Süleyman Sami İLKER
Anemon Dağcılık ve Spor Kulübünün tertip ettiği bir yürüyüşe katıldım, geçen pazar günü. Manisa Yunt (At) dağlarındaki Köseler köyü hedefimiz. Yolda kısa bir kahvaltı molasından sonra köydeyiz. 29 kişiyiz. Bizi götüren minibüs akşam üstü Aigai'den alacak. "Aigai Antik Kenti" yön tabelasının önünden yürüyüş başladı. Köyün içi kilit taş döşeli ve temiz. Sol karşımızda, köyün eski ve yeni okul binaları fark ediliyor. Eski bina iyice yıpranmış. Yeni okul binası biraz uzakta ama önünde isim levhası ve bayrak direği olmadığına göre muhtemelen kapanmış. Zaten köylerdeki az sayıdaki genç nüfus, azalan çocuk ve öğrenci sayısına bir de devletin taşımalı öğretim hatası (?) eklenince köy okullarının çoğu kapandı. Köye medeniyet getiren, görgü, temizlik ve bilgi taşıyan öğretmenler artık oralarda yok. Olan birkaç köyde de öğretmen burada kalmıyor, gelip gidiyor. Dolayısıyla halkla temasları az veya yok. Kalan yaşlılara ölünceye kadar burada yaşayın, gençlere de fırsat bulursanız gidin anlamına geliyor mevcut şartlar. İlk ve ortaokulun birleştirilmesi; tarım, köy ve köylülüğün küçümsenmesi bu acı sonuçları doğurdu, maalesef.
KAZIEVİ
Okul binalarının yanına daha yeni gözüken Aigai Kazıevi Onarım ve Depo binası yapılmış. Tek katlı ve taş yapıya benziyor. Dış görünüşüne göre, taş yapı veya taşla kaplanmış. 20 yıldır senede dört ay devam eden kazının başkanı MCBÜ İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Arkeoloji bölümünden Prof. Dr. Yusuf Sezgin bey. Gayretli, işini seven, çalışkan bir bilim insanı. Kazıda işçi olarak köyün kadınları da çalışıyor. Teknik incelikleri kavramışlar.
10 km.lik dağ yolu. Daha köyden çıkarken yol kenarında ağızları yuvarlak veya kare, yüzyıllar veya binyıllar öncesinden kalma 7-8 adet su sarnıcı kümesi görüyor, resimliyoruz. Bir arkadaş; nihai hedef olan Aigai antik bölgesinde 250 sarnıç var, diyor. Onlarcasını yerinde gördük. Aigai'de 2 de hamam varmış. Bu iki hamamın su ihtiyacı da yine sarnıçlarda yağmur hasatı ile toplanan sularla yürütülüyormuş. MÖ 8. yüzyıllarda kurulan bu kentteki önemli yapılar hep andezit kayalardan yapılmış. Bölgede mermer yatağı yok çünkü. Hamam kültürünün aslı Roma hamamıdır. Ama Türkler temizliği sevdikleriden ve inançlarına da uygun olan bu hamam kültür ve mimarisini benimseyip geliştirmişler. Batılılar dahil hamam kültürü için Türk hamamı ifadesini kullanıyorlar. Aigai'de yaklaşık 5 bin insan yaşıyor o çağlarda. Şehre gelen yabancılar mutlaka yıkanmak zorunda imiş. Çünkü bulaşıcı hastalıklara karşı tedbir olarak kabul ediliyor bu.
GÖLETLER VE ÇEVRE
Yolun sağında 30-40 metre çapında 2-3 tane mini su göleti görüyoruz. Taş duvarlar ile kenarları çevrelenmiş. Başlangıçta güzergâhımız düzgün toprak bir yol şeklinde başladı ama kısa bir mesafe dönerek yolun solundaki (yol başka bir yere gidiyordu) dik yamaca tırmanıyoruz. Aslında Aigai uzakta görülen bir dağ veya tepenin üzerinde. Ama önce henüz yolu olmayan, hiç kazı çalışması yapılmamış Apollon mabedine gideceğiz. Toprak bir yola dönüyor, DSİ'nin yaptığı büyükçe Köseler göletinin yanından geçiyoruz.
Arazi ve bölge aşırı düzeyde taşlık. Tarım arazisi yok. Koyun da yetiştirilmez diyor bir arkadaş bu bölgede. Sadece keçi, biraz da yerli ırk sığır var. Yer yer küçük alanlar -özel mülk olmalı- yığma taş duvarlarla çevrilmiş, içinde zeytin ve yabani menengiçe (çitlenbik) aşılanmış Antep fıstığı ağaçları gözümüze çarpıyor. Yerbilim, ziraat ve maden mühendisleri bölgede bizim gördüğümüzden fazla ve farklı imkan ve fırsatların olduğunu söyleyebilirler, mutlaka.
Yunt dağları bölgesinde son 20 yılda 80'den fazla gölet inşa edilmiş. Binlerce yıllık yağmur suyunu (yağmur hasatı deniyor) sarnıçlarda toplama kültürü -ki bazı sarnıçlar halen su tutuyor- çağdaş göletler olarak farklı şekilde varlığını sürdürüyor. Yani aynı aklın devam ettiğini gösteriyor. Bu göletlerin üzerine yüzen güneş enerji panelleri de eklense, hem suyun buharlaşma azalır hem de elektrik üretilir diyor aklım. Bu göletler orta vadede bölgenin iklim ve bitki örtüsünü, yaban hayatını, ekolojik denge ve zenginliği olumlu anlamda değiştiriyor, artırıyor, dönüştürüyor.
ÇİRİŞ OTU VE ANTİK YERLEŞİMLER
Yol boyunca seyrek de olsa çiriş otu görüyoruz. Biyoloji okumuş bir arkadaş
"Latince adı asphodelus olan çiriş otunun çeşitleri var. Anadolu’nun birçok yerinde yenen türleri de mevcut. Pırasaya benzediği ve yendiği için "yabani pırasa", baharda ortasından çıkan, üzerinde çiçekleri açan uzun filizden dolayı "bahar kamçısı" olarak da bilinir" diyor. Yağcılar köyünden bir koyun çobanı, biz buna "pelfanduk" deriz demişti. Bu bitkinin olduğu yerin yakınında mutlaka bir antik yerleşim veya tümülüs vardır. Sardes kent kalıntıları, bu bilgiye dayanılarak bulunmuş, diye ekliyor canlıbilimci (biyolog) arkadaş.
Ben, Manisa MCBÜ Muradiye yerleşkesinin arkasındaki geniş meşe ormanında çiriş bitkisi çok yoğun olarak var dedim. Arkadaşım, yerleşke bölgesinde bir tümülüs bulundu deyince çok şaşırdım. Antik çağda aydınlatmada kullanılırmış çiriş. Tohumları yağlı. Kurumuş tohumlu saplar toplanır, bir ip veya bitki ile sarılarak sıkı bir sap demeti oluşturulur. Bu kuru bitki demeti alevli değil, kızıl kor şeklinde yanar ve dar olsa etrafını aydınlatırmış. Bu nedenle antik bölge etrafında bolca olur diyor işin ehli, ki gördük de. Bitkinin kazık kökü 1,5 metre kadar derine inermiş. O yüzden dayanıklı bir bitki.
Daha önceki zamanlardaki dağ yürüyüşlerimizden bu bitkiyi tanıyorum. Koyun ve keçiler yeşil iken bunları yemiyorlar ama kuruduğunda, daha çok yaz sonu ve sonbaharda yiyorlar; gördük. Bitki tazeyken hayvanlar için yenilmeyecek kadar nahoş iken -içindeki zararlı maddelerden olmalı- kuruduklarında bunların önemsemeyerek kadar azaldığını öğreniyoruz.
ZEYTİN VE ÇAM
Yolda yabani zeytin ağaçları ile karşılaşıyoruz. Bir arkadaş "olimpiyatlarda meşale ne ile yakılırdı" diye sorunca, ilgili ve meraklı arkadaşım, bu zeytinlerden elde edilen yağ ile yakılırdı diyor. Antik çağlarda zeytin yenmiyordu. Cilt ve saç bakımından da kullanılırdı diye ekliyor. Arkasından bir "pinar çalısı"nı gösteriyor. "Bakın, bunların yaprakları dikensizdir. Şu dallarından uygun olanlar kesilerek süpürge yapılırdı, yakın yıllara kadar. Manisa Belediyesi sokak temizliğinde bunları kullanırdı. Çok esnek, dayanıklı, kolay kırılmaz, iki yıla kadar kullanılırdı. Bu nedenle "süpürge çalısı" diye de bilinir" diyor.
Konu bitkiler, ağaçlar olunca etraftaki çam ağaçları ve yanından biraz önce geçtiğimiz göletten kaynaklanan çağrışımla "Belediyeler bir yere önce çam diker, sonra da aralarına çim ekerler. Çim suyu sever, çam ise sevmez. Çim sulandıkça çam kurur" diyor. "Sizin Muradiye yerleşkeniz için en uygun ağaç meşedir" diye de ekliyor.
İRAN VE ÇAM
2023'de yaptığımız 14 günlük İran gezimizde, yarı çöl iklim ve sıcaklara rağmen pek çok tarihî yapı ve alanda büyük çam ağaçlarını görmüş, dağlarda hiç ağaç olmadığı halde buralara çam ağacı dikmek nereden akıllarına geldi acaba diye düşünmüş, sormuştum. Konuştuğum arkadaşlardan da tatmin edici bir cevap alamamıştım. Şimdi sorumun cevabını buldum. Çam suyu sevmez. Bu sadece gözlem, durum tespiti. Neden, niçin, nasıl diye sorsak, bilim bize daha ne kadar çok bilgi verecektir kim bilir. Sormak lâzım.
BÜYÜK DEPREM VE YANARDAĞ
Artık yol olmadığı gibi, patika bile yok. Sık ağaçlar arasında dik yamaçlarda ilerliyoruz. Zaman zaman keçi ve yerli ırk büyük baş hayvanlar için çevrilmiş yayım alanlarının sınırlarındaki tel örgü veya dikenli ağaç çitlerle karşılaşıyoruz. Bunları görünce yolumuzu değiştiriyor veya kolaysa üzerinden geçiyoruz. Zor şartlardan yorulan, geride kalanlar oluyor.
Çok zor, yorucu, yer yer tehlike arz eden yürüyüşten sonra yakınından Kocaçay'ın aktığı bir vadi içindeki Apollon mabedi kalıntılarına ulaşıyoruz. Bu arada "yolbul" (navigasyon) ile Köseler köyü (resmiyete mahalle deniyor ama bunu sevmiyorum) ile Aigai arası 10 km gösteriyor. Apollon mabedi yolun yaklaşık yarısı sayılır. 6 km.lik yolu 3-3,5 saatte aldık dersem, arazinin zorluğu daha iyi anlaşılır.
MS 17'deki Lidya depremi diye bilinen, 9 şiddetinde çok şiddetli bir deprem sonucunda, Batı Anadolu’daki 12 şehir yerle bir olmuş. Manisa'daki Sardes şehri en çok hasar gören yer diye bilinir.
Depreme Santorini adasındaki yanardağ patlaması yol açmış. Bugünlerde de sürekli depremlerle anılan, bir yanardağ patlaması korkusu ile geçici olarak boşaltılan ada, Bodrum hizasında, Yunanistan karası, Türkiye ve Girit'e eşit uzaklıkta, Adalar denizinin tam ortasında yer alıyor. Santorini'deki yanardağ patlaması sonrasında kül ve dumandan aylarca güneşi göremeyen coğrafyadaki bitkiler ve ekoloji büyük zarar görmüş ve bölgedeki nüfusun üçte ikisi açlıktan ölmüş o tarihlerde.
19 TANRILARI VAR
Antik dönem Roma / Yunan inancında 19 tane tanrıları var. 6 tanesi kadın cinsinden, tanrıça. Çok tanrı inancı var ve tanrılar insan gibi tasavvur ediliyor. Erkek veya dişi oluyorlar. Evleniyorlar, çocukları oluyor. Birbiriyle savaşıyorlar, kıskançlık, öfke, intikam duygusu taşıyorlar. Pek çok varlığın ve duygunun tanrısı var. Bu çok tanrıcılığa, Pagan inancı deniliyor. Tanrıların insan suretinde heykelleştirilmesi ile de bir çeşit putperestlik ortaya çıkıyor. Türk Dil Kurumu sözlüğünde, put; "Bazı ilkel toplumlarda doğaüstü güç ve etkisi olduğuna inanılan canlı veya cansız nesne; tapınak, fetiş" olarak tanımlanıyor.
SANKİ BAKANLAR KURULU
GEZEGENLER
Zeus (Gökyüzü ve hava olayları), Poseidon (Denizler ve depremler), Demete (Ziraat ve bereket), Ares (Savaş ve yıkım), Hermes (Hırsızlık, Yolculuk, İletişim), Dionisos (Şarap, üzüm, eğlence), Artemis (Okçuluk, ay, avcılık, bakirelik), Apollon (Güneş, kehanet/bilicilik, sanat) vs. Dahası da var. Sanki bakanlar kurulu var karşımızda.
Okullarda bize öğretilen gezegen adlarını hatırlayın. Güneşe en yakından en uzağa doğru. Merkür, Venüs, Dünya, Mars ile başlayan isimler.
Teleskop icat edilene kadar bilinen 5 gezegene Romalılar hep kendi tanrılarının isimlerini vermişlerdir. Yani Merkür (Yunan'daki Hermes ile aynı, gezgin ve tüccar tanrısı), Venüs (Afrodit, aşk-güzellik tanrısı), Mars (Ares, savaş tanrısı), Jüpiter (Zeus, tanrıların kralı. Yani başbakan), Satürn (Kronos, Zeus'un babası, tarım tanrısı). Sonradan keşfedilen gezegenlerden Neptün'e (Poseidon, deniz ve deprem tanrısı) de bir başka Roma tanrısının adı verilmiştir. Tabii günümüzde bu tanrılara artık inanan pek kimse kalmadığı için, onlara "mitolojik tanrılar" adı verilmekte. Bunun haricinde bu tür isimlendirmenin yalnızca 2 adet istisnası vardır: Dünya ve Uranüs.
DÜNYA VE URANÜS
Dünya Arapça bir kelime. Birçok dinde dünya ve ötesi inancı var. İslâm'da da yakında ve uzakta anlamında dünya ve ahiret kelimeleri var. Dünya "yakındaki" anlamında bir kelime.
Uranüs, listedeki gezegen adlarında Latince (Roma dili) olmayan bir diğer tanrı adı. Yunan tanrısı. Uranüs Tanrı Gaia'ın hem çocuğu hem de karısı. Enses sapıklıkları tanrı mitolojisinde bile var.
Plüton, karanlık görünümünden dolayı adını Roma Yeraltı Tanrısı Plüton'dan almış. Yunan mitolojisindeki karşılığı Hades'tir. 2006'da bir gezegen olmadığı, bir cüce gezegen olduğu kararına varılmış ve gezegenlik statüsünden çıkarılmış. Halen cüce gezegen olarak bilinmekte.
TÜRKLER NASILDI O DÖNEMLERDE?
İlginçtir; aynı yüzyıllarda Asya'daki Türkler Göktengri inancına bağlılar ve tek bir tanrı inancına sahiplar. Tekrar dirilme ve ahirete de inanıyorlar. Tanrı hiç bir şeye benzemez deyip hiç bir şekilde heykelini yapmıyorlar.
APOLLO UZAY ARACI
Roma'da (Latince) Apollon olan bu tanrı adı, Eski Yunan'da Apollo olarak kullanılıyor. Güneş yani ışık, sanat ve kehanetin/bilicilik (bilim?), tıp ve şifayı temsil eder. Apollo, aynı zamanda Delphi kahini olarak bilinen bir kehanet merkezinin de tanrısıdır. Kehanet yeteneği, geleceği görebilme ve insanlara rehberlik etme gücüyle ilişkilendirilir. Sanatçıların, şairlerin ve müzisyenlerin koruyucusu olarak kabul edilen Apollo, aynı zamanda gençliğin ve güzelliğin simgesidir. Amerikan NASA'nın uzay aracına Apollo adının verilmesi bundandır. Geçmişte bir kaynakta Avrupa'da eski Yunan kültürü hayranlığı varken, Amerika Birleşik Devletlerinde ise Roma hayranlığı hakim ve baskındır, diye okumuştum.
Bu günkü baskın egemen batının dünü, bugünü ve geleceği ile ilgili hesaplarını doğru analiz edebilmek, anlayabilmek için, kendi kültür ve medeniyet kökleri olduğuna inandıkları, bize masal gibi de gelse, bu bilgileri öğrenmemiz, bilmemiz gerekiyor. En azından toplumun eğitim, kültür, siyaset ve iktisatına yön veren her düzey yönetici ve görevli için şarttır, derim.
GEZİMİZE DÖNELİM
Apollon mabedinin ana kapı yan dikey kirişleri, hafif kızıl yekpare andezit taştan ve halen ayaktalar. Üst kiriş 10 yıl önce defineciler tarafından kırılmış. Yerde çok sayıda Roma sütun blokları yatıyor. Sütunları üzerinde boylamasına düz paralel 2 veya 3 cm derinlikte yarım daire kavisli 23'er oyuğu var. Her parçanın birbirine bakan ara yüzlere açılmış simetrik iki oyuk ve bu araya bloklar üst üste koyduktan sonra yandan erimiş kurşun dökümüne tarayan bir boru kanalı görülüyor. Boşlukları dolduran sıcak sıvı kurşun soğuyunca donuyor ve iki blok bir daha kaymamak üzere üst üste sabitleniyor. Bu boşluk ve kanala "zıvana" deniyor. Türkçedeki "zıvanadan çıkmak" deyimi ise bir mecazdır.
Bu güne kadar hiçbir yol, kazı ve envanter çalışması yapılmamış. Aralarda çok sayıda çınar ve meşe gibi yaprak döken kalın ağaçlar var. Bir taraftan da gördüklerimizi resimliyoruz. Anadolu'da bunun gibi kazısı daha yüzyıllar alacak kazıbilim alanları mevcut. Bir arkadaşımız yapı ile ilgili daha geniş bilgiler veriyor. Bu arada kendi tarih ve kültür miraslarımızı da gecikmeden onarılıp korunmalıyız, derim.
BİR KAZIBİLİMCİ ANLATIYOR
Türkiye’de Kazıbilimcilerin din ve dinler tarihi eğitimi maalesef hiç yok. Halbuki bütün medeniyetler bir dine dayalı olarak ortaya çıkmıştır. Buna karşılık, İlahiyatçılarımızın da Kazıbilim ve Antropoloji eğitim ve bilgileri yok. Böyle olunca da her iki tarafın kendi alanlarındaki bazı konuları doğru analiz ve yorum yapmaları mümkün olamıyor. Bazen de hatalı değerlendirmeler tabii ki. O halde her İlahiyat fakültesinde birkaç akademisyen yan dal olarak Kazıbilim ve Antropoloji, hatta yerbilim (Jeoloji) okumalı. Kazıbilimcilerden de İslam ve Dinler tarihi gibi konuları bilenler olmalı.
HEYKELCİLİK
Arkeoloji bilen arkadaşımız anlatmaya devam ediyor: Heykelcilikte Mısır'ın Firavunluk dönemi (Kıptiler) öncü ve başarılı idi. Mısır'dan Avrupa'ya ilk defa MÖ 1200'lerde önce Girit'e sonra, Eski Yunan'a ulaştı. Başlangıçta kollar yanda, dik basit insan heykelleriydi. Heykelcilikte kolun bedenden öne doğru uzanması ancak 300 sene sonra olabildi. Eski Yunanlılar batı Anadolu’ya, MÖ 1200'lerde, muhtemel Balkanlardan gelen kavimlerin baskısı ile adalar üzerinden çıkmışlar. Daha önce burada yoklar. Buralarda Luvi, İyon, Frig, Lidya gibi başka halklar da vardı.
AİGAİ'YE DOĞRU
Apollan tapınağından Aigai'ye (Keçiler anlamındadır. Bizde de halen Keçiören, Keçiliköy gibi yer adları mevcuttur) yola çıkıyoruz. Burası keçi yetiştiren, dericilikte ileri, Pergamon (Bergama) krallığına deri tedarik eden, belki de onlar için fason parşümen üreten bir kent idi. Günümüzde Bergama kalesinde yaşlı bir adamın halâ parşümen üretip sattığını söylüyor bir arkadaşımız.
Apollon mabedinde bir çeşit hac gibi dini merasimleri var. Bu dönem hem dinî hem de ticarî bir dönem. Yolun güvenliğini bir aile sağlıyor. Hasat mevsiminde (yaz sonu), yılda bir kez, kişiler önce Apollon merasimine geliyorlar. Buraya zeytinyağ, süt, tahıl, bakliyat, meyveler getirip sunuyorlar. Bunları toplayan rahipler kışlık kilerlerini dolduruyorlar.
Aigai'ye doğru uzanan 3 km uzunlukta tarihî kutsal yolda yürüyoruz. Yol 2500 yıllık plaka halinde büyük düzgün taşlarla döşesi. Arada bozulmuş yerler olsa da genel anlamda korunmuş. Ortalama 180 cm. eninde, yani iki kişinin yan yana yürüyebileceği bir genişlikte. Belirli aralıklarla yorulanların oturup dinlenebilecekle bank tarzı taştan oturaklar var. Benzeri bir kutsal yol, 17 km.lik uzunlukta Didim Milet arasında da var. Bu yolu ve emniyetini Brankhid ailesi sağlarmış. Aigai'ye giden kutsal yolda yalınayak, sol omuz açık olarak yürünürmüş. İslâm'daki hac ve umrede ise erkeklerin sağ kol ve omuz açık kalır.
Bu yolda ve Aigai'deki sunakta, kahramanlar adına adak kesimi yapılır, şarap, süt, bal ikram edilir, ikramda verilen seramik yemek kapları her yıl aynı yerde açılan çukura atılırmış. Çukurda çok sayıda çoğu kırık kabın bulunması kişinin zenginlik ve itibar göstergesi olarak da yorumlanır. Bu törenler şimdilerde gördüğümüz, hayır yemeği veya ölü yemeği karşılığı olup, kültür geçişlerinin de varlığını göstermektedir.
MOLA
14.30-15.00 arasında kutsal yol (kral yolu ifadesi yanlış) başlangıcında küçük nispeten düz ağaçlık alanda öğle yemeği veya atıştırma için mola veriyoruz. Sonra tekrar yürüyüş. 16.15 gibi Aigai antik kent alanı girişine yapılmış güvenlik girişi ve mini büfenin önündeyiz. Sıcak içecekler çok iyi geliyor. 23 Şubat gibi bahara yakın bir tarih olsa da, havaların çok soğuk olduğu günlerdeyiz. Ama hava açık. Herkes ona göre giyinmiş. Alışık olmadığım halde ilk defa başımda kulakları da örtebilen örme bir başlık var. Aigai'nin 17.00'de kapanacağı bilgisi gelince grubun yarısı koşar adım yokuş yukarı okların gösterdiği yönde ilerliyoruz. Görülecek çok şey var ama, kazıbilimci (arkeolog) arkadaş da çok yorulmuş. O gelmedi. Dönüşte soruyorum, 20 yılda ne kadarı kazıldı soruma, henüz yüzde biri diye cevaplıyor.
En az üç saatte gezilir denilen Aigai'nin gezilmesini bir başka geziye niyet ederek tamamladık. Yarım saatlik mola dışında toplam 6,5-7 saatlik yürüyüş sonucunda (toplam 10 km) üç gün Ege bölgesinde "et kırmış" olarak ifade edilen ayak kas ağrılarım olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.
Ölçüler:
1. Seyahat edin sıhhat bulursunuz. (Hadis)
2. (Ey Peygamber): "Gökleri ve yeri var eden, besleyen ama kendisi beslenmeyen/beslenmeye ihtiyaç duymayan Allah'a teslim/Müslüman olanların ilki/önderi olmakla emr olundum" de ve sakın şirk koşanlardan olma! (En'am s./14)
O, gökleri ve yeri güzel yaratandır. Onun, eşi bile olmadığı halde, nasıl bir çocuğu olabilir? Zira her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi en iyi bilendir. (En'am s./101)
Hayırlı Ramazanlar dilerim.
Selâm ve saygılarımla. (01.03.2025, Manisa)
GÜZEL BİR TARİH VE TABİAT GEZİSİ
AİGAİ YOLUNDA...
FACEBOOK YORUMLAR