YUNUS EMRE'YE SEZAİ KARAKOÇ'UN PENCERESİNDEN BAKMAK - Yazan: Selim Ümütlü

YUNUS EMRE'YE SEZAİ KARAKOÇ'UN PENCERESİNDEN BAKMAK - Yazan: Selim Ümütlü
21 Nisan 2021 - 13:03

“Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus”

YUNUS EMRE’YE SEZAİ KARAKOÇ’UN PENCERESİNDEN BAKMAK

       Bir düşüşle başlar insanın hikâyesi…  Var oluşumuzu anlamlandıran, ayrılığı, yalnızlığı,  arayışı, özlemi, velhasıl aşkı başlatan, kutlu bir düşüştür bu. Aşkın olana bir yürüyüştür bu!..  Yücelerden düşen insan artık alçakta, yani “dünya”dadır.  Yusuf misali bir kuyuda yahut zindandadır. Peki sonsuza kadar bir sarayda yaşamak mı güzeldir, yoksa zindandan saraya doğru yol almak mı?  Sezai Karakoç’un ifadeleriyle: “Cennette hiçbir sarsıntıya uğramadan yaşayacak olan insanoğlu mu, yoksa ayağı kayarak yeryüzüne düşen ve orada âb-ı hayatı ararcasına karanlıklar arasında geçen, dünya çilesini çektikten sonra Tanrı’ya özlem duyan insan mı? Seçilmiş olan hangisidir? Şanlı olan hangisidir? Yurdunu hangi insan daha çok sevecektir? Doğduğu yerden ölünceye kadar hiç ayrılmayan insan mı? Yoksa en genç çağında yurdundan ayrılarak savaşa gitmiş, esir düşmüş, bir daha dönme umudunu tam yitirmişken ansızın esen bir Hızır yeliyle kendisini yine ülkesinde bulan insan mı?”

 Dünyaya düşen insanın iki “ben”i vardır artık. Birincisi yiyen, içen, uyuyan, bedensel ihtiyaçları kısır bir döngü hâlinde devam eden “ben”, diğeri öteleri arzulayan, maddeyle tatmin olmayıp manaya yönelen “ben”. Birincisi dünyaya bağlı, ikincisi maveraya sevdalı... Birisinin elinde akıl feneri, ikincisi kalbiyle görür her yeri… İşte bütün bu çelişkiler, metafizik endişeler, dünyaya düşmüş yaralı insanın ızdırapları dalga dalga kabarır Yunus Emre’nin şiirlerinde. Onun şiirini okumak, saf ve samimi imanın sözcüklere yansıyan ışıltısını izlemektir. Hz. Musa’nın duyduğu, tabiattan gelen o sesin hışırtısını dinlemektir. Gelin şimdi çıkalım dünyadan, gayrı yerler görelim, özge safalar sürelim. Kulak verelim Emre’m Yunus’un sesine:

Taştın yine deli gönül sular gibi çağlar mısın
Akdın yine kanlı yaşım yollarımı bağlar mısın

Izdırap çeken bir ruhun gönlüne seslenişi… Yunus’un “ben”leri arasındaki söyleşinin bir parçası olsa gerek bu hitap. Anlaşılan o ki sular gibi çağlayan gönül dertlidir. Akan suların yolu daima denize çıkar. Akan kanlı gözyaşları ise O’ndan ayrı düşmenin acısını terennüm eder. Temenni/rica odur ki bu gözyaşları vuslata giden yolları bağlasın. 

N’idem elim ermez yâre bulunmaz derdime çâre
Oldum ilimden âvâre beni bunda eğler misin

İlk beyitte sezdirilen derd, burada âşikar ediliyor. Demek ki şairi çaresiz bırakan “dert”, onun yâre erişememesi, ilinden, yurdundan uzak olmasıdır. Oysa onun burada eğlenmeye, oyalanmaya tahammülü yoktur. O, bir an önce sevdiğine kavuşmak ister. Bilir ki dünya hayatı hakikatte sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir! Aslolan ahiret yurdudur.

Yavu kıldım ben yoldaşı onulmaz bağrımın başı
Gözlerimin kanlı yaşı ırmak olup çağlar mısın

Yol-daş-ı yavu kıldım, yani kaybettim. Belki de kalbine gizlenmiş hazineyi bulmak için çırpınan insanın yaşadığı sıkıntı saklıdır bu cümlede? Dostundan, sevdiğinden ayrı düşmüş insanın yalnızlığı, gurbeti iliklerinde duyumsayan, gözyaşları ırmak olup çağlayan insanın hiç dinmeyen varoluşsal sancısı… Kendisine oyalansın diye verilen tabiat oyuncağıyla avunmayan çocuksu ruhun haykırışı…

Ben toprak oldum yoluna sen aşırı gözedirsin
Şu karşıma göğüs geren taş bağırlı dağlar mısın

O’nun yoluna toprak olmak… Ben’den geçmek, kötü istek ve arzulardan sıyrılıp toprak gibi mütevazı olmak… Nice büyük mücadelelerin neticesinde, taş bağırlı dağlardan aşmak ve yolun nihayetinde yolun bidayetine dönmek, yani öze dönmek… İki çift kelam etmek sözün bittiği yerde: Gece yarılarında, kuşluk vakitlerinde, bülbüllerin ötüşünde, güllerin açışında aradığım hep sendin, sahi neredeydin? Elest meclisinde söz verdim, işte şimdi sana geldim, huzuruna geldim diyebilmek…

Hey gidi taş bağırlı dağlar… Zirvesi karlı dağlar…  Sevenleri ayıran dağlar… Tonlarca yükü yüklenip de insanın yüklendiği yükten kaçan dağlar… Tahirü’l-Mevlevî’nin mezar taşında yazılı ifadeler geliyor insanın aklına: “Eli boş gidilmez, gidilen yere/Rabbim, boş gelmedim, ben suç getirdim./Dağlar çekemezken o ağır yükü/İki kat sırtımda pek güç getirdim.”

Harâmî gibi yoluma arkuru inen karlı dağ
Ben yârimden ayrı düştüm sen yolumu  bağlar mısın

Ne çok engel vardır hakikati arayan insanın yolunda. Kimi zaman süslü bir gelin gibi güzel görünür insana dünya. Kimi zaman nefis, bir dağ gibi dikiliverir karşına… Sanki yolunu kesen bir eşkıya!.. Sevdiğini arayan âşığın dağdan istirhamı ne kadar ince bir rica: “Yolumu bağlar mısın?”

Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın

Dağların, nehirlerin bulutların arasında Yunus yalnızdır ve gariptir. Tabiatı da kendi derdine ortak etmek ister. Sezai Karakoç, şöyle yorumlar bu ruh hâlini: “Bir yanda tabiatın ihtişamlı ve parlak çizgisi, öte yanda bulutlardan bile kendisine ağlamasını isteyen bir iç yalnızlık. Ama tabiat ağlamaz. Nefse cevap verse de, daha doğrusu nefsi kamçılasa da, ruha cevap vermez. Arada bir perde vardır, delinemeyen bir zar vardır. İnsan, tabiat içinde ona yabancı, dolaşır durur.”

Esridi Yunus’un cânı yoldayım illerim kanı
Yunus düşde gördü seni sayrı mısın sağlar mısın

Yunus’un “ben”i niyaz makamında, düşte gördüğü “sen” ise naz makamındadır. O yaratıcı ki insanı sınamak için dünya gurbetine göndermiş, kendi varlığını perdelerin ardına gizleyerek güzelliğinin keşfedilmesini istemiştir. Bu durum, “Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ eyledin/Çeşm-i âşıkdan dönüp sonra temâşâ eyledin” beytinde veciz bir şekilde ifade bulmuştur. İşte Yunus Emre, tabiata saplanıp kalmamış, tabiattan yaratıcıya uzanan yolun yolcusu olmuştur. O, tabiat perdesini aralamanın derdindedir. Perdenin arkasında dostunu, yârini, “sen” dediği öteki benini bulacaktır. Yoldadır, yorgundur, sarhoştur, gerçekle düş arasında bir arayışta, bir yükseliştedir. Bilir ki akıl ve mantık, bu yolda çamura saplanmış eşek mesabesindedir. Bu yol ki aşk yoludur ve ancak “deli gönül” bu yolda mesafe kat edebilir.

Bir şiir düşünün ki içinde Allah, Kur’an, peygamber, fenafillâh, masiva gibi ifadeler hiç geçmesin. Şair; ırmak, toprak, dağ, buluttan bahsetsin, tabiatla dertleşsin. En derin ve müşkül metafizik mevzular, halk Türkçesiyle açıklığa kavuşsun, dile gelsin. Nihayetinde anlatılan İslam ve tasavvuf olsun. İşte o şiir, bu şiirdir.

Sözlerimizi yine Sezai Karakoç’un Yunusça bir sezgiyle yakaladığı ifadelerle nihayete erdirelim:“Ah! Düşüşsüz insan! Benden övgü bekleme. Düşüşün tadını almayan insan! Senin, yücelerin serinliğinden, arılığından ne haberin vardır? Ruh gecesinin yedi katlı karanlığına batmamış yürek! Sana ışıklar ve aydınlıklar ne der? Ey zindanda bir gece geçirmemiş dost, güneşe doğru çılgın koşuyu yapacak çocuk olabilir misin?”

Kaynaklar:
Karakoç, S. (2015). Yitik Cennet. İstanbul: Diriliş Yayınları.
Karakoç, S. (2017). Yunus Emre. İstanbul: Diriliş Yayınları.
Köprülü, F. (2018). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. İstanbul: Alfa Yayınları.
Yunus Emre (2012). Dîvân (Haz. Mustafa Tatçı). Ankara: DİB Yayınları.




      
 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum