Prof.Dr.Kenan ERDOĞAN

Prof.Dr.Kenan ERDOĞAN

[email protected]

Sıradışı Bir Şair: GARÂMÎ

13 Kasım 2011 - 23:58

 


 

İLGİNÇ ve SIRADIŞI BİR ŞAİR: GARÂMÎ

                                          

                                       ÖZET

 Bu makalemizde XVI. Yüzyıl şairlerinden Divan şairi olarak bilinen Karaferyeli Garâmî üzerinde durduk. Garâmî, şairliği yanında musikî, hat, remil konusunda da bilgili ilginç bir şahsiyettir. Özellikle odun ve somun krizi konusunda yazdığı iki şiiri onun halk şiiri ve günlük hayatla ne kadar ilgili olduğunu göstermektedir. Yazıda bu kriz şiirlerinin yazılmasını açıklayan “âteş bahâsı” deyimi üzerinde durulmuş, tezkireci Aşık Çelebi’nin, Garâmî hakkındaki değerlendirmeleri ilâve edilmiştir.

 

                 Anahtar kelimeler: 

               Garâmî, Karaferye, şiiri, aktüalite ve  ekonomik kriz, musikî, remil

ABSTRACT

An Extraordinery Poet: Garâmî 

 

            In this present study, I dealt wıth Karaferyeli M. Garâmî who was known as one of the 16th Century Divan poets called shortly Garâmî. Together with being a poet, heat the same time has some knowledge on music, reml and calligraphy; that is, he has one of a kind personality. In giving information about him, I specifically dealt with two of his poems considering the crisis of leat of bread (somun) and firewood of his time. These poems indicates that the poet were always interested in the daily public life of his society and the folk poem. After giving information about his idea and position in this crisis I added the text about him given by Aşık Çelebi’s and other Tezkire writers. 

 

Giriş

Özellikle Tanzimat devrinden başlayarak Cumhuriyet döneminde şiddetini artıran bir şekilde Eski (Divan) şiirin, günlük sorunlarla, halkın problemleriyle ilgilenmediği, halktan ve hayattan kopuk olduğu, saray çevresinde belli bir kitleye, yüksek zümreye hitap ettiği.. şeklinde bir çok tenkitlerle yaylım ateşine tutulduğu söylenebilir. Hele Namık Kemâl ve arkadaşlarının yeni edebiyatı yerleştirmek için eski edebiyatın kusurlarını sayıp dökmeleri hattâ karikatürize etmeleri pek çoğumuzun bildiği bir husustur. Cumhuriyet döneminde de bu durum böylece devam etmiş ve genel bir kanaat hâlini alarak ders kitaplarına bile girmiş âdetâ kemikleşmiş bir yapı oluşturmuştur. Ancak bir hayli zaman sonradır ki sağduyu galip gelerek daha önyargısız değerlendirmeler yapılmaya başlanmıştır. Tabiîdir ki bu tenkitler de tenkit edilmiş, yapılan tartışmalar bir çok kitap ve makaleye konu olmuştur. Bu sebeple sahada çalışan uzman, bilim adamları ve akademisyenlerin bu bilgisizliği gidermek, önyargıları aşmak ve kemikleşmiş yapıyı kırmak için Eski/Klâsik/Divan şiiriyle ilgili bilimsel yayınlarının yanında zaman zaman tanıtıcı, aktüel, popüler yazılar yazma yoluna girdikleri de görülmektedir[1].

            Artık bu gün Divan şiirine, hattâ genel olarak şiire çok farklı açılardan bakılabildiği gibi[2] bu arada hep farklı yönlerine bakılarak arada derin uçurumlar varmış gibi gösterilen halk ve divan şiirinin ortak yönleri[3] üzerinde de durulmuş ve divan şiirini halk şiirine yaklaştıran bir özellik olarak deyimler ve atasözleri konusunda da çeşitli çalışmalar yapılmıştır[4].

Biz bu yazımızda önce belki de kriz zamanlarının bir deyimi olan “âteş bahâsı” deyimi üzerinde biraz durarak sonra da tezkireci Âşık Çelebi(ö.1571)’nin odun ve somun sıkıntısı (krizi) üzerine iki murabba‘ yazdığını söylediği ve kendisiyle görüşerek, uzunca hayatını hikâye eylediği ilginç ve sıradışı bir şair, Garâmî hakkında bilgi vererek hakkında yazılanlara ve bu manzūmelerine yer vermeye çalışacağız.

 

            Manzūmelerin Yazılmasını Açıklayan Bir Deyim: Âteş Bahâsı

 

            Türkçe’mizde çok pahalı, fiyatı çok yüksek anlamına “ateş pahası” deyimi vardır[5]. Deyimin kaynağı ve nasıl ortaya çıktığı konusunda İskender Pala, kaynak belirtmeden özetle şu hikâyeyi anlatır: Osmanlı padişahlarından biri maiyyetiyle beraber ava çıkmıştır. Ancak yağmurda iyice ıslandıktan sonra havanın soğuyarak ayaza kesmesi ve av yerinin yerleşim merkezine uzak olması nedeniyle dağda bir oduncunun kulübesine sığınırlar. Oduncu onları sabaha kadar sıcakta ateşin karşısında rahat ettirerek ikramler eder. Sabah bu hizmetinin fiyatını sormaları üzerine de, gelenin padişah olduğunu anlayan ve geceleyin çevresine “bu ateş bin akçe eder” demesini fırsat bilen oduncu “bin altın” diye cevap verir. Vekilharcın “ne ikram ettin ki bu kadar para istiyorsun bu ne bahâsı be adam!” diye sorması üzerine de “sabaha kadar ateşi kıvamda tutarak sizi üşütmedim, âteş bahâsı”diye karşılık verir. Akşamki sözünü hatırlayan padişah paranın verilmesini emreder. Ancak gözü açık ve fırsatçı oduncunun padişahtan aldığı para ve “âteş bahâsı” sözü de çevrede duyularak yayılır gider[6].

Gerçekten böyle mi olmuştur, bilemiyoruz. Ancak bildiğimiz, deyimin özellikle bir malın yokluk ve kıtlık zamanında çok kıymetlenerek değerinin çok arttığını belirtmek için kullanıldığıdır. Böyle durumlarda o şey ateş pahasına çıkar. Yani olduğundan çok fazla değer kazanır. Bu da elbette fırsatçı, muhtekir ve  vurguncuların ortaya çıkmasına yol açar. Krizin atlatılmasından sonra piyasa oturur ve yine her şey kendi değerinde alınır ve satılır. Ancak fırsatçı ve gözü açıklar da vurgunu yaparak kısa zamanda çok para kazanırlar. Bu durum, bazan –Garâmî gibi- bir şairin şiirinde tarihe tanıklık eder. Bazan da şair kendi sözüne bir temsil getirerek anlamı kuvvetlendirir.

Ayrıca atasözü kullanmak, divan şiirinde îrâd-ı mesel yahut irsâl-i mesel denilen edebî sanatı oluşturan unsurlardan biridir. Başka şairlerde de görülmekle beraber XV. Yüzyılın büyük gazel şairi Necâtî(ö.1509)’denberi divan şairleri buna çok önem vermişler âdetâ atasözleri ve deyimlerle şiirlerini süslerken “taşı gediğine koyma”nın tadını çıkarmışlardır.

Divan şairlerinin söyleyişiyle “âteş bahâsı”, bir çok şairimizin dilinde değişik ilişkilerle farklı şekillerde kullanılmıştır[7]. Aşağıda Sâkıb Dede(ö.1735)’nin beytinde sahbâ yani şarap, dostların “şem safâsı”na toplandığı sırada “âteş bahâsı”na da çıksa yerinde görülürken ; mahallî renkleri, deyim ve atasözlerini kullanmayı seven Diyarbakırlı Hami(ö.1747)’nin beytinde “güzellik mumu olan sevgilinin kavuşma nimetinin el yakacak kadar ateş pahasına” olduğu anlatılır:

Yârân ki bezme cem‘ olsa şem‘ safâsına

Sahbâ yerinde çıksa ger âteş bahâsına

Metâ‘-ı vuslatı âteş bahâsına Hâmî

O şem‘-i hüsn ile âzâde el değer mi meger

            Erzurumlu Hâzık (ö.1763) ise kıt olan bir malın fiyatının çok pahalı olacağını, ancak kervanlarla mal gelmesi, yani piyasaya çok mal sürülmesi üzerine fiyatının düşerek ucuzlayacağı gerçeğinden hareketle, sevgilinin ayva tüylerini kervana benzeterek “sevgilinin yanağını öpüş şimdilik çok  pahalı. Ancak hat kervanı geldiğinde ucuzlar” der.

Būs-ı ‘ızârı şimdilik âteş bahâsına

Geldükde kârbân-ı hatı râyegânlanur

            Arpaeminizâde Sâmî (ö.1733) ise odun ve kömür sıkıntısının, peşpeşe gelen çetin açlık ve kıtlık sonucunda gönülleri eziyet ve sıkıntılara soktuğunu söylüyor:

Siyâh-ı fahm ile âteş bahâsına heyzüm

Netîce serd-i kahtile dil meşakkatde

            Nâmık Kemâl ve Ziya Paşa gibi şiirin büyülü ortamına klâsik şiirle başlayıp yeni şiirde karar kılan Tanzimat dönemi şair, gazeteci ve atasözleri derleyicisi Şinasî (ö.1826-1871) de aşağıdaki beytinde Hâzık ve Hâmî’nin yukardaki beyitlerine yakın bir söyleyişle sevgiliye kavuşmanın zorluğundan sözeder. “ O ay yüzlü güzelin kavuşma kumaşı âteş bahâsına! Onu elde etmek (satın almak) için bin(lerce) göğüs yarası ister: (Burada yaranın şekil olarak yuvarlak ve paraya benzediği de hatırlanmalıdır.)

Bin dâğ-ı sîne ister iştirâsına

Kâlâ-yı vaslı ol mehin âteş bahâsına

            “Ateş pahasına” deyimine bir örnek de Cumhuriyet devrinden, “garip” akımının önde gelen şairlerinden Orhan Veli Kanık’tan ..

Arabacı nasıl kıyar düvesine

Varı yoğu bir çift öküzü

Gelinlik bir kızı / Üç tane kuzu

Her şey ateş pahasına

            Yukardaki beyitlerde deyimin daha çok sevgili ve güzelle ilgili olarak mecaz ve tevriyelerle kullanılmasına karşılık O. Veli Kanık’ın, Sâmî’nin, nispeten Hâzık’ın mısralarında gerçek hayattan, ekonomik krizlerden de izler taşıdığını söyleyebiliriz.

Sosyal konulara yer vermesiyle ve bir çok eseriyle tanınan ve  tenkit ve hicivleri yüzünden zehirlettirildiği söylenen Osman-zâde Tâib[8] (ö.1724) ise. “Kasîde-i ‘Arîzatü’l-Fukarâ” başlıklı fakirlerin hâlinin anlatıldığı manzūmesinde aynı deyimi kullanarak gerçek odun, kömür ve somun sıkıntısından bahsetmektedir:

Çıkdı âteş bahâsına heyzüm

Satılur dirhem ile ‘ūd-âsâ

Odun ateş pahasına çıktı.

Öd ağacı gibi dirhemle satılıyor.

Ya kömür şöyle kim gubârı dahi

Tūtyâ oldı dîdeye hâlâ

Ya kömür? Şöyle ki, tozu bile şimdi gözlere sürme oldu. (o kadar azaldı ve kıymetlendi.

Koltuğunda somun sanup sevinür

Bir fakîr olsa mübtelâ-yı vebâ

Veba hastalığına tutulan bir yoksul, koltuğunun altındaki şişkinliği görünce, sanki somun varmış gibi sevinir.

Aşağıda ayrıntılı olarak hayatı, edebî kişiliği ve şiirlerine yer vereceğimiz Garâmî’nin odun ve somun hakkındaki murabba‘ının yazılış sebebini ve ödüllendirildiğini ‘Âşık Çelebi;

“Merhum Sultan Süleyman bir kış Edrine’de (sene erbaa‘ ve sittîn ve tis‘a miede 964/1556) kışlayup odun od bahâsına olup nân hemçünân oldukda Bend: “Âh odun illâ odun illâ odun” bendinde murabba‘ dimişdür. .Bir murabba‘ somun hakkında bir murabba‘ odun hakkında diyüp rikâb-ı sultânîye virüp câyize almışdur. İçinde bu hâneler hûb vâki‘ olmışdur. şeklinde ifade etmektedir.

            Arşivlerin ve sicillerin değerlendirilmesiyle bu yıllarda odun, kömür ve somun (ekmek krizinin) sıkıntısının ve pahalılığının olup olmadığı, ayrıca şaire böyle bir caizenin verilip verilmediği belki de ortaya çıkarılabilecektir[9]. Nitekim bu yüzyılın büyük hamse şairi Taşlıcalı Yahyâ Bey Divanı’nda odun ve ekmek sıkıntısının kıtlık derecesine geldiğini ifade ettiği gibi[10]; XVI. Yüzyılda yazılan bazı hükümlerde de İstanbul’da odun, ekmek ve buğdayla ilgili bazı fiyat hareketliliklerinin yaşandığı ve vurgunculuğu önlemek için bazı tedbirlerin alınması istendiği[11] ; kezâ XVIII. Yüzyılda Osmanlı kurumları ve Osmanlı toplum yaşantısı üzerine yapılan bir çalışmada, tarih içerisinde değişik zamanlarda odun, kömür ve ekmek sıkıntısının yaşandığı da anlaşılmaktadır[12].

 

Garâmî, Hayatı, Marifetleri ve Şairliği

 

Aslen Karaferye[13]’li olan Garâmî’nin doğum ve ölüm tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Asıl adı Mehmed’dir[14] Sehi’ye göre Kadıcık oğlu diye bilinir[15]. Medrese tahsilinden sonra ilim yoluna girmiş, sonunda Kâhire kadısı Leys-zâde[16]’den mülâzim olmuş ve bilâhere Rumeli’de kadılık ve hâkimlik yapmıştır. Mehmed Süreyyâ, kaynak göstermeden III. Murad devrinin (1574-1595) ortalarında vefat ettiğini kaydetmektedir[17]. Eğer bu doğru ise “altmışından sonra seyyidlik iddiâ ederek yeşil sarık sarındığı” kaynaklarda[18] belirtildiğine ve Sehî (ö.1548) Tezkiresi’nin bazı nüshalarında bulunduğuna göre[19], bu yüzyılın ilk çeyreğinde doğduğunu ve 1580’li yıllarda, hattâ III. Murad’ın saltanatının tam ortaları olan 1584-86 yıllarında vefât ettiğini söyleyebiliriz.

Garâmî, şairliğinin yanında -hattâ ondan çok- mūsikîşinas ve remmâl, hüner ve meziyet sahibi, hoş sohbet birisi ve on parmağında on marifet olan ilginç ve sıradışı bir şahsiyet olmasıyla ön plâna çıkar. Altmışından sonra seyyidlik alâmeti olan sarık sarması da kendisiyle ilgili lâtifeler yapılmasına sebep olmuştur.

Şiiri ve kişiliği hakkında Sehî, “ehl-i dil nâzik musâhib eş‘ârı latîf ve kendüsi hayli zarîf kimesnedür” derken Hasan Çelebi ve Beyânî yalnızca sâde[20] olduğunu söylemekle yetinirler. Kendisiyle görüştüğünü ifade eden ‘Âşık Çelebi, mūsikîşinaslığı ve  remmâllığına, odun ve somun hakkındaki murabba‘larına sayfalarca yer verdiği hâlde; şiiri ve kişiliğini “makbûl-i zurefâdan ve hıyâr-ı  şu‘arâdandur” gibi bir cümleyle geçiştirir. Meşâ‘irü’ş-Şu‘arâ sahibinin verdiği şiir örneklerinin içinde “Karaferye hakkında şehrengîzi vardır” diyerek Yaylak vasfında söylediği iki beytini örnek olarak alması ise onun bir eserinin olduğu yolunda verilen önemli bir bilgidir. Şimdi verilen bilgileri sırayla değerlendirerek sonunda bu metinleri ilâve etmek istiyoruz.

            Tezkirelerde Garâmî’nin Muklî[21] hattile yazdığı hat ve imzaları yanında onun özellikle iki yönüne dikkat çekilmektedir: 1. Mūsikîşinaslığı, 2. Remmâllığı.. Mūsikîdeki mahâreti “hoş-âvâz u tanbūr-nevâz, hoş-âyende ve küşâyende türkîcikleri ve nakş-gûne râz-bârîleri vardur. Kendi bir saz dahi te’lîf itmişdür”.. gibi cümlelerle verilir. Burada güzel sesi ve tanbur çalması yanında “türkîcik ve râz-bârî” gibi bestelerinin de bulunduğu hattâ “sîne-çâk” adını verdiği bir saz bile icad ettiği ifade edilmektedir. Ancak hocası Leyszâde sazı dinledikden sonra “bu sazdan vazgeç” diye yemîn verip saz yapımı konusundaki şiddetli dînî tehditlerle Garâmî’yi korkutmuştur.

            Remmâllığı hakkında da bir hayli malumât verilen Garâmî’nin, hususiyetle remilin bir türü olan ilm-i habâyâda eşsiz olduğu, bir çok defa sınandığı, sayılı bir kesenin içinde kaç akçe olduğunu, ondan kaç akçe alındığını bildiği ifade edilir. Bu arada bu oyun ve gelecekten haber verme işi konusunda bilgi verilerek Haccâc zamanındaki bir örneği anlatılır ve  Garâmî’nin de -anlaşıldığı şekliyle- gelecekten haber verme, insanın içinden geçenleri bilme, yitikleri bulma, yıldızları barıştırma (küsleri barıştırma veya belki de halk arasındaki adıyla muhabbet=şirinlik muskası yapma), sevgiliyi ayağına getirme, sevinci kedere, kederi sevince değiştirme gibi konularda usta olduğu anlatılır. Bu özellikleri belirtilirken tezkireci konuyla ilgili değişik terim ve tabirleri kullandığı gibi şair de şiirlerinde bunlara örnekler vermiştir. Ancak bu konu kendisiyle ilgili bir şakaya da konu olmuştur. Şöyleki 60 yaşından sonra seyyidlik ‘alâmeti olan yeşil sarık sarınınca bir rivayete göre ‘Âşık Çelebi bir mecliste ona rast gelmiş ve “Efendi siyâdetinüz evvelden bilmezdünüz, gâlibâ habâyâ-yı reml ile vâkıf oldunuz” demişler. O da hayli alınmış.

Garâmî’nin şiirlerinden maalesef elimizde yalnızca tezkirecilerin örnek olarak verdikleri kalmıştır. Bu konuda özellikle ‘Âşık Çelebi Tezkiresi, verdiği ayrıntılı bilgi ve bol örnekleriyle onun biyografisinin yazılmasında nerdeyse tek kaynak durumundadır. Sehî hariç diğer bütün kaynaklar Çelebi’den aldıklarını satmaktadırlar dersek yanlış söylemiş olmayız. Örnek olarak gösterilen tek beytin de kaynağı yine odur.

16. Yüzyılın Sehî, Latîfî ve Âşık Çelebi gibi üç büyük Tezkiresi üzerine bir araştırma ve eleştiri hazırlayan Prof. Dr. Harun Tolasa’nın eserinde Garâmî, doğduğu yer olan Karaferye; kadılık ve müderrisliği; zevk ehli olması sohbet ve arkadaşlığı; nezâket ve zarâfeti ile mūsikîdeki hüner ve kabiliyetleri dolayısıyla geçmektedir. Remmâllığı ve ilm-i habâyadaki üstadlığı pek söz konusu edilmemiş sadece ilim bahsinde mūsikî de dahil bu ilimler dolayısıyla, hünerli şairler arasında sayılmıştır[22].

Garâmî hakkında en geniş bilgiyi verdiğini söylediğimiz A.Çelebi, örnek olarak alınan beyitler konusunda da cömert davranır: Şairin, Karaferye hakkında yazdığı Şehrengiz’inden Yaylak vasfında yazılmış iki beytinden başka -biri mütekerrir- sekiz beytini daha örnek verir. Bu beyitler onun mūsikîşinaslığı, remmâllığı ve ilm-i habâyadaki üstadlığı konusunda okuyucuyu bilgilendirirler. Bu sekiz on beyitlik örneklerde bile Garâmî’nin atasözleri ve deyimleri şiirde ustaca kullanan, yukarıda sayılan hünerlere sahip, söz ve sohbet ehli bir şair olduğu anlaşılmaktadır. Diğer şiirlerinden 8 beyit örnek veren Â. Çelebi’nin, odun ve somun hakkındaki murabba’ların yazılış sebebiyle birlikte, bir hayli (8 bend) örnek vermesi ve “hūb vâki‘olmışdur” demesi manzūmeleri beğendiğini göstermektedir. Örneklenen beyitlere baktığımızda şairimizin dilinin bir hayli külfetsiz ve “sâde”, âdetâ bir halk şairine yakın,  üslūbunun da mîzâhî olduğunu söyleyebiliriz.

Şimdi -diğer kaynakların hemen hepsi ( Hasan Çelebi Tezkiresi dâhil) bunların kısa bir özeti ve tekrarı olduğu için- 16. Yüzyıl tezkirelerinden’Âşık Çelebi ve Sehî’nin Garâmî hakkında verdiği bilgileriaraştırmacıların dikkatine sunuyoruz.[23]:

 

Mevlânâ Garâmî Karaferye’lidür. Kadıcık oğlı dimekle ma‘rūf ve ehl-i ‘ilm tâifesindendür. Emsâli ve akrânı arasında ehliyet ile mevsūf  fazîlet ve zekâvet ile tanbūr-nevâz ve ‘ilm-i mūsikîde tamâm imtiyâz bulnuş ehl-i dil nâzik musâhib eş‘ârı latîf ve kendüsi hayli zarîf kimesnedür. Ve bu bir iki beyt-i müreddef anun kendü eş ‘ârındandur. Şi‘r

Dehânı sırrına vâkıf leb-i la‘liyle yâr eyler

Nitekim raz-ı pinhânı mey-i nâb âşikâr eyler

Riyâz-ı fenn-i şi‘r içre lebün şeftâlisin dalam

Garâmî  mâ-yı midhatle suvarup âb-dâr eyler

Sehî (ö.1548), Heşt Behişt, Haz. Günay Kut, Harvard 1978, s.334.

 

            Rûmili’nden Karaferye nâm şehrdendür. Adı Mehmed’dür. Muklî (Ma‘kılî) hattile yazdugı imzâları imzâlar içinde ser-âmeddür. Sâlik-i tarîk-ı ‘ilm olup kazâ-i Mısr’dan mütekâ’id Leyszâde merhūmdan mülâzim oldı. Hâlâ Rûmili’nde kâdîdür. Hûb-âvâz ü tanbûr-nevâzdur. Eş‘ârından gayrı hoş-âyende ve küşâyende türkîcikleri ve nakş-gûne râz-bârîleri vardur. Kendi bir saz dahi te’lîf itmişdür. Kemânesüz rebâb gibi ki kişi gögsi üzerine alup kemânçe sıyhı gibi sıyhın eñegine (eğnine) tayaya ve iki eliyle çeng nevâht ider gibi nevâht eyleye. Ol mülâbese ile adın sîneçâk itmişdür. Monlâsı Leyszâde işidüp kendi dinledükden sonra “bu sazdan vazgeç” deyu yemîn virüp te’lîf-i sâzda olan va‘îd-i şedîdle Garâmî’yi havf-nâk itmişdür. Mollâ gâyet üstâd remmâldür. Aksâm-ı remilden ‘ilm-i habâyâda hod adîmü’l-misâldür. Defa‘âtle imtihân olunmışdur. Bir kîsenüñ içinde olan ma‘lûmü’l-‘aded  akçeden bir mikdâr akçesin alsalar, Garâmî reml ile el-ân kaç akçe almışdur ve yirinde alan kaç akçe kalmışdur deyu ta‘yîn eylemişdür.

Fâide-i ihbâ ba‘zı kütüb-i tevârihde ve muhâdarâtda mezkûr “Lâ ya‘lemu’l gayba illâllâh” (el-hükmi lillâhi velâ râdde li-kazâihi) âyetinün tefsîrinde mestûrdur ki Haccâc bin Yûsuf  zamânında bir hâzık müneccim ve ‘ilm-i habâyâya ‘âlim kimesne var idi. Haccâc bir gün anı imtihân idüp yanında olan ma‘lûmu’l- ‘aded  bir mikdâr akçenün bir mikdârın alup bir mikdârın yerinde kodı. Müneccim ‘ilm kuvvetiyle ikisinüñ dahi ‘adedin beyân idüp isâbet itdi. Ba‘dehu mechûlü’l-‘aded akçeden bir mikdâr avcuna alup ‘adedin sordı. Müneccim her ne kadar ki cidd ü cehd itdi hatâ itdi. Haccâc sebeb-i ‘aczin suâl itdükde bu cevâbı virdi ki “Gâlibâ sonragı ‘adedün aslı ma’lûm degül idi. (Haccâc) belî ma‘lûmum degül idi. Ammâ ne farkı vardur didi. Müneccim didi ki: Evvelki ‘aded malûm-ı beşer olup gayblikden gitmişdür. Anuñ içün ‘ilm kuvvetiyle ta‘yîn kâbildür. Ammâ sonragı ‘aded kimesnenüñ taht-ı ilmine dâhil olmayup ilm-i gaybîde kalmışdur. Anun ‘ilmi Hak te‘âlâya münhasırdur. Anda her ‘ilm cehl ve heme ‘âlim câhildür.

El-kıssa Garâmî’nün remlde hazâkati ve habâyâda mahâreti şöyle idi ki dildârı hânesine gelür mi deyu remleylese tâli‘ ‘atebetü’t-dâhil olup sa‘ddur murâd hâsıl olur (sa‘d-ı der-murâd hâsıldur)  diyince dilber ‘atebeden dâhil olurdı. Remlinde ‘akla [ferah] gelse (‘ukle değülse) nahsdur ‘akla keder gelse inkılâb-ı reml ile feraha tebdîl yanında kâbil olurdı. Beyâz humre (hamra) ile mümtezic degül iken ol yıldızların barışdururdı. Ve cem‘-i ezdâd eylemekde yanında sa‘d u nahsin ve dâhil ve hâric bir olup lahyân ile (mahyâtla) engis vefakı ile ferah (gibi) bir cemâ‘at mâbeyninde tezâdd olsa ol ana bir tarîk idüp ictimâ‘ virüp alışdururdı. Zenâtı remilde zebânı andan ögrenüp ol teskîn-i bezûh konsa ebdah meyl-i remli tahrîk idemezdi.

Ve bilcümle mîzân-ı mîlile kâdî-i reml olup teveccüh eylese ‘âlem bir yana gelse zamîr bilmekde kimesne zamîrin tefkîk idemezdi. Sâhib-i remlün remlinde nokta-i bâd u nokta-i nâr hareket eylese katre-i sirişk ü şirâr-ı âhına istidlâl idüp âşık-meşreb oldugına hükm iderdi.  Güm-geşteden suâl itseler, nokta-i hâk ile ‘amel idüp kebki (kebkebi) izin bulup ne yire vardugın ve tâli‘den sorsalar nokta-i hevâ delâletiyle sitâresi ne kevkeb oldugına hükm iderdi. Fakîr Serfice’ye anun yirine kâdî oldum. Nevâdirden çok letâyifi ve zarâyifi vardur. Cümle-i biri budur ki : Altmış yaşına dek sükût idüp ba‘dehu da‘vî-i siyâdet idüp sebz sarınmış. Bir meclisde râst gelüp “Efendi siyâdetinüz evvelden bilmezdünüz, gâlibâ habâyâ-yı reml ile vâkıf oldunuz” dimişler, hayli alınmış. Be-her-hâl makbûl-i zurefâdan ve hıyâr-ı  şu‘arâdandur. Şi‘r:(Eş‘âr-ı ū)

Diler isen ki dile cevr idesin nâz öğren

Hazz olunsun dir isen çok da degül az öğren

Göz kulak ol güzelim dinle dehânuñ haberin

                                            Sırr-ı aşkuñda bu gün gizlüce bir râz öğren

Nice olur merhamet âşıkı bilmem dir isen

Gel begüm mihr ü vefâ ayetini yaz öğren

Gayra dem-sâz oluben hem-nefs olmakdansa

Gel Garâmî’yle ye iç şi‘r ile hem sâz öğren

Ve lehu

Kapuyı dîvâr ider erbâb-ı aşka nâzdan

Kendüyi bir kûşeyile gösterür açmazdan

            Ve lehu

Ey Garâmî gazelün şevkıle şeh destin öper

            Bûs idersin varuben sen dahi hünkâr eteğin

            Ve lehu

Ol kaşa nazîr olmaya ‘âlemde bir ebrû

            Kim tura bile hançerine dise bire bru [24]

Nesr: Karaferye hakkında Şehrengiz’i vardır. Yaylak vasfında dimişdür. Nazm:

Çilekler kim bitürür seng-i hârâ

İder gün terbiyetle la‘l-pâre
Sevr burcunda togar gice gündüz

Sıgır kuyrukları kuyruklı yılduz

            Merhum Sultan Süleyman bir kış Edrine’de (sene erbaa‘ ve sittîn ve tis‘a miede 964/1556) kışlayup odun od bahâsına olup nân hemçünân oldukda Bend: “Âh odun illâ odun illâ odun” bendinde murabba‘ dimişdür. Bu iki mısrâ‘ı gâyet hûbdur: Beyt:

Kapuyı yakdum odun itdümdi açuk kaldı bâb

Haftasıdur sancılalı dahi çig yatur kebâb

 

(s. 38) Bir murabba‘ somun hakkında bir murabba‘ odun hakkında diyüp rikâb-ı sultânîye virüp câyize almışdur. İçinde bu hâneler hûb vâki‘ olmışdur:

Çok zamandır ikimüz bir sofrada konuşmaduk

Cenge girüp biribirimüzle el sunuşmaduk

Sofra sahrâsında esb-i ekle binüp koşmaduk

Karvaşalım gel beri meydâna aslanum somun

Kapana giden kapar geldükde unun dengini

Furuna girsekdi görürdün cihânun cengini

Halka diriz beng ile dîvâneler pelhengini

Ey yürekler yâresi her yerde yârânum somun

Furuna düşen ider habbâze dilince sadâ

Eyne hubz etmek kanı nânı gücâ kamu ehlâ

Akçe ile eyle yüz göstermezin dirsen bana

Nakd-i cânum al ala gözlü güzel hânum somun

Ocağa mı yandı götürüldi dünyâdan odun

Kar yerine yağan olsayıdı n’olayıdı un

Haftasıdur etmeğün yüzini görmedüm bu gün

Kandasın sen ey ekâbir lokması cânum somun

Odun murabba‘ından bu hâne hûbdur:

Sözüme gûş ur işit ey husrev-i ‘âlî-cenâb

Oldı bu kahtile ‘âlem halkının hâli harâb

Odı görmez yirde göz gökdeyse doğmaz âfitâb

Kapuyı yakdum odun oldı açık kaldı bu bâb

Haftasıdur sancılalı dahi çig yatur kebâb

Ey Garâmî himmet eylerse o şâh-ı kâm-yâb

Tanrı Dağı’nun gelür odunı bî-‘add ü bî-hısâb

Şimdi halkun derdi bu vallâhu a‘lem bi’s-savâb

Âşık Çelebi, Tezkire, G. Meredith Owens, London 1971, s.38-39; v.288b-289b


 

[1] Divan şiirinin tenkidi, tanıtılması, onunla ilgili akademik, aktüel ve popüler yazılara onlarca örnek vermek mümkünse de belli başlı bazı kaynakları saymakla yetineceğiz. Gölpınarlı, Abdülbaki, Divan Edebiyatı Beyanındadır, İstanbul 1945.;  Gökyay, Orhan Şaik, "Divan Edebiyatı Kimin ?", Türk Dili Dergisi, nr.424, s.224-236, Ankara 1987.; Bilgegil, Kaya, Harabât Karşısında Nâmık Kemâl (Nâmık Kemâl’in Eski Edebiyata İtirazları) İstanbul 1972.;  Çavuşoğlu, Mehmet, Divanlar Arasında, Ankara 1981.;, Türk Dili Dergisi, Divan Şiiri Özel Sayısı, nr.415-417, Ankara 1986.; Dilçin, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, 2.bs., Ankara 1992.; Kortantamer, Tunca, Eski Türk Edebiyatı-Makaleler-, Ankara 1993; Yöntem, Ali Canip, Eski Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler, Haz. Sevgi, Ahmet, Özcan, Mustafa, İstanbul 1996.; Kahraman, Mehmet, Divan Edebiyatı Üzerine Tartışmalar, İstanbul 1996. ; Çelebioğlu, Amil, Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul 1998;  Kurnaz, Cemâl, Türküden Gazele (Halk ve Divan Şiirinin Müşterekleri Üzerine Bir Deneme, Ankara 1997.; İsen, Mustafa, Ötelerden Bir Ses Divan Edebiyatı ve Balkanlarda Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler, Ankara 1997; Şentürk, A. Atilla, "Klasik Osmanlı Edebiyatı Işığında Eski Âdetler ve Günlük Hayattan Sahneler", TDl, nr.495  s.174-188, 1993, aynı yazar Osmanlı Şiiri Antolojisi, İstanbul 1999. ; Aslan, Mehmet, Osmanlı Edebiyat-Tarih-Kültür Makaleleri, İstanbul 2000. Mengi, Mine, Divan Şiiri Yazıları, Ankara 2000; Kaplan, Mahmut, Divan Şiirinin Kıyısında, Ankara 2003. İskander Pala’nın bilimsel çalışmalarının yanında popüler ve aktüel bir çok kitap ve makalesi de bu meyanda zikredilmelidir. Özellikle son yıllarda yayınlanan “TÜRKLER” (Yeni Türkiye yayınları Ankara 2002) C.11’de konumuzla ilgili bir çok makale yayınlanmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Sefercioğlu, Mustafa Nejat, “Dîvan Şiiriin Hayatla Bağlantısı”, s.664-681.; Doğan, Muhammet Nur, “Divan Şiirinin Millî Karakteri”, s.682-689.; Erdoğan, Kenan, “Edebî Eserlerden Tarih Belgesi Olarak Yararlanma: Divanlardaki Tarih Manzūmeleri”, s.708-717.;

[2] Örnek olarak Divan şiirinde sosyal, ahlâkî ve iktisadî çözülme, esnaf tipleri, Divan şiiri ve ekonomik hayatla ilgili bakınız: Yeniterzi, Emine, “Divan Şiirinde Osmanlı Devletindeki Sosyal, Ahlâkî ve İktisadî Çözülmenin Akisleri”, S. Ü. Uluslar arası Kuruluşunun 700. Yıl Dönümünde Bütün Yönleriyle Osmanlı Devleti Kongresi, Bildiriler, s.361-377, Konya 2000 ; Açıkgöz, Namık, “Edebî Metinlere Göre 15. Ve 16. Asırda Bazı Osmanlı Esnaf Tipleri”, F. Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, 1994, 6 (1-2) s.1-10 ; Sarı, Mehmet, “Divan Edebiyatı ve Rüşvet”, Türk Yurdu, Ağustos 2001, s. 14-22.; Tökel, Dursun Ali, “Divan Şairleri ve Ekonomik Hayat”, İlmî AraştırmalarS.13, s.151-174, İstanbul 2002.

[3] Bu müşterekler üzerine kitap hazırlayan Cemâl Kurnaz’dan sonra bazı konular üzerinde, meselâ mürâca‘a yani sevgiliyle âşıkâne sohbet ve diyalog, dedim-dedi”, şairin âşık ve sevgilinin ağzından karşılıklı şi’ir söyleme geleneği, de bunlardan biridir. Konuyla ilgili iki makale için bakınız: Çağlayan, Bünyamin, “Şeyhî’nin Müraca‘a Tarzındaki İki Gazeli”, Kütahyalı Şairler Sempozyumu 1, s.75-84, Kütahya 2000; Batislâm, H. Dilek, “Divan Şiiriyle Halk Şiirinde Ortak Bir Söyleyiş Biçimi (Müraca‘a-Dedim-Dedi)”, Folklor/Edebiyat, C.VI, S.23, s.201-210.

[4] Mengi, Mine, “Necâtî’nin Şiirlerinde Atasözlerinin Kullanımı”, Erdem, II/4, (Ocak 1986), s.47-58.; Kurnaz, “Divan Şiirini Halk Şiirine Yaklaştıran Bir Özellik: Atasözleri ve Deyimler“ a.g.e. s.113-138 ; Tanyeri, M. Ali, Örnekleriyle Divan Şiirinde Deyimler, Ankara 1999. Atasözleri ve deyimler konusunda bellibaşlı eser ve çalışmalar için bkz.. Beyzadeoğlu, Süreyya, “Nazım ve Nesir Örnekli Osmanlı Dönemi Atasözleri ve Deyimler”, TÜRKLER, C.11, s.622-634, Ankara 2002. ; Şinasî-(Ebuzziyâ), Durūb-ı Emsâl-i Osmaniye, Haz. Prof. Dr. Süreyya Beyzadeoğlu, İstanbul 2003.

[5] Aksoy, Ö. Asım, Atasözlerimiz ve Deyimler Sözlüğü, C.2, İstanbul 1989 ; Doğan, Ahmet, Açıklamalı ve Örnekleriyle Deyimler Sözlüğü, Ankara 1995. Şinasî, deyimin Fransızca karşılığını da verir: “Cher comme poivre” (Biber gibi pahalı)  Ayrıca aşağıda örnek olarak verilen Samî’nin beyti ile, içinde âteş bahâsı deyiminin geçtiği Safvet’in Letâif-i İnşâ’sından “Kömür İltimâsına Dâir Tezkire” sinden küçük bir paragrafı ekler. Bkz, Şinasi, a.g.e. s.62

[6] Pala, İskender, “İki Dirhem Bir Çekirdek”  (hikâyeleriyle deyimlerimiz),  s.39-40, İstanbul 2003.

[7] Eyüboğlu, E. Kemal, On Üçüncü Yüzyıldan Günümüze Kadar Şiirde ve Halk Kültüründe Atasözleri ve Deyimler (Tabirler), 2.C., İstanbul 1973-1975.

[8] Yöntem, a.g.e. s.167-168.; Yatman, Mustafa, Osman-zâde Tâib Divanı’ndan Seçmeler, s..40-42. İstanbul 1989.

[9] Erünsal, E. İsmail’ın “Türk Edebiyatı Tarihine Kaynak Olarak Arşivlerin Değeri”ni vurgulayan bir dizi yazıdan sonra (ilki Türkiyat Mecmuası C.XIX, s.213-222, İstanbul 1980) Dadaş, Cevdet’in “Osmanlı Arşiv Belgelerinde Şairlere Verilen Caize ve İhsanlar” başlıklı bir makalesi TÜRKLER C.11, s.748-757’de yayınlanmıştır. (Ankara 2002)

[10] Yahyâ Bey, Divan, (Haz. Mehmet Çavuşoğlu), İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1977, s.106-110.

[11] Altınay, A.Refik, Onuncu Asr-ı Hicrîde İstanbul Hayatı, (Haz.A. Uysal), s.153-154, 192-193, Ankara 2000.

[12] Özkaya, Yücel, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı, Ankara 1985. Bu çalışmada savaş, yangın, ihraç, depolama gibi çeşitli sebeplerle kıtlık ve fiyat yükselmelerinin olduğu ifade edilmektedir ki Osmanzâde Taib de yukarda üç beytini aldığımız şiirinde bu sebeplerin bazılarına değinir. Özkaya, meselâ (İstanbul’da) bir okka ekmeğin 1520’de yarım akçe iken 1593’de bir akçeye, 1609’da ise 4-8 akçeye kadar çıktığını yazmaktadır. Bkz. a.g.e. s.254,262. Bu yüzyılda buğday ve yakacak durumu ve bazı sıkıntılar için bkz.s.322-332, 346-347.

[13] Makedonya’nın güneyinde bugünkü adı Beroia (Véria) olan şehir. Yaklaşık 15.yüzyılın başında Osmanlılarca fethedilmiştir. 16-20. Yüzyıl arasında beş-on bin nüfus arasında değişen şehrin nüfusu bugün yaklaşık 40-50 bin civarındadır. Osmanlı döneminde şehirde bir çok cami, medrese ve tekke yapılmış, Hasan Baba-i Rūmî ve  Hâverî gibi şairler yatişmiştir. Ahî Benli Hasan’ın türbesi de buradadır.  Machiel Kiel- Eleni Gara, DİA, C.24, s.391-394.İstanbul 2001.

[14] Âşık Çelebi, Tezkire, G. Meredith Owens, v.288b, London 1971,: Hasan Çelebi , Tezkiretü’ş-Şuarâ, Haz. Kutluk,İbrahim, C.2, s.718, Ankara.1989.; Beyânî, Tezkiretü‘ş- Şu‘arâ, Haz. Kutluk, İbrahim, s.193, Ankara 1997. Müstakimzâde Süleyman Saadettin, Mecelletü’n-Nisâb, Süleymaniye Ktp. Hâlet Ef. Nu. 628., v.329;; Şemseddin Sâmî, Kâmûsu’l-A’lâm, C.5, s.3259, Ankara 1996; Nâil Tuman, Tuhfe-i Nâilî, C.II, s.726.; H. İpekten, M. İsen, R. Toparlı, N. Okçu, T. Karabey, Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, Ankara 1988.,s.157.

[15] Sehî, Heşt Behişt, Haz. Kut, Günay, Harvard 1978, s.334.

[16] Asıl adı Mevlânâ Pîr Ahmed Çelebi bni Nūreddin Hamza bin Ali’ (ö.952/1545)dir. Leys-zâde diye tanınır. Medrese eğitiminden sonra önce Üsküp sonra İstanbul Mustafa Paşa Medresesi’ne müderris olmuş, bilâhere kadılık mesleğine girerek Üsküp kadısı olmuş, sonra tekrar müderrislik yolunu seçmiş ve Edirne’de Çelebi ve Daru’l-hadîs medresesi ve Semâniye müderrisliği yapmış, tekrar kadılık mesleğine geçerek Mısır kadısı tayin edilmiş, bir ara azl edilmişse de tekrar aynı göreve getirilmiş, buradan emekli olarak 952/1545 yılında vefat etmiştir. İyi huylu, ahlâklı, müteşerri‘ ve müverri‘, dürüst biriydi. Mısır’da uzun müddet kadılık yaptığı için bir hayli servet sahibi olmuş ve pek çok kitap biriktirmişse de kitap telif etmemiştir. Bkz. Şakâik-ı Nu’mâniyye ve Zeyilleri, Neşre Haz. Özcan, Abdülkadir, İstanbul 1989, C.1, s.405-406.

[17] Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî yâhud Tezkire-i Meşâhîr-i Osmâniyye, İstanbul  1311, C.III, s.618.

[18] Âşık Çelebi, Hasan Çelebi ve Beyânî Tezkireleri

[19] Sehî Bey, Tezkire’sini 1538’de yazdıktan on yıl sonra 1548’de öldüğüne göre bu yıllar arasında bazı ilâvelerde bulunmuştur. Nitekim Vahdetî’ye sonradan tarih düşürmesi de bunu göstermektedir. Bkz. Kut, Günay, Heşt Bihişt, DİA, C.17, s.273-274, İstanbul 1998. Garâmî’nin Tezkire’nin bazı nüshalarında bulunmayışı bundan kaynaklanabilir. Ayrıca Garâmî’yi “mevlânâ” diye anması “ehl-i ilm taifesinden ve emsâl ve akrânı arasında ehliyet ile mevsūf” olduğunu söylemesi de onun artık çocukluk yaşını geride bırakmış olgun biri olduğunu göstermektedir. Bütün bunlardan hareketle Garâmî’nin 1510-20 arasında doğduğunu söylemek yanlış olmaz.

[20] Bu “sâde” kelimesi Arapça Farsça kelimelerden ve tamlamalardan arı  sade Türkçe ile yazılmış anlamında anlaşılabileceği gibi “süsten ve sanattan arı, hattâ basit” şeklinde de anlaşılabilir.

[21] Abbâsîler zamanında hattın nizam ve âhengini kaidelere bağladığı için İbn-i Mukle (.328/940)’ye nispet edilen nisbetli  (oranlı, mevzûn, mensûb) yazı . Bkz. Derman, M.Uğur Hat, DİA, C.16, s.428.

[22] Tolasa, Harun, Sehî, Latîfî, Â