Prof. Dr. Mevlüt UYANIK

Prof. Dr. Mevlüt UYANIK

[email protected]

Erol Güngör'e Göre Din-Siyaset İlişkisi Ve Hilafet

25 Nisan 2022 - 11:01

İslâm âleminde din ve siyaset arasındaki ilişkinin nasıl olacağı genelde siyasetçiler tarafından belirlenmeye çalışmasının tutarlı olmadığını, bunu Türk Tarihini bilen aydınların görevi olduğunu belirtmesi makalenin ilk hareket noktasıdır. Çünkü ona göre “Türkler daha ilk Müslüman oldukları yıllardan başlayarak dinle devlet arasında tam İslâmiyet’e uygun bir ayrım yapmışlardır. Türkler‘ de devlet reisi, aynı zamanda dinin de reisi olmuyordu. Öyle olsaydı, siyasi bir mevkide bulunan insanlar dini istedikleri gibi yorumlayabilir ve istedikleri uygulamayı yapabilirlerdi. Halbuki Türkler din konularında hüküm vermeyi devlete değil, siyasetle hiç ilgisi olmayan âlimlere bıraktılar. Böylece devlet idaresinde bulunanlar dini kendi istedikleri gibi değil, âlimlerin yorumladıkları şekilde uygulamak zorunda kaldılar. Böylece hangi devlet İdaresinin Allah’ın emrettiği gibi adaletli, şefkatli, haksever olup olmadığı konusunda objektif ölçüler kullanmak imkânı doğdu. Bu çerçevede  Güngör, ilk önce dini  manevî meselelerin çözüm arayışı olarak inceler. Sonra tarihî açıdan yeni bir medeniyet (İslâm ve medeniyet) inşasında dinin rolünü araştırır.  Son olarak, toplumsal ve sosyolojik açıdan laiklik ve din irtibatını inceler.

Müzakere konusuna doğrudan gelecek olursak, tarihte görüldüğü üzere tek bir halifelik hiç bir zaman olmadığı aynı anda Abbasî, Fatimî ve Endülüs Emevî Hilafetlerinin bulunmasından hareketle tezini destekleyen görüşlere sahiptir. Ona göre, İslâm’a göre hareket eden her siyasî lider, bir çeşit halifedir, yani yöneticidir. Ayrıca İslâm dünyasının tek bir devlet altında birleşmesine gerek olmadığı için, ulus-devletlerin varlığı İslâmiyet ile çelişmez.

Romantik Bir Hayâl: Ümmetçilik

Bu çerçevede ümmetçiliği romantik bir hayâl olarak gören Güngör, millî farklılıkları dikkate almayan İslâmcı söylemler, siyasî motivasyonlardan hareket etmektedirler. Pan İslâmcılık ile hilafet arayışları İslâm dünyasındaki milliyetçilik hareketleriyle eş zamanda ortaya çıkar.

Bu açıdan II. Abdülhamid’in politikasını İslâmcılık olarak değil de, Batı emperyalizmine karşı bilinçlendirip parçalanmayı engellemek için hilafeti siyaset aracı olarak kullanmadığını dikkat çeken A.Yaşar Ocak’a göre “hilafetizm” diye adlandırmak daha tutarlıdır.

Bu anlamda Güngör, temelinde merkezî otoriteyle sorunları olan etnik azınlıkların ideolojisi ve İslâmcılık adına bu söylemlerin gizlendiği kanaatindedir. Bu noktada insanların kendi kavimlerini sevmek, onun yücelmesini istemek demek olan Milliyetçiliğin İslâmiyet’e aykırı olmadığını düşünür. Burada çokluk içinde birlik anlamında bir mensubiyet duygusu vardır ki, birini diğerinden üstün görmeyi gerekli kılmaz.

Bu anlamda Osmanlı’nın Balkanlar ve Arap Dünyasında yaşanılan kırılmalar, misyonerlik faaliyetleri karşısında İslâmcılık ve halifelik kavramlarının kullanılmasının bir neticede vermediğini de hatırlamak gerekir. Güngör, kavimleri, kültürlerin çokluğu ve farklılığı olarak görür ve temel ilkenin iyilik ve güzellikte yarışmak olduğunu belirtir. Bu anlamda Türk milliyetçiliği fikir sistemiyle hemhâl olduğunu söyler, burada gözden kaçırılan hususun dini bir kültür meselesi olmaktan çıkıp ideolojiye dönüştürülmesi gerçeğidir.

İslâmiyet’in Hristiyanlıkta olduğu gibi bir laiklik olmadığını, bunun inanç ve vicdan özgürlüğü açısından önemli olduğunu düşünür. Dinin bir ideolojiye dönüştürülmemesi bağlamında laikliği önemser. Bununla birlikte İslâm’ı kamusal alandan ayırmanın zorluğunu bilir ve dinin hayatın içinden ayrılamayacağını da ileri sürmekte ve devletin dine müdahale etmesinin sakıncalarını da belirtir.

Türklerin Müslüman olma süreçlerini ve İslâm önceki dini tasavvurlarını ana hatlarıyla inceleyen Güngör’e göre de “Türkler dünyanın idaresinin Tanrı tarafından kendilerine ısmarlandığına inanırlardı. İslâm’a girmekle onlar Allah’ın askeri oluyorlar, ellerine hiçbir yerde bulamayacakları eşsiz bir dayanak geçirmiş oluyorlardı.”

Türkler’in ilk temasta oldukları Araplar Sünnî Müslümanlığın temsilcileriydi. Yaşadıkları coğrafya Hanefi fıkhı ve Maturidi akaidinin etkisi altındaydı. Yesevîlik bu resmi söylemin halka yansıyan popüler İslâm diyebileceğimiz ve bir süre sonra Tekke İslamı haline gelen yapısıydı. Dolasıyla Şiîlik ve Bâtınîlik şeklinde gelişen muhalefet hareketlerine -birkaç istisna dışında- katılmadılar. Büyük çoğunluğu Hanefî mezhebini tercih etli ve hep öyle kaldılar. Türkler Peygamber Sülalesine karşı büyük bir sevgi ve saygı gösterdiler ve Emevîlere karşı Abbasîleri destekledi. Emevî saltanatının yıkılıp yerine Abbâsîler’in gelmesinde önemli rol oynadılar. Ama yönetime karşı kendi geleneklerini korudular ve Devlet olarak doğrudan mevcut Halife’nin kontrolü altına girmediler.

Türk’ün Devlet Kurucu Dehası: Orhun Abideleri

Bu girift meselenin boyutlarını müzakere etmek için Büyük Türk Tarihi üzerinde çalışmalar yapar. Bu konuda oldukça şanslı olduğumuzu düşünür, çünkü “Türk’ün bütün tarihi kaybolsa, sâdece Orkun Abideleri’ne bakarak bu milletin yüksek medeniyetini, devlet kurucu dehâsını, ahlâk ve faziletini, askerî kahramanlığını, devlet ve kanun anlayışını öğrenmek mümkündür.” Nitekim Türk-İslâm düşüncesinin şaheserlerinden ve bizim Türk Felsefesinin kurucu metinlerinden birisi olarak ele aldığımız Dîvân- Lûgai’t-Türk adlı eserde, Kâşgarlı Mahmud, Peygamberimizin Türkleri övdüğünü, Dünya hâkimiyetinin Allah tarafından Türklere verilmiş olduğunu söyler.

Bu yüzden Türkler’in dilini öğrenmekte herkes için büyük faydalar bulunduğunu belirtir.  Kamil bir Orta-Asya Türk çocuğu olan Yusuf, hem dönemin doğu ve batı felsefe ve ilmine; hem de Türklük gelenek, görenek ve terbiyesini de tam anlamıyla hazmetmiş, özümsemiş bir alim olan Kâşgarlı Mahmud bu eseri 1077’de Bağdat’taki Abbâsî Halîfesine takdim ettiğini belirtmesi bana göre bu özgüvenin simgesidir. Bu çerçevede Karahanlılar devrinde yazılan bir başka önemli eser de Karahanlı Saray Nâzırı Yûsuf Has Hâcib‘in (1075) kaleme aldığı Kutadgu Bilig ve Selçuklu başveziri Nizamülmülk’ün Siyasetnamesi ayrıntılı olarak incelenebilir.

Görüldüğü üzere bu husus bütün Türk geleneğinde zaten vardı, Tuğrul Bey ile birlikte başlayan sürecin Yavuz Sultan Selim tarafından resmen Oğuz Kayı boyunun İslâm dünyasının lideri olarak ilanı olarak düşünüyorum. Nitekim Erol Güngör de Türkler siyasi hâkimiyete alışkın olduklarını, çok eski bir devlet geleneğine sâhip oldukları için İslâm medeniyeti içine girdikleri zaman bunu kolayca devam ettirdiklerini söyler.

İslâm’ın devlet anlayışıyla temelde çatışmadığını söylerken (Sünnî) Müslümanların başında Abbâsî Halîfesi’nin otoritesi olduğunu düşünüp, “Halîfe” tabirini Peygamberimizin vekili anlamında kullanıyorlar, hükümranlıklarını sürdürmek içinde bunu kullanmaya devam ediyorlardı. Ama “Hz. Muhammed son Peygamber olduğuna göre, dînî otorite bakımından kimsenin ona vekâlet etmesi düşünülemezdi. Halîfe ancak İslâm devletinin reîsi olarak ona “Halef” olabilirdi. Bunun için de devlet reisinin İslâm esaslarına göre hükmetmesi yetiyordu.

Kısacası, Müslümanlığa hakkıyla uyan bir Türk ve/ya başka milletten hükümdarla Abbâsî Halîfesi arasında herhangi bir fark olamazdı. Aslında Türk hükümdarlarının yaptığı bundan başka bir şey değildir.  Önceden beri Türkler’de devletin en büyük vazifesi halkını korumak, adâleti yerine getirmek, asayiş ve sükûneti sağlamaktı. Törenin hükümleri karşısında Sultanın bile boynu kıldan ince idi. İslâmiyet’ten sonra örfün yanı sıra şeriatın hükümleri de titizlikle uygulanır olmuştur.

Bu dikkat sâyesinde herkes canından ve malından emin bir şekilde yaşardı. Bu bağlamda ilk dönemlerde kendilerinin hükmetmeye hak ve yetkileri olduğuna dair Halîfelerden “menşur” aldılar. O zamanlarda Sünnî düşüncede Abbâsî Halîfeleri, kendilerine Şiî/Fatimî hilafetine karşı destek veren Türk hükümdarlarına “Emîr”, “Hâkan” gibi ünvânlar verdiler. İlk defa Gazneli Mahmud, sonra Tuğrul Bey “Sultan” ünvânını aldılar. Malum olduğu üzere sultanlık en büyük siyasi otorite anlamına geliyordu. Zaten Abbâsî Halîfeleri’nin sâdece gelenekten ibaret manevi bir otoritesi kalmıştı, asıl kudret Türk sultanlarında idi.

Yavuz Sultan Selim’in bu fiili durumu hukuki şekle dönüştürmesi önemlidir. Mustafa Kemal’de yeni dünya düzenine uyum sağlayan Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde bunu tamamen kaldırarak nesep üzerinden bir saltanat sürme gereksinimi tamamen ortadan kaldırdı.

Sonuç

Tarihte sürekli devlet kuran Türkler, uzun süre dönemin şartlarına uygun bir şekilde hanedan merkezli farklı siyasi birlikler kurdular. Hanedan ve beylikler şeklinde başlayan bu siyasi birliklerden bazıları kadim dünyanın bir çok yerini ele geçiren imparatorluklara da dönüştü. Ed-Din anlamında Tanrı’nın farklı zaman ve mekanlarda aynı temel ilkeleri (Tevhid) farklı dillerde peygamberlere (nebi/resul) gönderdiğini, hiçbir topluluğa vahiy gönderilmeyeceğini düşündüğümüz zaman Mete Han/Oğuz Kaan’dan bu yana dini değerlere öncelik veren yapıları bulunduğu da malumdur. Orhun Abidelerinde yöneticilerin Tanrı’dan Kut aldığı ve bu mesaja göre insanlara adaletle hükmetmeyi vazifeleri gördüğünü düşündüğümüzde bu ilahi boyutun önemi de ortaya çıkar.

Ed-Din’in son uygulaması Hz. Muhammed’e gönderilen şekli olan Müslümanlığa geçişleri hakkında bir çok iddia varsa da, önceki dini tasavvurlarına uygun yönlerinin baskın olması nedeniyle kabul ettikten sonra bu dinin hadimi ve hamisi (koruyucu ve hizmetçisi) oldukları bir gerçektir.  Selçuklu-Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti sürekliliğini din ve devlet ilişkisi bağlamında incelediğimiz zaman Türklerin Fars ve Araplardan farklı bir Müslümanlık tasavvuru olduğu görülür. Fars/İran geleneğinin Hz. Hüseyin üzerinden Kureyş kabilesine; Arapların Kureyş kabilesinin farklı kollarına aidiyetini sağlayarak siyasi hükümranlığına dinsel meşruiyet aramaları Türkler açısından çok anlamlı olmamıştır.

Selçuk Bey ile birlikte başlayan dini değerlere öncelik veren monarşi/hanedan yönetimi, Fatih Sultan Mehmet ile  Patritlik ve Şia Velayet tasavvurlarındaki ki yanılmaz buyrultusu veren bir statü olması engellenmiş, Şeyhu’l-İslam devlet başkanına bağlı bir kurum haline getirilmiştir. Yavuz Sultan Selim, Arap dünyasında dini ve hukuki bir anlamı kalmayan ve gölge bir kuruma dönüşen Halifeliği devralarak Fatih’in geleneğini bütün dünyaya ilan etmiştir. Osmanlı’nın dağılmasıyla Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti bu tarihsel sürekliliği dikkate alarak hilafet/saltanat kurumunu resmen kaldırmış, Şeyhu’l-İslam’ı Diyanet İşleri Başkanı olarak görmüş ve DİB anayasal bir kuruluş olarak ilan etmiştir. Üniversite öğrenciliğim ve akademisyenliğim sırasında fikirlerinden oldukça istifade ettiğim merhum Erol Güngör’ün de hilafet ile ilgili görüşleri bu doğrultuda olduğu görülmektedir.

Mevlüt UYANIK

Kaynakça:

  1. Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken yay, İstanbul 1995,
  2. Tarihte Türkler, Ötüken yay, İstanbul 1997,
  3. İslam Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken yay, İstanbul 1993,
  4. Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, Ötüken yay, İstanbul 1997.
  5. Yarınki Türkiye, Nurettin Topçu, Dergah yay. İstanbul 201. Ahmet Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, İletişim yay, İstanbul  2016)

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum

Son Yazılar