamlarına göre, yeryüzünde medeni, yarı medeni ve vahşi olmak üzere üç türlü insan topluluğu vardır. Umumiyetle Doğu ve İslam milletleri, bu sırada Türk milleti yarı medeni milletlerdendir. Yarı medeni bir milletin, medeni millet haline gelebilmesi için birtakım şartların gerçekleşmesi ve medeni bir milletin tardımı ve tahmin edilemeyecek derecede uzun bir zamanın geçmesi gerektir. Kendi halini kötümser gören, bir Türk çocuğu, bağlı bulunduğu milletin de kurtulması güç hastalıkla dertli olduğunun ünlü düşünürler tarafından söylendiğini bilirse elbette marazî (hastalıklı) hali büsbütün artar.”

Görüldüğü gibi Emin Erişirgil; Gökalp’in düşünce yapısında önemli bir yer tutan ve kendisinin iç çelişkilerinden kurtuluşu olarak gösterdiği “mefkûrecilik” (idealizm) ile sistemleştirmeye çalıştığı “çözüm arama” eğilimlerini açıklamak için bir taraftan onun gelişim çağları içinde yaşadığı ortamı, diğer yandan çevresinde etkili olan unsurları bir hikâye akışı içinde vermeye çalışmaktadır.

Aslında Erişirgil’in değindiği bu son husus, Tanzimat’tan beri modernist İslamcılardan Batıcılara, Osmanlıcılardan Türkçülere kadar uzanan geniş bir yelpazede aydınların fikir yürüttüğü bir alandı.

İmparatorluğun çatırdayan siyasi varlığının gittikçe sallanır hale geldiği dönemdeyken, bu tür bir “toplumu aşağılama ideolojisi” Türk aydınlarını çaresizlik içinde bırakmayı, ileri sürülen veriler karşısında herhangi bir çözüm yolu aramanın imkansızlığına inandırmayı amaçlıyordu. Böylece Batı’da 19. yüzyıl sonlarında en gelişmiş şekline ulaşan askeri, ekonomik, siyasi sömürgecilik yöntemlerine, düşünce âlemini de kapsayan yeni bir boyut getirilmiş oluyordu. Bu ümitsizlik zihniyetinin çeşitli etkileri ve ileriye dönük reaksiyonları çok yönlü olmuştur. Bu ümitsizlik ve aşağılık duygusu bir başka devletin “manda ve himayesini istemek” şeklinde Milli Mücadele yıllarına uzanacaktır.

İNTİHAR GİRİŞİMİ İÇİN İDDİA EDİLEN NEDENLER

Gökalp’in düşünce dünyasında ve düşünce sisteminde önemli bir yeri olan “hars-medeniyet” (kültür-uygarlık) kavramları ayrı ayrı değerler olarak bu çaresizlik psikolojisinin dayandığı temelleri yıkacaktır. Dolayısıyla bu ikilem, ortaya konuş şekliyle yalnız Türk toplumu için değil, belki de o yıllarda Batı dünyasının askeri ve ekonomik baskısı altındaki tüm toplumlar için (Çin, Hindistan ve İslam dünyası gibi) geçerliydi. Böylece “sömürgecilik” akımının “kültür dünyasını yönlendirmesine” karşı, özgün ve kuramsal bir başkaldırı gerçekleştirilmiş oluyordu. Gökalp’in “kültür- uygarlık” kavramlarını ayrı ayrı açıklaması ve bununla Türk toplumunu esas alan bir model yaratma çabası önemle üzerinde durulması gereken bir konudur.

Ziya Gökalp’in intihar teşebbüsünün burada bahsedilen sebeplerine ilave olarak bazı isimler tarafından başka sebepler de zikredilmektedir. Bunlardan birisi Ziya’yı tedavi eden Dr. Abdullah Cevdet’tir. E. Erişirgil’in naklettiğine gör Dr. A. Cevdet, “Ziya’nın normal bir insan olmadığını ve intihar girişiminin fizyolojik olduğunu” ileri sürer. K. N. Duru da, sonraki hastalığı sırasında Gökalp’i tedavi etmiş olan Dr. Akil Muhtar’a (Özden) dayanarak, “Gökalp’in babasının çok işret ettiğini, annesinin çok asabi olduğunu, intihara teşebbüsten beş-altı yıl evvel okuduğu bir roman kahramanının sevda yüzünden intihar ettiğini görünce bu intihar keyfiyetinin bir sabit fikir gibi zihnine saplandığını, o günden beri ‘ben de bir gün böyle bir fikre tabi olarak intihar edeceğim’ dediğini” nakletmektedir.

Aynı görüşler, “Diyarbakırlılar arasında soruşturma yaptım” şeklinde isim verilmeksizin Erişirgil tarafından da tekrarlanmaktadır. Erişirgil bir başka sebep olarak, “amcasının onu İstanbul’a göndermek istemeyişini ve kızı ile evlendirmesi için baskı yapmasını” ve ayrıca Ziya’nın “başka bir kızı sevdiğini, o kızı vermedikleri” gerekçesini göstermektedir.

Ziya Gökalp’in kardeşi M. Nihat Gökalp’ın babası için “hayatı boyunca işret etmemiştir” şeklindeki beyanı dikkate alındığında Akil Muhtar’dan nakledilen iddialar pek inandırıcı olmamaktadır. Dr. A. Cevdet’in, Zeliha Hanım’dan tevarüs eden “fizyolojik cinnet bulunduğu” yolundaki görüşü de doğru değildir. Zeliha Hanım’ın sinir hastalığı son zamanlarındadır ve bunun sebebi de yeğeni Feyzi Pirinççioğlu tarafından 29 Ekim 1924 tarihli Vatan gazetesinde, “Altıncı batında ikiz iki çocuk dünyaya getirmiş, bu münasebetle bir rahim arızası yüzünden asabı bozulmuştur” şeklinde anlatılmıştır.

Akrabası ve arkadaşı Ahmet Cemil (Asena) intihar girişiminin başka hiçbir kaynakta geçmeyen sebebini şu şekilde anlatıyor:

“Ziya, yine bu çağlarda bazı cinayet romanları okumaya heveslenmiş ve bazı intiharları da takdir etmeye başlamıştır. Geçirmekte olduğu geçici bir buhran devresinde hayatın Ziya nazarında bir değeri kalmamıştı. Onu en çok sıkan ve çıldırtan, şahsi hürriyetine ve şahsi fikirlerine vaki olan müdahalelerdi. Gayet seviştiğimiz bir arkadaşımızın pederi ile Ziya’nın akrabaları arasında şiddetli bir huzursuzluk vardı. Vakıa, arkadaşımızın babası koyu cahil, ayyaş, biraz da sefih ve fakat kalender meşrep bir kimse olduğu halde, Ziya’nın bazı akrabaları aleyhine adeta harp ilan etmişti. Oğulları ise cidden bir yüce cevher ve bir fazilet ve namus siması idi. Böyle iken, Ziya’nın bununla arkadaşlığı hoş görülmüyor ve fakat bu hususta Ziya’ya bir etki de yapılmıyordu…

Bir gün, Ziya’ya karşı, arkadaşı iğrenç bir şekilde küçük düşürülmüş ve suçlanmış ve kendisi de şiddetli bir hakarete maruz kalmıştır. Bu bir müdahale idi. Maksat, Ziya ile arkadaşı arasındaki uyumlu bağı ebediyen katletmekti. Ziya buna tahammül edemedi ve o dakika benliğini kaybetti. Artık irade kuvveti ve arzusu pek müteessir idi. Hemen arkadaşının yanına koştu…

Ziya, bu münasebetle sözü silahşorluğa getirdi, nişancılığın lüzum ve faydalarını ileri sürdü, bunu öğrenmek için ufak tabancasını bir iki günlük emanet olarak kendisine verilmesi teklifinde bulundu.”

GENÇ ZİYA, ALNINA SİLAHI DAYIYOR

Genç Hürriyetçi Ziya’nın içinde bulunduğu bu ümitsizlik ve çaresizliği onu bir noktaya getiriyordu:

“Beka-yı zulmetmehin, sebat-ı kahr ü itisaf Mahz-ı tasavvurat intihar eder beni.” İntihar… Acaba niçin? Ölümden ne umuyordu? “Daimi bir ıstırap altında kalmaktır hayat Mevt eyler bir huzur-ı mutlakı ima bana.” Genç hürriyetçi Mehmet Ziya, bu beyti Ulu Cami bitişiğindeki Mesudiye Medresesi’nde kalan, sonra ilkokul öğretmenliği yapan arkadaşı Mustafa Bey’in (ölümü 1953) kaldığı odanın duvarına yazdıktan üç gün sonra alnına kurşun sıkarak intihar girişiminde bulundu. Takvimler 3 Ocak 1895 (22 Kanunuevvel 1895) Perşembe gününü, saatler akşamı gösteriyordu. İdadi dördüncü sınıfı bitirip beşe geçeceği günlerdeydi.

Şehirdeki kolera salgını nedeniyle Diyarbakır’da bulunan Dr. Abdullah Cevdet ve biri Rus operatör olan iki doktor arkadaşı ile birlikte hastaneye kaldırılan Ziya’ya müdahale ederler. Kafatasını delip içeride kalan kurşunu çıkartamayacaklarını anlayınca vazgeçip yarayı iyileştirerek on beş gün içinde taburcu ederler. Ziya Gökalp, başındaki “sinos frontalde” kalmış olan kurşunla yaşayacaktır. Dr. A. Cevdet bir kitabında, Gökalp’in adını vermeden olayı şöyle anlatmaktadır:

“Başından kurşunla yaralanan kimselerin dimağlarında kurşun senelerce kaldığı halde, hiçbir rahatsızlık hissetmeyenleri pek çoktur. 1310 (1885) senesinde aziz ve genç bir tanıdığım Diyarbekir’de, intihar kastı ile tam alnının ortasına bir tabanca ile ateş etmişti.

Alında bulunan kemiğini (azm-i cebhî/os frontal) delerek içerde kalan kurşunu çıkarmak için, diğer iki doktor arkadaşımla uğraşmış ve nihayet bundan sarfınazar etmiş idi. Yaralının yarası tarafımdan tedavi edilmiş ve on beş gün süresince tamamen iyileşmiştir. Bu intihar girişiminde bulunan, başı içinde kalan kurşundan hiçbir zaman şikâyet etmemiştir. Halen İstanbul’da irfan ve zekâsıyla, ilmi ve siyasi mühim ve nüfuzlu bir mevki işgal etmektedir.”

Ziya Gökalp’in düşüncesine göre insanın kendini öldürmesi, ülküsüzlükten ileri gelir. ‘Ülküsü olanlar, hiçbir zaman kendilerini öldürmezler’ der. O, insanın kendisini öldürmesi, yani intihar olayını ve nedenlerini çeşitli yazılarında anlatmış, ülküsüzlüğü, buna başlıca neden olarak göstermiştir. Bir yazısında, intiharları, ‘mefkure yokluğuna’ bağlamıştır.

SÜLEYMAN Nazif’in anlattığı ve E. B. Şapolyo’nun naklettiği hastanede ameliyat sırasında yaşanan şu olay dikkat çekicidir: “Ziya hastaneye kaldırılırken, olay hızla çevreye yayıldı ve tüm Diyarbakır bu olayla çalkalandı. Morfinsiz yapılan ameliyat güç geçiyor. Ziya acısını belli etmiyordu. Bu dayanıklılığa şaşıran Rus doktor, daha sonra kendisine: ‘Ameliyat sırasında hiçbir ağrı duymadınız mı?’ diye sormuş. Gökalp de gülümseyerek şu karşılığı vermişti: ‘İçimdeki acı, başımdaki yaradan daha güçlüydü!’

Ziya Gökalp’in kardeşi Topçu Albay Nihat Gökalp, bu intihar girişimi olduğu sırada Erzurum Askeri İdadisinde öğrencidir. Olaydan yaklaşık iki ay sonra, 1895 Şubat sonunda ramazan tatili nedeniyle Diyarbakır’a gelir. Annesi ve ablasından ve etraftan araştırdığı bu olayı “Ağabeyim Ziya Gökalp” adlı el yazması anılarında (s. 24-26) ve A. Cemil Asena’nın “Ziya Gökalp” isimli el yazması eserinden alınan parçalara yaptığı düzeltmelerde şu şekilde anlatmaktadır:

“Diyarbakır’da kolera salgını çıkınca yüzbaşı doktor Abdullah Cevdet Bey, okulu bitirmiş, uygulama eğitimi görmekte iken Elazığ’a hava değişimi ile gelmiş bulunuyordu… Diyarbakır Valiliği, koleraya karşı mücadele etmek üzere bir ücret karşılığında Abdullah Cevdet Bey’i Diyarbakır’a getirmişti. Diyarbakır’da dini itinasızlığı ve konuşmalarıyla aleyhindeki ‘dinsizlik’ suçlamalarının kuvvetlenmesine neden yol açtı… Cevdet Bey, merhum Ziya Bey’le fikir alışverişinde bulunuyor. Amcamız Hacı Hasip Efendi de bu görüşmelere engel olmak istiyordu.

Ruhi nedenlerden yeise ve ümitsizliğe düşen Ziya Bey, bir arkadaşının hediye ettiği pek küçük ölçüde bir tabancanın ağzını alnına dayayarak ateş ediyor. Doktor Abdullah Cevdet, intiharı duyunca amucamın eve gelmesini yasak etmiş olduğu korkusunu unutarak, derhal bize gelmiş. Kurşun alın kemiğine biraz girerek yayılıyor. Doktor A. Cevdet, alın cildini zaid (haç, artı işareti) şeklinde yarıyor. Kurşunun kemiğe yayılmış olduğunu, çekip koparmanın kemiği zedeleyeceğini, hâlbuki olduğu gibi bırakılırsa, deri tedavi edilirse bir mahzur olmadığını, temin ediyor. Bizden muvafakat ediyorlar. Tedavi yapılıyor. Bu münasebetle Abdullah Bey, Ziya Bey’e ithafen yazdığı bir şiirde:

‘Sübut-ı zulme rağmen sebat lazımdır, Biz erbab-ı himmete hayat lazımdır.’ Diyor. Bu beyit hatırımdadır. Bu manzume, Cevdet Bey’in Avrupa’da yayımladığı ‘Kahriyyat’ risalesinde mevcuttur. Ziya Bey’e ithaf edildiği dipnotunda kayıtlıdır.”

ÜLKÜSÜ OLANLAR, HİÇBİR ZAMAN KENDİSİNİ ÖLDÜRMEZ

Ziya Gökalp, sonradan bu intihar girişimi hakkındaki düşüncelerini hem anlatmış hem de yazmıştır. Damadı Ali Nüzhet’e olayı şöyle anlatmıştır: “Zaman geçtikçe umutlarım sönüyor, yaşamın içsel değeri gözümden düşüyordu. Bu durum öyle bir biçim aldı ki, artık hayvan gibi yalnız yemek, içmek için yaşamaktansa, ölümü üstün tutmak düşüncesini benimsemek zorunda kaldım Bu nedenle kendimi öldürmek istedim. Ama olayı zararsız atlattıktan sonra epeyce düşündüm ve sonunda ‘ülkümü’ (mefkûremi) buldum!”

Gökalp’in düşüncesine göre insanın kendini öldürmesi, ülküsüzlükten ileri gelir. “Ülküsü olanlar, hiçbir zaman kendilerini öldürmezler.” der. O, insanın kendisini öldürmesi, yani intihar olayını ve nedenlerini çeşitli yazılarında anlatmış, ülküsüzlüğü buna başlıca neden olarak belirtmiştir. 1922 yılında Küçük Mecmua’da yayımladığı “Refah mı Saadet mi?” başlıklı yazıda intiharları “mefkûre yokluğuna” bağlamıştır. Zenginlik, geçim rahatlığı ile mutluluk kavramlarını karşılaştırarak incelediği yazısında şöyle bir hükme varmıştır:

“(…) Bu olaylardan şöyle bir sosyal yasa çıkar: Kendini öldürme olayı (intihar), ülküyle (mefkûreyle) ters orantılıdır. Bunu açık Türkçeyle belirtelim: İnsanlar arasında ülkü çoğaldıkça kendini öldürme olayları azalır. Öyleyse, insanları mutlu eden, maddeyle ilgili ihtiyaçlarının karşılanması değil, ülkülerinin doyurulması ve yüceltilmesidir. İnsanları mutsuz kılıp kendini öldürmeye sürükleyen de ülküsüzlüktür…”

Z. Gökalp, yine Küçük Mecmua’da yayımladığı yukarıda tamamını aldığımız “Hocamın Vasiyeti” başlıklı yazısında kendi hayatı bakımından yine bu konudan bahsetmiştir. Bu defa, “büyük gerçek”in (hakikat-ı kübra) “ülkü” (mefkûre) olduğunu ve en büyük “mefkûre”nin de millet ve hürriyet mefkûreleri olduğunu açıklamıştır:

“(…) O zaman ‘hakikat-i kübra’ adını verdiğim büyük gerçeği bulabilirsem hiçbir derdim kalmayacağına emindim. Fakat bunu hangi semtte aramalıydı? O sırada, bir ‘ihtilal şarkısı’ yazarken, kalemimden fırlayan başka bir mısra da bana onun semtini gösterdi: Mevdu’dur (emanettir) bugün bize namusu milletin! Demek ki, büyük hakikat mefkûreden ibaretti. En büyük mefkûre de millet ve hürriyet mefkûreleriydi…”

“MİLLET UĞRUNDA FEDÂ-YI CÂN EDERİZ”

Ziya Gökalp’in intihar girişiminin geri planındaki iç çatışmalar ve fikri bunalımın idadideki yakın arkadaşları Faik ve Haşim’i de derinden etkilediği görülmektedir. İdadide soruşturmaya yol açan bir olaydan bunu çok net bir şekilde öğreniyoruz. Önemli olan, arkadaşlarının, Ziya’nın intihar girişiminin gerekçesi olarak “millet uğrunda canından vazgeçmek (fedâ-yı cân)” şeklinde ifade etmeleridir. Ziya’nın sonradan, bunalımdan kurtuluş çaresi olarak, “büyük gerçek” olarak, “mefkûre”yi (ülkü) keşfetmesi ve onu da “millet ve hürriyet mefkûreleri” olarak ifade etmesi gençlerin de aynı ruh hali ve fikirde olduklarını göstermektedir. İdadide müzakere saatinde yaşadıkları tartışmalardan dolayı Faik’e ceza vermek isteyen Birinci Müdür Muavini Hakkı Bey’e çocukların verdikleri cevap, gerekirse kendilerinin de “Ziya gibi millet uğrunda canlarından vazgeçebilecekleri” şeklindedir. Ziya Gökalp’in intihar girişiminden (3 Ocak 1895) iki gün sonra idadide yaşanan olay, soruşturma tutanağında okul müdürü Muhsinzade Ali İrfan Bey’in anlatımıyla şu şekildedir:

“İçinde bulunduğumuz ayın yirmidördüncü cumartesi günü (5 Ocak 1895/24 Kanunuevvel 1310) beşinci sene öğrencilerinin müzakere saati gelmesiyle birinci müdür yardımcısı Hakkı Efendi müzakere için adı geçen sınıfın dershanesine gitmişti. Müzakere devam ederken öğrencilerden Faik Efendi, ‘Fransa ile Alman devleti arasında meydana gelen muharebede Fransa mağlup, Almanya galip oldu. Bu mağlubiyet üzerine Fransa savaş tazminatını noksansız ödeyerek pek az bir süre içinde mağlubiyetinin etkilerini hissettirmemeye başladı. Bu hal ise ancak halkın namus ve vatan ve milletlerini sevdiklerinden ileri geldi. Hatta Almanya’ya karşı hâlâ husumet göstermekten geri durmuyorlar. Ve ellerinden giden yerleri geri almak için daima çalışıyorlar. Biz ise Rusya ile olan geçmişteki savaşta bu kadar kayba uğradık. Şu hâl benim milli namusumu galeyana getiriyor. Biz de o yerleri geri almak için çalışmalıyız ve daima Rusya’ya karşı kin duymalı ve düşmanlık yapmalıyız.’

Demesiyle adı geçen Hakkı Efendi, ‘Dersinize bakınız, müzakere sırasında böyle şeylerin söylenmesinin gereği yoktur, siz tarihi yalnız okumaya ve okuduğunuz konulardaki olayları göstermeye mecbursunuz’ cevabını vermiş ve adı geçen Faik Efendi’yi bu yoldan cazalandırmak ve vazgeçirmek (tekdir ü ıskat) istemiş olduğu sırada zikredilen sınıf öğrencilerinden Haşim Efendi, ‘Niçin Faik Efendi’yi tekdir ve ıskat etmek istiyorsunuz, söyledikleri doğrudur.’ diye karşı gelmesi üzerine Hakkı Efendi tevkif (alı koyma cezası) yazmak istemiş ve yazacağı tevkiflerden birisini Haşim Efendi’ye, ikincisini de Faik Efendi’ye vermek emelinde bulunmuşsa da yine adı geçen Haşim Efendi: ‘Yazacağınız tevkiflerin ne önemi vardır, işte arkadaşlarımızdan Ziya Efendi fedâ-yı cân ederek intihar etti. Biz de millet uğrunda fedâ-yı cân ederiz.’ demesi üzerine Hakkı Efendi: ‘Çok gürültü etmeyiniz şimdi gider idareye haber veririm’ cevabını vermesiyle Faik ve Haşim Efendiler: ‘Biz fedâ-yı cân ettikten sonra söyleyeceğiniz sözlerin ne önemi olur?’ demişler ve Hakkı Efendi de tevkiflerini yazdıktan sonra çıkmak istemişse de adı geçenler tevkiflerinin bozulması ve keyfiyetin bendenize (İdadi Müdürü Ali İrfan Bey’e) haber verilmemesi için hayli ısrar ve ricada bulunduklarını adı geçen Hakkı Efendi dershaneden çıktıktan sonra gelip ayrıntılı olarak bendenize söyledi…”

MÜLKİYE BAYTAR MEKTEB-İ ALİSİ’NE GİDER

İntihar girişiminden sonra süratle iyileşen ve kendisini okumaya veren Ziya Gökalp, öteden beri İstanbul’a gitme hayalleri kurmaktaydı. Bunun için aradığı fırsatı da aynı yılın (1895) yaz aylarında bulacaktır. Erzurum’dan gelerek yaz tatilini Diyarbakır’da geçiren kardeşi Mehmet Nihat’ı yolcu etmek bahanesiyle amcasından izin alarak Erzurum’a, oradan da Trabzon’a ve deniz yoluyla da İstanbul’a gelir.

Rüyalarındaki “Dersaadet”e hemen hemen beş parasız olarak inmiş bulunan Ziya, Tavukpazarı’nda hemşehrilerinin yanında barınmakta iken, ilk iş olarak, muhtemelen Dr. Abdullah Cevdet vasıtasıyla İbrahim Temo ve Diyarbakırlı İshak Sukûtî’yi aramış olmalıdır. “Hocamın Vasiyeti”nde “İstanbul’a gittim. O zaman, İstanbul’da tıbbiyelilerin teşkil etmiş olduğu gizli bir cemiyet vardı. Onlarla çalışmaya başladım.”diyerek esasen buna kendisi de işaret etmektedir.

Cemiyet (İttihad-ı Osmani) vasıtasıyla parasız yatılı öğrenci aldığı için durumuna en uygun olan, “Mülkiye Baytar Mekteb-i Âlisi”ne kaydını yaptırır. Hal Tercümesi’nde, “1894 senesinde mektebin (Diyarbakır Mülkiye İdadisi) dördüncü senesinden tasdikname alarak Dersaadet’e geldim. Seçme sınavını vererek Mülkiye Baytar Mekteb-i Âlisi’ne dahil oldum…” demektedir.

Osmanlı Devleti’nde 1889 yılına kadar veteriner hekimler sadece “askeri veteriner hekim” olarak yetiştiriliyordu. 1889 yılında Mülkiye Baytarlık Mektebi “sivil veteriner yüksekokulu” olarak kurulmuş ve 1891’den sonra Halkalı’da kendi binasında “ziraat” ile birleştirilerek eğitim ve öğretime başlamıştır.

Diyarbakır Valisi Halit Paşa, hürriyetçilere büyük baskılar uyguluyordu. Vali ile mücadeleye giren genç Ziya ve arkadaşları, Halit Paşa’yı telgrafla İstanbul’a şikayet etti. Bunun üzerine Vali de, Ziya ve arkadaşlarının ev ve dükkanlarını arattı. Aramalarda ‘zararlı belgeler’ ve ‘yasaklı kitaplar’ bulundu. Genç Ziya tutuklanarak, hapse atıldı.

22 ARALIK 1893’te aynı okulu bitiren merhum Mehmet Akif Ersoy’un da ilk mezunlarından olduğu, dört yıllık olan Mülkiye Baytarlık Mektebi, Ahırkapı’daki sivil Tıbbiye Okulunda açılmıştı. Burada gündüzlü olarak iki yıl okuyan ilk veterinerlik öğrencileri, 1891’de inşaatı tamamlanan Halkalı’daki okula geçtiler ve kalan iki yılı da yatılı olarak burada okudular. Mülkiye Baytar Mektebi öğrencisi Mehmet Ziya, okuma merakını bu yıllarda da kaybetmemiş, felsefe ve sosyoloji okumaları olarak daha da geliştirmiştir. Artık 20 yaşındadır ve çoğu felsefe olan Fransızca eserler okumaktadır. Kendisinin okula girişinden (1895) iki yıl önce (1893) aynı okulu bitiren Mehmet Akif (Ersoy), “Bizde felsefeyi hazmetmiş adam arama… Ben Baytar Mektebinde talebe iken Diyarbekirli Ziya vardı, yalnız o, felsefeden okuduklarını anlardı” diyor.

İlk sene ders yılının sonunda, akrabalarının zorlamasıyla tatilini Diyarbakır’da geçirmeye karar veren Ziya, gönderilen yol harçlığını, yerini 1889’da İttihat ve Terakkiye bırakacak olan “İttihad-ı Osmani Cemiyetine yardım olarak verince memlekete gidemedi. Bu sırada amcası Hacı Hasip Efendi, tek evladı Vecihe Hanım ile yeğeni Ziya’nın evlenmesini vasiyet ederek vefat etti (1887 başları). Mektebin üçüncü senesinde öğrenci iken (1898) genel bir arama sırasında, zaten (aşağıda anlatacağımız) şüpheli hareketleri ve ilişkileri yüzünden dikkatleri üstüne çeken Ziya’nın dolabında bulunan Fransızca eserler onu okuldan atılma tehlikesi ile karşı karşıya getirir. Bazı hocalarının yardımı ile bu ceza uygulanmaz. Fakat artık göz hapsindedir.

VALİ HALİT PAŞA’DAN HÜRRİYETÇİLERE BASKI

Aynı yıl yaz tatilinde Diyarbakır’a geldi. Burada daha önce arkadaşlarının mektuplarından şikâyet ettikleri Vali Halit Paşa’nın hürriyetçilere gerçekten büyük baskılar uyguladığı, müstebit idaresi ile halkın da nefretine sebep olduğunu gördü.

Vali ile mücadeleye girişen Mehmet Ziya, bu mücadelede daha sonra “Deli İbrahim Paşa” hadisesinde iki kere başvuracağı “telgraf” eylemini gerçekleştirmiştir. Çekilen pek çok telgrafla Vali Halit Paşa İstanbul’a şikâyet edildi. Bunun üzerine Vali de Ziya ve arkadaşlarının evlerini arattı. Ziya’nın ve içlerinde esnaf da olan arkadaşlarının ev ve dükkânlarında “zararlı belgeler” ve “yasak kitaplar” bulundu. Aslında Vali daha önce Diyarbakır Mülki İdadisinde yaşanan “milletim çok yaşa” olayında Ziya’nın rolünü de tespit etmişti. Ziya tutuklandı. Daha sonradan Dicle gazetesinde yayımlanan 16 Eylül 1898 tarihli Diyarbekir Merkez Sorgu Hâkimliği 159 numaralı kararnamesine göre; “gündüz Mihri ve Hakkı Efendilerin dükkânları, geceleri de Ziya Efendi’nin evi toplanma merkezi yapılarak zararlı evrak ve yasak kitap okudukları, bunların bir cemiyet (örgüt) olduğu” tespit olunmuştur. Ayrıca Vali Halit daha evvel gerçekleşen ve ön eki vali tarafından örtbas edilen “milletim çok yaşa” olayını da haber almış, idadi müdürü ile maarif müdürünü de vazifeden alarak hapsetmiştir.

Soruşturma sonunda, “ellerinde bulunan zararlı evrakı hükümet-i seniyyeye teslim etmeyerek ellerinde saklama ile birbirleriyle alıp verdikleri” sabit görülerek mahkemeye sevk edildiler. Bir süre tutuklu kaldıktan sonra Bidayet Mahkemesi tarafından serbest bırakıldılar. Mahkeme tutuksuz devam edecekti.

GENÇ ZİYA TEKRAR İSTANBUL’A DÖNÜYOR

Böylece, Diyarbakır’daki “gizli cemiyet” daha doğru dürüst kurulamadan dağılmış oldu. Ziya okuluna devam etmek için İstanbul’a döndü. Ancak zaten öğretimin başlamasından sonra ulaşabildiği İstanbul’da onu bir sürpriz bekliyordu. Vali Halit, Diyarbakır’da olanları İstanbul’a rapor (veya jurnal) etmiş, durumdan okul idaresinin de haberi olmuştu. İdare, bir hafta sonra, hakkında açılan soruşturma sebebiyle Ziya’ya okula girmemesini bildirdi. İdarenin tebliğine göre, hakkında “ihbar ve takibat” vardır. Sonucu ramazandan (13 Şubat 1899) sonra belli olacaktır.

Bu dönem Ziya için yeni zorlukların, yeni çilelerin başladığı bir dönem olacaktır. Tutuklamalar, sürgünler, polis (zabtiye) gözetiminde yaşamak onun kaderi olacaktır. Elbette hayatındaki her zorlu dönem onun için nasıl yeni bir ufuk açmış ise bu dönemde yaşadığı sıkıntılar da onu hayata daha güçlü bir şekilde hazırlayacaktır. Ya da Ziya zorlukları kendi kişiliği ve düşüncelerinin olgunlaşması bakımından “fırsata” çevirecektir. Yatılı okula alınmayan Ziya Gökalp, kelimenin tam anlamıyla sokakta kalmış ve beş parasız bir hürriyetçidir. Yarı aç, tok gezdiği, bazı zamanlar güneş doğana kadar dolaştığı, parklarda barındığı olur. O sırada teğmen olan kardeşi Nihat Bey’in yardımıyla evvela Sirkeci’deki salaş otellerde kalır, sonra Mahmutpaşa’daki Kırım Oteline yerleştirilir.

Bu ağır şartlar altında yaşayan genç hürriyetçi Ziya’nın psikolojisi tahmin edilebilir. Padişaha ve mevcut yönetime karşı büyük bir tepki ve kızgınlık içindedir. Nitekim arkadaşı ve akrabası Ahmet Cemil’e (Asena) yazdığı mektupta içini döker. İçinde padişah aleyhinde zehir zıkkım ifadeler bulunan mektup, Diyarbakır’da ele geçirilir ve İstanbul’a gönderilir. Ziya tutuklanır (Mart 1899).

Kendisini otelde bulamayan kardeşi Nihat Bey hafiyeler tarafından götürüldüğünü öğrenir ve kurtarma teşebbüsünde bulunur. Başaramaz, hatta izini de kaybeder. Uzun aramalardan sonra Taşkışla’da tutuklu olduğunu ve dokuz aydır bir kere mahkemeye çıkarıldığını ve kendisine Ahmet Cemil’e yazdığı mektubun manasının sorulduğunu öğrenir. Ziya kendisini savunmamıştır. Bir yıl hapsine ve sonrasında da memleketi Diyarbakır’da polis (zabtiye) gözetiminde bulundurulmasına karar verilmiştir. Ziya Gökalp, tutuklandıktan sonra bir süre Zabtiye tutukevinde kalmış, sonra Taşkışla’ya götürülmüş, buradaki dokuz aydan sonra iki ay da Mehterhane’de (Sultanahmet Cezaevi) yatmıştır. Kendisi “Felsefi Vasiyetler-III., Pirimin Vasiyeti” isimli makalesinde o günleri şu şekilde anlatmaktadır:

“316 senesinin on ayını Taşkışla’da geçirdim. Askerle dolu bir koğuşun elbise deposu içinde geçen bu on aylık itikaf hayatı (bir yere kapanarak yalnızca ibadetle meşgul olmak), beni ruhî buhranlarımdan ebedi surette kurtardı. Taşkışla’dan Mehterhane’ye, oradan da Zabtiye Tevkifhanesi’ne naklolundum. Burada, Naim Bey isminde bir ihtiyar inkılâpçıya rastgeldim. İstanbul’un kibar bir ailesine mensup olan bu ihtiyar da siyasi bir meseleden dolayı Zabtiye Nezareti’nde mevkuf (tutuklu) bulunuyordu. Orada kaldığım müddetçe hep bu nurlu ihtiyarın mefkûreli, ümitli ve hazlı sözlerini dinledim…”

CEZAEVİNDE TEK İSTEDİĞİ, KİTAP OKUMAKTI

Yaklaşık 10 aylık cezaevi hayatının Ziya Gökalp’e çok büyük sonuçları olan etkiler yaptığı veya onun buradaki mahrumiyeti “kazanca” çevirdiğini biliyoruz. Ziya, fikri ve siyasi hayatına etki eden önemli dersler alarak cezaevinden çıkacaktır.

Öncelikle, hapishanede çok yalvardığı halde kendisine kitap verilmemiş, sadece Kur’an-ı Kerim okumasına müsaade edilmiştir. Bu süreyi bir “itikaf hayatı” (bir yere kapanarak yalnızca ibadetle meşgul olmak) olarak tarif eden Gökalp, bu hayatın kendisini “ruhi buhranlarından ebedi surette kurtardığını” ifade etmektedir. Birinci kazancı budur. İkincisi, Naim Bey ismindeki “ihtiyar inkılâpçı” dan dinledikleri ile siyasi hayatı bakımından ilerideki karar ve çalışmalarının yönlendirilmesidir. Onun bundan sonraki hayatını şekillendirdiği için aşağıya aynen alacağımız “Pirimin Vasiyeti” başlıklı makalesinin konusunu teşkil eden bu yönlendirme pek çok bakımdan önemlidir.

Naim Bey’in bir “vasiyet” olarak kabul ettiği görüşlerine göre, meşrutiyet bir gün mutlaka ilan edilecektir. Ama bu gerçek bir meşrutiyet olmayacaktır. Çünkü “milletimiz uykudadır.” Bu yüzden bu meşrutiyet de uzun sürmeyecektir. Ama bu devre içinde mebuslar suiistimal, gazeteler şantaj yarışına girecekler; müfritler en canlı geleneklere bile saldıracaklar, “ittihat-ı İslam” istekleri çoğalacak, bunu bahane eden İngilizler Saray’dan Meclisin kapatılmasını isteyecekler, bir sabah “irade-i seniyye” ile Meclisin kapatıldığı duyurulacaktır. Ama buna üzülmemek lazımdır. Ancak bu meşrutiyet devam ettiği sürece bir şeye dikkat etmek lazımdır: Basın hürriyetinden yararlanarak uyuyan milleti uyandırmak, yani istikbaldeki hedeflerini, gayelerini öğretmek…

Naim Bey, bu hedefleri gösterecek düşünce adamlarının bulunmadığını da ekleyerek, Ziya gibi gençlerin okuyup, araştırıp düşünerek, millete hangi fikir, duygu, idealleri telkin etmek gerektiğini bulmalarını ister. Meşrutiyet ilan edilince hangi programı tatbik edeceklerini bilmelidirler. Meşrutiyet ilan edilir edilmez de bir gazetenin başına geçerek, hedefleri, mefkûreleri, ilkeleri hiç durmadan, hiçbir dikkatli olma endişesine kapılmadan yazmak ve “millî programı” basılı sayfalara geçirmek gerekir. Zamanında okunmasa bile (ki okunmayacaktır) daha sonraki devirlerde bu millî mefkûreler milleti uyandıracak ve millet hürriyet ile meşrutiyeti kendi çalışmalarıyla yeniden üretecektir. Gerçek meşrutiyet de budur.

İhtiyar ihtilalci Naim Bey, Ziya’dan “vasiyetini tutacağına dair” söz alır. Ziya da “bu arif insanı” kendisine “pir” kabul eder. Kendi ifadesi ile felsefi ve fikri anlamda görüş ve önerilerini “vasiyet” olarak kabul ettiği üç önemli insandan biri olan bu Naim Bey hakkında; cezaevinden “ayrılacağım gün beni bir tarafa çekerek şu sözleri söyledi” diyerek Ziya Gökalp “vasiyeti” anlatmıştır. Gökalp’in hayatında çok önemli olan, bugün de Türkiye’nin modernleşmesi, demokrasisi bakımından çok önemli mesajları içeren Naim Bey’in vasiyetini buraya aynen alıyoruz:

“Deli Petro’nun milletine karşı bir vasiyeti olduğu gibi, benim de milletimden olan bütün gençlere ait umumi bir vasiyetim var. Birkaç senedir ki, hangi gence tesadüf etsem, bu vasiyetimi tebliğ ediyorum. Bunların içinde yalnız bir tanesi vasiyetimi hakkıyken ifa edebilse, benim mezarda ebediyen mesut olmam için kâfidir. Ben, vatanımda meşrutiyetin bir gün mutlaka ilan edileceğine kaniim. Nasıl istihsal edileceğini (sağlanacağını / yapılacağını) bilmem. İhtimal ki, şimdiki hükümdar vefat edince yerine geçen zat, milleti memnun etmek için, zaten mevcut olan kanun-ı esasiyi kendiliğinden tatbik edecektir. Ben ihtiyar olduğum için, o güne kadar yaşayabileceğimi zannetmiyorum. Fakat eminim ki, siz o devre yetişebileceksiniz.

Bilmelisiniz ki, bu ilk meşrutiyet -nasıl elde edilmiş olursa olsun- hakiki bir meşrutiyet olmayacaktır. Meşrutiyeti beş on kişinin anlaması ve istemesi kâfi değildir. Meşrutiyetin hakiki bir meşrutiyet olabilmesi için bütün milletin onu anlaması lazımdır. Hâlbuki milletimiz, şimdilik derin bir uyku içindedir. Uykuda olan bir millet, meşrutiyetin kıymetini takdir edebilir mi? Binaenaleyh, bu ilk meşrutiyet, çok devam edemeyecek, Meclis-i Mebusanın kapatılması kapısı yeniden kapanacaktır. Bu kapanmanın ne suretle olacağını Avrupa’daki emsaline ve memleketimizdeki ahvale nazaran tahayyül edebiliriz.

Ben muhayyilemde şöyle görüyorum: O zaman ruhlarda, henüz ihtirasları zapt edecek manevi bir dizgin bulunmayacağı için, mebuslar imtiyaz almak hususunda birbiriyle yarışa çıkacaklar. Gazeteler şantaj yapmaya kalkışacaklar Bazı müfritler, en canlı ananelere bile hücum edecekler. Tabii, bu gibi ahval, meşrutiyetperver olanları bile gücendirecektir. Bundan başka bazı kimseler ‘İttihat-ı İslam’ teşkilatı ve propagandası yapacaklar. İngilizler bu teşkilattan, bu propagandadan kuşkulanarak Saray’dan Meclisin kapatılmasını isteyecekler. Saray, zaten kürsüde söylenen ve gazetelerde yazılan demokratça sözlerden kendi nüfuzunun azalmakta olduğuna hükmetmeye başlayacağından, bu teklifi canına minnet bilecek, bir iki gazeteyi satın alarak meşrutiyet aleyhinde şiddetli bir hücum yaptırdıktan sonra, bir sabah ‘irade-i seniyye’ ile Meclisin müsait bir zaman gelince açılmak üzere seddedildiğini (kapatıldığını) ilan edecek. İşte, bu ilk meşrutiyetin uğrayacağı akıbet budur. Bunu ben şimdiden bütün vuzuhuyla (açıklığıyla) görüyorum. Benim kadar tecrübeniz olsaydı, siz de benim gibi görecektiniz.

MİLLET NASIL UYANABİLİR?

Mamafih, bu ilk meşrutiyetin böyle az zamanda elden çıkacağına müteessif olmayınız Bunun hakiki bir meşrutiyet olamayacağını daha evvel söylemiştim. Bu meşrutiyet devam ettiği müddetçe kıymet vereceğiniz yalnız bir şey vardır: Bu şey matbuatın serbestîsidir (basın özgürlüğüdür). Benim vasiyetim de yalnız bu noktaya aittir. Millet derin bir uykudadır, demiştim. Onu uyandıracak şey, milletin, kendi varlığını, hayatı için tehlikenin ve selametin hangi tarafta olduğunu, hulasa istikbaldeki hedeflerini, gayelerini öğrenmesidir. Hür ve serbest bir matbuat olmazsa, bunları milletin her ferdine anlatmak nasıl mümkün olabilir? Fakat bu hedefleri yazabilmek için evvelemirde mütefekkirlerimizin bunları bilmesi lazımdır. Hâlbuki bugün milletimizin hedeflerinin, gayelerinin ne olacağına dair hiçbir mütefekkirimizin muayyen bir kanaati yoktur. Benim en ziyade korktuğum cihet, meşrutiyet ilan olununca, bu meşrutiyete evvelden hazırlanmış mütefekkirlerin mevcut bulunmayışıdır. Eğer böyle bir hal vukua gelirse, matbuatın o vakit ki serbestisinden milletimizin hiçbir istifadesi olmayacak demektir. İşte bu korkudur ki, beni milletimin gençlerine vasiyet etmeye sevk ediyor. Beklediğimiz güne kadar, daha on sene kadar, bir zaman var! Siz gençler bu on sene zarfında geceli gündüzlü okuyarak, düşünerek aramalısınız. Bu milletin tehlike ve selamet noktalarını tayin ve tespit etmelisiniz.

Bu millete her şeyden evvel hangi fikirleri, hangi duyguları, hangi idealleri telkin etmek faydalıdır? Hangi fikirler bu milleti dalmış olduğu derin uykudan uyandırabilir? Hangi mefkûreler onu yeni bir tekâmül istikametine doğru yürütebilir? Hangi umdeler (ilkeler) onu medeniyete doğru yükseltebilir? İşte bütün bu noktaları arayıp tarayıp keşfetmelisiniz! Hulasa, milletimizin uyanması ve yükselmesi için lazım gelen vazıh (açık) program elinizde hazır bulunmalı! Ta ki, meşrutiyet ilan edilince başkaları gibi şaşırıp kalmayasınız. Ne yazacağınızı ve hangi fikirleri neşredeceğinizi vazıh bir surette bilesiniz! Bence, tasavvur ettiğim gibi, programınızı hazırlamış olursanız, meşrutiyet gelip de matbuatın serbestisi hâsıl olunca derhal bir gazetenin yahut mecmuanın başına geçmelisiniz.

Hazırlamış olduğunuz efkâr-ı müdire ve muvecceheyi, (etkili ve doğru fikirleri) hedefleri, mefkûreleri (ülküleri), umdeleri (ilkeleri) hiç durmaksızın yazmalı ve neşretmelisiniz! Hiç durmaksızın diyorum! Çünkü bu ilk meşrutiyet hakiki olmadığı için uzun müddet devam etmeyecektir. Binaenaleyh matbuatın serbestisi milli hayatımızda süreksiz olacaktır. Bundan azami bir surette istifade edebilmek için ne kadar çok yazmaya ve mümkün olduğu kadar her meselenin ruhunu ve esasını teşrih edebilmeye (yaymaya) gayret etmelisiniz! Fırsat, kanatlı bir kuş gibidir, hemen elden kaçabilir. Böyle zamanlarda teenni ile hareket, ‘yavaş yavaş’ felsefesi çok muzırdır! Yazmakta müsâraat (acele/sürat) göstermediğiniz takdirde, yazacağınız birçok fikirler yazılmamış kalacaktır. Binaenaleyh milletimize, acilen bilmesi elzem olan fikirlerin hepsini yazabilmek için son derece istical (acele/ivedilik) lazımdır.

Bu yazılacak şeyler, zannetmeyiniz ki, yazıldığı zaman okunacak ve o zaman lazım gelen tesiri yapacaktır! Hayır! O heyecanlı devirde, o ihtiraslı keşmekeş arasında ihtimal ki, bu yazılar hiç okunmayacaktır. Yahut okunacaktır da anlaşılmayacaktır. Fakat elzem olan bunların derhal okunması anlaşılması değildir. Elzem olan milli programın, milli mefkûrelerin bir kere matbu sahifeler haline geçmesidir. Tab olunan bir yazı asla imha edilemez. Milli mefkûreler ve umdeler bir kere tab ve neşrolunduktan sonra, artık hiçbir şeyden korkum kalmaz. İsterse matbuat eskisinden daha ağır zincirlerle bağlansın. İsterse hürriyet devrinde basılan bütün mecmualar gazeteler memnu (yasak) ve mızır (zararlı) evrak sırasına geçsin. Bunların hiçbirisinden müteessir olmam ve hatta bu tazyikler ne kadar şiddetli bir surette avdet ederse (geri dönerse) o derece menün olurum.

Çünkü tazyik ne kadar artarsa uyanmayı o derece tesri eder (hızlandırır). Bundan başka, muzır evrak sırasına geçmiş olan yazıları okumaya insanlar daha çok hırslıdırlar. Biz bugün nasıl tehlikelere atılarak, bugünkü evrâk-ı muzireyi (zararlı evrakı/ yayımları) okuyorsak, istikbaldeki istibdat (baskı) devrinde de o memnu (yasak) yazılar bu derece iştiyaklarla aranacak ve elden dolaşarak herkes tarafından okunacaktır. Eğer gösterilen mefkûreler doğru ise, eğer ortaya atılan umdeler faydalıysa, bu yazıların böyle ihtiras ve iştiyakla okunması milleti gerçekten uyandıracak ve kendi mukadderatını eline almaya sevk edecektir. İşte bu suretledir ki, uykudan uyanan millet, kendi içtihadıyla hayatına elzem göreceği meşrutiyet hakiki bir meşrutiyet olacak ve artık millete ve matbuata daimi bir hürriyet temin edecektir. İşte, bugün milletimin bütün gençlerine tebliğ etmekte olduğum vasiyet bundan ibarettir!”

İSTİBDAT AVDET ETTİ

Aynı yazısında Ziya Gökalp, Naim Bey’in vasiyetini bu şekilde anlattıktan sonra kendisi sonraki gelişmeleri de dikkate alarak şu yorumu yapmıştır: “Bu sözlerin ne kadar doğru olduğunu zaman gösterdi. Mütarekeden sonra istibdat avdet ederek (geri dönerek) Meclis-i Mebusanı dağıttı. Birçok mütefekkirlerle gazeteciler Malta’ya götürülerek matbuatın serbestisine nihayet verildi. Fakat büyük felaketler, fikirlere nispetle daha kuvvetli münebbihler (uyarıcılar) olduğu için millet okumaya, düşünmeye vakit bulamadan, uyanmaya, çiğnenen haysiyet ve hukukunu kurtarmaya mecbur oldu. Dahi bir kahraman öne düşerek milleti büyük muzafferiyetlere nail etti. Mamafih, bu harikulade ahval zuhur etmeseydi, ihtiyar meşrutiyetperverin bütün görüşleri noktası noktasına doğru çıkacaktı.

İhtiyar meşrutiyetperver bu sözleri söyledikten sonra vasiyetini tutacağıma dair benden söz aldı. Ben de vatan yolunda nasıl çalışmam lazım geldiğini vazıh (açık) bir surette göstererek beni gerçekten irşat eden bu arif insanı kendime “pir” addettim.” 

SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA

ASENA, A. C., “Arkadaşım Ziya Gökalp”,
Ziya Gökalp Dergisi, Cilt: 1, sayı: 3-4. Ve C:
2, Sayı: 6 (Ocak-Nisan 1977).
AYNÎ, M. A., “Ziya Gökalp’in Diyarbekir’deki
Talebeliği”, İş Dergisi, Sayı: 10
(Ekim, 1954).
CEVDET, Dr. A., “Ziya’nın Ziyaı”, Son
Telgraf Gazetesi, 26 Ekim 1924.
CEVDET, Dr. A., “Ziya”, Milli Mecmua,
Sayı: 24 (Kasım, 1924), s. 375-376.
DİZDAROĞLU, H., Ziya Gökalp Üzerinde
Araştırmalar, Ankara, Aslımlar Matbaası,
1981.
DURU, K. N., Ziya Gökalp, İstanbul,
1949.
ERİŞİRGİL, M. E., Bir Fikir Adamının Romanı
Ziya Gökalp, 3. Baskı, Yayıma Hazırlayanlar:
A. Kazancıgil, C. Alpar, Nobel,
Ankara, 2007.
GÖKALP, N., “Ağabeyim Ziya Gökalp’in
Hayatı”, M. F. Kırzıoğlu, Doğumunun 80.
Yıldönümü Dolayısıyla Ziya Gökalp ve
Açılan Ziya Gökalp Müzesi, Işıl Matbaası,
İstanbul, 1956.
GÖKALP, N., “Merhum Ziya Gökalp
Beğ’in Doğumu ve Ölümü-II”, M. F. Kırzıoğlu,
Doğumunun 80. Yıldönümü Dolayısıyla
Ziya Gökalp ve Açılan Ziya Gökalp
Müzesi, Işıl Matbaası, İstanbul, 1956.
GÖKALP, Z., “Felsefi Vasiyetler-II., Hocamın
Vasiyeti,” Küçük Mecmua, Sayı: 8 (2
Ekim 1922), s. 1-15.
GÖKALP, Z., “Felsefi Vasiyetler-III., Pirimin
Vasiyeti”, Küçük Mecmua, Sayı: 19 (9
Ekim 1922), s. 1-15.
GÖKALP, Z., “Mektepte Cumhuriyet İlanı”,
Cumhuriyet, 21 Ekim 1924.
GÖKALP, Z., “Münteşir ve Müteazzi Müeyyideler”,
Yeni Mecmua, C: II., Sayı: 42-2
(1918)., s. 306-308.
GÖKALP, Z., “Refah mı Saadet mi?”, Küçük
Mecmua, Sayı:1 (5 Haziran 1922), s.
3-6. Z. Gökalp, Makaleler VII., Hazırlayan:
A. H. Çay, Ankara, 1982, s. 5.

GÖKSEL, Ali Nüzhet, Ziya Gökalp ve Çınaraltı,
İstanbul, İkbal Kitabevi, 1939.
GÜLER, Ali, Bayraklaşan Akif: Mehmet
Akif Ersoy’un Soyu, Ailesi ve Hayatı, Halk
Kitabevi, İstanbul 2017, s. 44 vd.
GÜLER, Ali, Ziya Gökalp: Cumhuriyet’e
Ruh Veren Adam (Soyu, Ailesi, Hayatı ve
Kişiliği), Halk Kitabevi, İstanbul, 2018.
HANİOĞLU, Ş., Dr. Abdullah Cevdet ve
Dönemi, İstanbul, 1982.
K. N. Duru, Ziya Gökalp, İstanbul, 1949.
KIRZIOĞLU, M. F., “Ziya Gökalp Müzesi
Kılavuzu, Gökalp Ailesi Kütüğü, Ziya Gökalp
Kronolojisi ve Gökalp Albümü”, Doğumunun
80. Yıldönümü Dolayısıyla Ziya
Gökalp ve Açılan Ziya Gökalp Müzesi, Işıl
Matbaası, İstanbul, 1956.
KORKMAZ, A., Ziya Gökalp, Aksiyonu,
Meşrutiyet ve Cumhuriyet Üzerindeki Tesirleri,
MEB. Yayınları, İstanbul, 1994.
METEHAN, O., Ziya Gökalp ve Din (Ziya
Gökalp’in Dini Görüşleri), Dede Korkut
Yayınları, Tarihsiz.
SOMEL, S. A., “Melekler, Vatanperverler
ve Ajan Provokatörler: Mutlakıyet Devri
Diyarbakır Okul Gençliği, Bürokrasi ve
Ziya Gökalp’in İdadi Öğrenciliğine İlişkin
Soruşturma Kayıtları (1894-1895)”, Yakın
Türkiye Tarihinden Sayfalar: Sina Akşin’e
Armağan, Editör: M. Ö. Alkan, İş Bankası
Kültür Yayınları, İstanbul, 2014. http://
research. sabanciuniv.edu/ 24852/1/
Gen%C3%A7_Ziya_G%C3%B6kalp_makale_
Yeni_Versiyon_Somel.pdf
ŞAPOLYO, E. B., Ziya Gökalp, İttihadı
Terakki ve Meşrutiyet Tarihi, İnkılap ve
Aka Kitabevi, 2. Baskı, İstanbul, 1974.
TÜRKDOĞAN, O., Ziya Gökalp Sosyolojisinde
Bazı Kavramların Değerlendirilmesi,
İstanbul, 1978.
TÜTENGİL, C. O., Ziya Gökalp Üstüne
Notlar, Genişletilmiş Yeni Basım, Varlık
Yayınları, İstanbul, 1964.
ÜLKEN, H. Z., Türkiye’de Çağdaş Düşünce
Tarihi, İstanbul, 1966.
YAĞMURDERELİ, Z., Ziya Gökalp’in
Ölüm Yılında Yazılanlardan Seçmeler,
Ankara, 1982.

Kaynak: Türkgün Gazetesi https://www.turkgun.com/yazar/ali-guler?sayfa=2

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum