ALTAY, TUVA VE HAKASYA GEZİSİ (11. SON BÖLÜM)
ABAKAN/ MİLLİ MÜZE
(30 TEMMUZ 2024)
Yaklaşık 80 sayfalık not defterim doldu. Ek kağıtlara yazmaya başladım.
Kaldığımız Hakasya otelinde kahvaltı 08.00’de. Saat 09.30 gibi Hakasya Milli Müzesine gideceğiz ilk önce. Hava parçalı bulutlu ve ısı 23C. Abakan’da. Müzeye girdik. Ağırlıklı olarak taşlar üzerine çizilmiş resimler, simgelerin yer aldığı zengin bir müze. Ayrıca bu coğrafyadaki insan topluluklarının maddi kültürlerini yansıtan eşyalar da sergilenmiş.
CANLANDIRMA /ANİMİZM
Uygun ortamlarda gördüklerimiz üzerine de birkaç kişilik kümeler halinde konuşuyoruz. İçimizde alanı veya merakı gereği o anki konular hakkında bilgili arkadaşlar var. Bazen dinliyor, bazen sorular soruyoruz. Bir arkadaş, orman ruhları, dağ ruhları gibi kavramların bir çeşit canlandırma (animizm) olduğunu söyledi. Animizm bir din değil ama, birçok dinin içinde var olan alt inançlardan. Cansız bir varlığa canlıymış gibi davranmak. Ya da doğanın bir bütün olarak ve her varlığın teker teker maddi varlığının ötesinde bir de ruha sahip olduğunu kabul eden görüş. Aslında küçük çocuklarda bu hal doğaldır ve vardır. Oyuncağı ile konuşan bir çocuk, oyuncağının onu duyduğunu ve anladığını sanır.
Gök Tengri inancının (Şamanizm) içinde de var olan orman ruhları, dağ ruhları gibi kavramların bir çeşit canlandırma (animizm) olduğu doğrudur. Böyle bir taşla karşılaşıldığında ona gıda ve benzeri şeyler verilmesi, bez bağlanması da halen birçok kez örneğini gördüğümüz /görülen canlandırmacılık (animizm) inancının tezahürleri.
UKRAYNA SAVAŞINDA HARFLER
Bir şekilde konu açıldı ve İgor televizyonlarda gördüğümüz, sebebini bir çeşit tanınma olarak tahmin ettiğimiz bir konuya açıklık getirdi. Bazı Rus zırhlılarının üzerinde büyük Z harfi, bazen V harfi ve başka harfler de var. İgor bey, “Rus ordusu üçe ayrıldı. Doğu V, güney O, batı Z ile işaretlenmiş. Hakasya’dan gidenlere de H işareti konmuş. Sonra biraz karıştı ama, ana çizgi bu diyor.
SALBIK MENGİR KURGANLARI
12.35 gibi 50 dk. kadar bir yolculuktan sonra kilometre karelerce genişlikteki bir meranın ortasına doğru toprak yolda ilerliyoruz. Yenisey havzasının orta bölgesinde en büyük kurgan Salbık Kurganı. Bir açık hava müzesidir burası. Devlet tarafından Salbık Bozkırı, açık hava müzesi yapılmış. Yol boyu hayvan ağılları ve bakanların ahşap ağırlıklı evleri var az sayıda. Ufuk alanımızda büyük dikili taşlar görüyoruz. Yolumuz oraya doğru. Salbık kurganı adı verilen bu yerde yüz metre kadar yarıçaplı daire şeklinde yan yana dizilmiş çok büyük kayalar var. Bir tarafta açık bir kısmı var ve oradan alana giriyoruz. 50-70 ton ağırlığında ve metrelerce yükseklikteki bu kayalar uzaklardaki farklı dağ ve tepelerden getirilmiş. Her birinde farklı bir damga var. Toplam 23 damga tespit edilmiş. Her bir kayayı farklı bir boy taşımış buraya çünkü. Kaynaklar buranın yapımında 70 bin insan/günlük emek harcanmış, diyor. Üzerlerinde damgalar dışında kaya resimleri ve semboller de var.
Alanın etrafı tel çit ile çevrilmiş. Orta yerdeki daire şeklinde sıralanmış devasa anıt kayalar uzakta kısmen görülüyor. Alanın merkezinde olan bu yere yürüyerek gidiliyor ve varmak için birkaç yüz metre yürüyoruz. Giriş sembolik bir taç kapıdan oluyor. Sağda ve solda insan boyunun iki buçuk misli uzunlukta metal kalın, birbirine yatay metallerle bağlanmış üçerden altı ok, onların birer metre dışında aynı oklardan birer tane daha var ve uçlarına birer bayrak veya flama asılı. Kapı ortada, üstte kavisli bir taç yapmış, kapı iki kanatlı, kahverengi ve metal. Üzerinde tarihî olduğunu düşündüğüm motifler var ve renkleri sarı. Kapının üstündeki taç kısmında Kiril alfabesi ile “Müze Salbık” yazılı.
Kapıdan geçince hemen sağda iki insan boyunda, kalın, en üst uçları bizim eski mezar taşlarının boyunlu yuvarlak başlarına benzeyen Şaman direkleri var. Direklerin ortasını biraz aşacak yüksekliğe kadar renkli bez şeritler (çalama, çaput) bağlanmış. Yenilerine yer yok, ancak mevcutlara bağlanabiliyor. Kurgan alanı içinde birkaç tane kahverengi renkte, ahşap çadır tarzı evler görülüyor. Yine onlara yakın iki adet kameriye de fark ediliyor. Uzaktan ev sandığım yerlerden biri alanı tanıtan bir küçük müze. Bir rehber bilgi veriyor, İgor bey de çeviriyor. Ortada bu büyük kurganın minyatürü, yarısı ise içi anlaşılsın diye kesitiyle duruyor. Etraf hayli uzun otlarla kaplı, hava da yoğun bulutlu, açık yerlerden gökyüzü masmavi. Yükseklikleri 6-7 metreyi (enleri dar olan da, çok geniş olanlar da var) bulduğunu tahmin ettiğim bu anıt kayaların birkaçında insan boyunun ulaşabileceği seviyeye kadar şerit bezler bağlanmış. Rehberimiz bilgi veriyor. Kimi arkadaşımız resimlemek için değişik yerlere dağıldılar. Daire alanın içinde ve kayaların iç ve diş kenarlarında ezilen otlarla yol oluşmuş.
KAĞANLAR VADİSİ
Hakasya topraklarında yüz bine yakın kurgan varmış. Bunlardan 58 tanesi İskit (Saka) dönemindeki hakanlara /kağanlara ait olduğu söylendi. Bundan dolayı bölgeye “Kağanlar vadisi” de deniyormuş. Kurganlar piramit şeklinde oldukları halde kazılardan sonra ortası çukur, kenarlara yığılmış taş veya toprak nedeniyle birer çukura dönmüşler. Bu arada bir arkadaş, “Avrupalılar da atalarının İskitler olduğunu iddia ediyorlar” dedi. Şaşırtıcı ve ilginç. Kim dedi fark edemedim ve araştıramadım da.
Bazen konu konuyu açıyor. Yazın burada otlakta (merada) hayvanlarıyla birlikte kalmak anlaşılır bir şey. Kışı, ki buranın soğuğu meşhur- ne yapılır diyorum. Hele bir de o bin yıllarda. Grubumuzun yaşlı bilgesi cevaplıyor. “Bu çok geniş otlaklarda kışın yüzey 15-20 gün buz tutar. O dönem dışında buz derinde olur. At ve büyükbaş hayvanlar toynaklarıyla karı eşeler, otlara ulaşırlar. Arkasında o yerlerde koyunlar yayılır. Bütün stepler böyledir” dedi. Bu tür gezilerde insan çok şey görüyor, soruyor, dinliyor. Bazen de böyle hazır paket bilgiler hoş oluyor.
DEV KAYALAR BURAYA NASIL GETİRİLDİ?
Hemen insanın aklına geliveriyor bu soru. Kaç bin yıl öncesinden bahsediyoruz. Arazi toprak, düz bir mera. Kaya değil, neredeyse taş bile yok ortada. İçimizde bilgili insan çok. Bir arkadaşımız anlatıyor: Bu 70 tona varan ağırlıktaki kayaları uzaktaki dağlardan getirmişler. Orada kayaların içine yarıklar oluşturulup ahşap malzeme çakılır, suyla ıslatılır. Donan su ve genleşen ağaç malzeme ile kaya yarılır. Sonra onlarca çift öküze bağlanır ve buz tutmuş yüzeyde kaydırılarak çekilir, diye anlatıyor. Ne büyük emek ne büyük zahmet.
Bütün bunlar ölümsüzlük arzu eden, ama ölümlü olduğunu da gören insanoğluna, öbür dünya hayatı vaat eden inançlara kolayca meyletmesine yol açmış hep. Bu arzu hep var ve olacak. Biz de bu kurgan dönemi insanlarından farklı değiliz yaratılış olarak. Ancak “düşünen insan” sayısı yeterli değil, neredeyse hiç (ya da az) denecek kadar az akıl ediyoruz. Çünkü düşünmek zahmet ve bazen acı verici. Çoğu insan, hak ve hakikati anlamak uğruna bu zahmete katlanmıyor, birilerinin telkin ettiği düşünce ve inançlara kapılıveriyor. Dildeki “en az çaba kanunu” hayatın her yerinde bir şekilde var. Moda adı altında sürü psikolojisi ya da mahalle/çevre baskısı gibi etkenlerle kitleler savruluveriyor bir tarafa. “Oku, anla, düşün, gereğini yap, sorumlusun” anlamındaki mesaj ile başlayan kitabın sözde sevenlerinin büyük zaaf halleri ortada. Amacım kimseyi eleştirmek değil, farkındalık oluşturmak. Öncelikle okumuş insanlarımıza. Pire için yorgan yakıp yakmamakta kilitleniyor konu.
DÖNÜŞ VE BİR SÜRPRİZ
Geniş yemyeşil uzun otlarla kaplı ovanın ortasındaki Büyük Salbık Kurganı'ndan ayrılmak üzere otobüsümüze biniyoruz. Yol toprak ve geldiğimiz yoldan farklı, ama geldiğimiz yola benzer bir istikametteyiz. Meranın ortasında konuşlu hayvan yetiştirici insanlara ait büyük ağıllar görüyoruz. Bir tarafta belki 500 kadar sığır cinsi büyükbaş hayvan sürüsü yayımda. Ahşap telefon direkleri (belki de elektrik) arasındaki tellere binlerce kırlangıç konmuş. Onlar bizi(?), biz onları seyrediyoruz. Resimliyoruz. Bu arada bir şey dikkatimizi çekiyor. Ahşap direkler doğrudan yere, toprağa değmiyor. Yere çakılmış beton direklere birkaç noktadan bağlanmışlar. Bu da onların çürümesine engel oluyor diye düşündüm. Bizdeki telefon/telgraf direklerinin belirli işlemlerden sonra alt uçlarının toprağa gömüldüğünü biliyoruz. Ancak bunların çürümemesi de ilginç bir fark. Mutlaka bir izahı vardır.
Zemin yer yer ıslak, çamur. Bir yerde otobüsün çamura saplanabileceği kaygısı uyandıran bozuk bir alandayız. Hepimiz inip yürüyoruz. O arada 50-70 metre kadar sol ileride Rus Lada otomobile benzeyen beyaz bir araç ve bizim ekibin yanına gelen Kızılderili kıyafetine benzer kıyafetleri olan iki bayan görüyoruz. Programa da bakmadığım için olay ve gördüklerimle biraz şaşırıyorum. Bize yardım etmek isteyen bu kişiler, sürücü ile konuşuyorlar. Biraz sonra otobüs zorlu alanı aşıyor, sola doğru toprak ve orta derecede eğimli bir yokuşu hızlanarak aşıyor. Sonunda emniyetli bir yerde duruyor. Bu arada sağ karşı sırta doğru ekip yürümeye başlıyor. Bu iki bayan ve onlarla birlikte olduğunu düşündüğüm bir genç erkek var. Uzakta iki insan boyu yüksekliğinde büyük iki taş dikkat çekiyor. Orası Şaman alanı imiş. İki taşın arasından geçerek alana ulaşıyoruz. Etraf yemyeşil ot ve çiçeklerle kaplı. Tepeye ulaşınca bazı hazırlıkların yapıldığını görüyoruz.
CANLI BİR ŞAMAN AYİNİNDEYİZ
Bu gördüğümüz iki bayanın Kam (Şaman) olduklarını, bize bir Şaman ayini gösterecekleri, yapacakları söylendi. 30-40 metre yarıçapında bir daire oluşturduk tek sıra ve yan yana. Orta yerdeki ocak ve Şamanlara doğru bakıyoruz. Kadın Şamanların ikisi de özgün Şaman kıyafetli. Orta yerdeki kısa ve dikey çatılmış odunları, birisi ateşliyor. Yanda küçük seyyar bir masa ve üzerinde 5-6 çeşit yiyecek var. Ateş canlı olarak yanarken alevlerin üzerine masadaki gıdaların bir kısmı döküyor ve onlar da hemen yanıyor. Tören esnasında gözlerin kapalı tutulması tavsiye edildi. Biz tamam dedik ama kısık gözlerle de olanları izliyoruz. Bu aşamadan sonra iki Şaman da ocağın yanına diz çöküp başlarını biraz eğerek bekliyorlar. İkisinin de elinde Şaman davulu var. Birisi, önce alevli ateşin etrafında davuluna sakin düz bir ritim ile vurarak dönüyor. Sonra daireyi genişletip bizim önümüzden geçecek şekilde, ama davulun ritmini birbirine yakın çift ses ve daha hızlı bir tempoya çıkararak, dönmeye devam ediyor. Diğer Şaman kadın, ateşin yanına gelip, kollarını genişçe açıyor ve başını hafif öne eğiyor. Kalkarken davulunu aleve doğru birkaç kez yaklaştırarak ısınıp gerginleşmesini sağlıyor. (Bu konuda Youtube’da güzel örnekler var. “Hakas ve Tuva Türklerinin Kam Şaman ayinleri” adlı video, ekibimizdeki bir arkadaş tarafından yüklenmiş. İzlenebilir. https://www.youtube.com/watch?v=rQIMbKS17zk&t=27s )
ŞAMAN (KAM) DAVULU MU RAMAZAN DAVULU MU?
Bu Şaman kadın davuluna önce seyrek ve tek tek vurarak bizim sıranın dışına çıkıyor. Her birimizin arasında saat yönünde yaklaşık 30-60 saniye durarak ve bazen çökerek hızı artmış bir tempoda davuluna vuruyor. Buradaki ritimleri bizdeki Ramazan davul ritimleri ile birebir aynı desem şaşar mısınız? Dış tur tamamlandıktan sonra her ikisi de ortaya geçip ateş etrafında çöküp hızlı tempoda davul çalmaya devam ediyor. Onun karşısındaki de Şaman hanım ise daha yavaş tempoyla davuluna vuruyor. Böylelikle sahurda farklı sokaklardan gelen Ramazan davulu sesini yaşıyorsunuz. En azından ben öyle hissettim. Ayinin bütün aşamalarında Şaman hanımların yüzleri deri başlıklarından sarkan hareketli sık ince metal çubuklardan oluşan bir perdeden pek belli olmasa da çevreyi görebiliyorlar. Karşı tarafımızdaki Şaman ara verip ateşin yanına geliyor. Orada kalan toz gıdalardan bir kısmını daha ateşin üzerine atıyor. Sonra yerine dönüyor. Tekrar kalkıp bir sigara yakıyor. Bir nefes çektikten sonra onu da ateşe atıyor. Daha sonra ayin /tören bitiyor ve konuşuyoruz. “Kendinizi nasıl hissettiniz, bir rahatlama huzur oldu mu diye soruyor bir Kam (Şaman) hanım. Ben bir değişiklik hissetmedim ama kimi arkadaşlar bir iyilik halinden bahsettiler. Kimisi de benim gibi bir şey hissetmedi. Resimler çektiriyoruz. Onlar da insan netice olarak.
Müteakiben otobüse binip dönüyoruz Abakan’a. Biraz zaman var. Şehirde otelin civarında kimi arkadaş hediyelik bir şeyler almak istiyor, biz de dahil. İgor birkaç yer tarif ediyor. İsteyen istediği yere gidiyor. Biz önce bir ek valiz almalıyız, deyip araştırıyoruz. Bulduk da. Oradan fular ve benzeri hediyeler alındı, son paralarımızla. Paramız var, ancak kalan son rubleleri kullanmak istiyoruz. Para dönüştürmek kolay değil burada.
NİLÜFER’İ DİNLEMEK
Otele yakın geniş ve bol ağaçlı caddede yürüyoruz. Kapanmak üzere olan bir dondurmacıdan birer dondurma aldık. Bir bankta oturup yedik. Sonra ışıkları geçince bir köşe başında iki genç Nilüfer’in “Caddelerde rüzgâr, aklımda aşk var” ile başlayan şarkısını enstrümantal olarak çalıyorlar. Çok hoşumuza gidiyor. On bin km. mesafede Hakasya’nın başkenti Abakan’da bir Türk şarkısını duymak keyifliydi. Ülkemize gelen batılıların kendi müziklerini bizim işyerlerinde duymalarında hissettiklerini düşündüğüm duygu gibi bir şeydi bu. Bir süre iki genç müzisyeni ayakta dinleyip, önlerindeki saz kutusuna bir şeyler atıyor ve ayrılıyoruz.
MAHİRE HANIM ANLATIYOR
Bu arada ilginç şeyler de öğreniyoruz. Bir arkadaşın yakını uzun süre kendi çabası ile Kuranı Kerim’i inceleyip Müslüman oluyor. Ukrayna savaşı çıkınca gençleri askere çağırıyorlar. O da cepheye gitmek istemiyor, eşini alıp Türkiye’ye gidiyor. Fakat oturma izni alamadıkları için geçici ikamet izni veren Hindistan’a geçiyorlar. Orada da maddi durumları iyi değilmiş. Mahire hanım sağolsun, yardım edeceğim dedi. Dahası da var ama, biraz özele kaçıyor.
YARIN SABAH DÖNÜŞ VAR
Gençlere hep “Paranız olduğu zaman yurdu da dünyayı da gezin. Ama gezerken not tutun ve dönüşte yazın” diyorum. Herkesin hayatında acılar, burukluklar, zorluklar olduğu gibi güzellikler ve mutluluklar da var; insanın yaşadığı tecrübe ve bilgileri yazarak kalıcı hale getirmesi ve bunlardan başkalarının faydalanması ne güzel olur! Diye düşünüyorum.
Uçağa biniş 09.20 (31.07.2024). Havalimanı yakın. Saat 10.00’da kalkış yerel saat ile. Uçağımız Rus Havayolu şirketi Aeroflat’a ait bir Airbus A321. İgor Bey havalimanına gelirken “Size çok alıştım. Düşünce ve duygularımı ifade edemem, az konuşurum. Sizi çok özleyeceğim. Burada bir kardeşiniz var. Türkiye’den her kim gelirse yardımcı olurum” diyor. Alkışlıyoruz. Bir çoğumuz “Sen de gelirsen, biz de seni ağırlarız” diyoruz.
Abakan’dan (Hakasya) yerel saatle 10.00 gibi teker kestik. Moskova’ya 11.00 gibi vardık Hakasya saati ile. Moskova ile buraların saat farkı 4 saat. Yani indiğimizde Moskova’da saat 03.00 idi. Moskova ile Türkiye’nin saat dilimi aynı.
MOSKOVA
Uçak inişe geçerken pencereden Moskova ve çevresi yemyeşil; akarsular, göller, ormanlar. Dr. Hürrem bey, “İki yıl önce burası çok yoğundu. Şimdi çok sakin” diyor. Ben de savaştan mı, deyince onaylıyor. Havalimanında Rus hava yolları uçakları dışında iki Çin Southeast şirketinin uçağı görülüyor. İstanbul'a yine Aeroflat havayolu ile uçacağız, 5-6 saatimiz var. Bulunduğumuz Moskova havalimanı büyük, temiz. Hava kapalı ve hafif yağmur var. 130 olan kapı numaramız 140 oldu. Özbek bir işletmecinin sahibi olduğu bir işletmede çay içiyoruz. Çalışanlardan birkaçı Kırgız. Çay demlik halinde geliyor. Arada bir biniş kapısını gösteren ekranı okuyoruz. Duyurular Rusça, anlayamıyoruz. Tekrar 130 oldu, oraya döndük. En son 141’de sabitlendi. Hava limanını boydan boya birkaç kez yürüyoruz. Zaman ve sağlığı elverenler için günlük on bin adıma destek bakımından iyi. 141’e vardık. Köşede oturan bir adamı gösterdi Ayşe hanım, “Putin’e ne kadar çok benziyor şu adam” dedi. Baktım çok haklı. Putin’in bir dublörü olabilir dense yeridir.
GEZİ İLE İLGİLİ DEĞERLENDİRME
1. Bu tür çok uzak seyahatler, özellikle Sibirya gibi bir yer ise, ancak meraklı, okuyan, düşünen, iyi kötü bir entelektüel merakı olanlara göre. Tatili deniz, kum, beş yıldız otel olarak arzu eden veya anlayanlar ile meraksız, sabırsız kişileri açmaz.
2. Gittiğimiz üç özerk (Eskiden “muhtar /muhtariyet” denirdi) cumhuriyet aslında etnik, kültürel, coğrafi bazı özelliklere göre tanımlanıp oluşturulmuş. Yoksa kendine özel para, gümrük, kolluk kuvveti ve yasamaları yok. Bizim vilayet sistemine yakın.
3. Bu üç cumhuriyetten Gorno Altaysk (Dağlık Altay) ve Hakasya Hristiyan-Şaman, Tuva ise Budist-Şaman.
4. İnsan, ölümlü olmasına karşılık hem dinler sayesinde ebedi olmaya çalışmış hem de iyi-kötü medeniyet ve kültürler inşa etmiş. Bunu en iyi müzelerde ve saha gezilerindeki abideler, yazıtlar ile mezarlarda görüyoruz.
5. Buralara gelen, gelecek insanların kendini birer misyoner gibi görüp, öyle gelmesi gerekir. Buraları dönüştürmek, kazanç sağlamak için değil, “gönüller yapmaya gelmeli”(Kadir Bey'in ilk sözlerinden).
6. Türkiye gibi yaklaşık on bin km’den buralara gelen insanlar, akademik faaliyet ve özel öğrenme arzusu ile geliyorlar. O nedenle gelen az.
7. Zaten kendi ülkelerinde kendilerine ait olmayan savaşlar, baskılar ve başka sebeplerle azınlık duruma düşmüşler. Burada amaç; önce onların dillerini, kültürlerini, nüfuslarını korumalarını sağlamak olmalıdır.
8. Türkiye'de okumuş veya Türkiye’ye gelip gidenlerin Türkiye, Türk coğrafyası, tarih, dil, kimlik gibi konulara ait bilgi, ilgi ve merakları artıyor. Bunu yaşayarak gördük. Kaan’ı ve Gökbey’i soran oldu. Orada Kagan diyorlar. “Ğ” değil “G” ile. Onların farklı din ve zor da olsa dilleri (Türkçenin lehçelerinden) bizim için ilgisizlik nedeni olmamalı. Türkiye ile bağı güçlenenlerin zamanla merakları daha da derinleşiyor. Zaten çoğu zorla Hristiyanlaştıklarını biliyorlar ve her üç cumhuriyette de Gök Tengri (Tanrı) dini/Kamlık /Şamanlık köklü olarak var. Kültürel ilgide sivil toplum kuruluşlarına (STK) da görev düşebilir.
9. Yaşar beyin tavsiyesi şöyle idi; (Ben de katılıyorum) “Tanıştığımız insanlara, siyasete girmeyin, karışmayın. Sizi kolay harcarlar. STK’lar kurun veya mevcutlar üzerinden gençlere meslek kazandıracak kurslar açın, açılmasını sağlayın. Toplumunuza en büyük fayda böyle sağlanır.”
10. Türkiye'de okuyan her yabancı öğrenci Türkiye’nin o ülkedeki muhibbidir, sevenidir. Öğrenci iken böyle gençlerle bireysel veya kurumsal temas kurmaya gayret edilmeli, her düzeyde görevliler bunlara karşı müşfik ve kolaylaştırıcı olmalı. Gittikleri zaman da bir şekilde temas sürdürülmeli, özellikle kurumsal takip daha kolay olur. Sistem kurulursa kalıcı ve uzun soluklu temas şansı olur. Pek çok kapının açılmasını, işlerin kolaylaşmasını, ticaret, turizm, siyaset anlamında her iki tarafa da büyük fayda potansiyeli sağlarlar, diye düşünüyorum. Örneklerini de zaman zaman görüyor, duyuyor veya okuyoruz.
Daha nice güzel seyahatler herkese. Son seyahatten önce. Bu diziyi severek okuyan, “İmkân olursa keşke” diyenlere de nasip olsun dilek ve duası ile bitirelim sözü.
Selam ve saygılarımla… (21.09.2024, Manisa)
FACEBOOK YORUMLAR