Prof. Dr. Hakkı UYAR

Prof. Dr. Hakkı UYAR

[email protected]

Tarihsel bir sorun: Fiskalizm (Vergicilik)

26 Aralık 2019 - 01:01 - Güncelleme: 26 Aralık 2019 - 10:04

Tarihsel bir sorun: Fiskalizm (Vergicilik) 

 

Vergiyi kimin ve ne miktarta koyacağı; toplanan verginin nasıl harcanacağı ve harcamanın nasıl denetleneceği modern Batı demokrasisinin kökenini oluşturur. Kökleri Magna Carta’ya (1215) kadar gider. İster İngiliz, ister Fransız ve Amerikan demokrasileri olsun, hepsinde de vergi meselesi temel çatışma alanıdır. Dolayısıyla sınıfsal, sosyal ve ekonomik temelli bir demokrasi süreciyle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. 

 

Modern demokrasilerde doğrudan vergiler dolaylı vergilerin iki katı kadardır. Oysa Batı dışı toplumların çoğunda dolaylı vergiler, doğrudan vergilerin iki katı kadardır. Ters bir durum söz konusudur. Bu nedenle benzin/mazot, sigara ve içki gibi ürünlerin vergi miktarının yüksekliği ile karşı karşıya kalıyoruz. Doğrudan vergi zenginden alınırken, dolaylı vergi herkesten alınıyor. Sıradan halkın üzerine binen vergi yükü artıyor. 

 

Ünlü iktisat tarihçisi Mehmet Genç, Osmanlı ekonomisinin dayandığı üç temel ilkeyi tespit ediyor.  Bunlar iaşe (provizyonizm), fiskalizm (vergicilik) ve gelenekselcilik idi. Osmanlı Devleti’nin klasik dönemine damgasını vuran bu ilkeler, 19. yüzyıla kadar etkisini sürdürdü. Tarım ağırlıklı bir ekonomisi olan Osmanlı Devleti, izlediği iaşeci politikalarla iç üretimin içerideki ihtiyacı karşılaması üzerine bir politika belirlemişti. Bu, ihracatı kısıtlayan bir politika idi. Çünkü öncelik içerinin ihtiyacını karşılamaktı. Söz konusu üç temel ilke ile ekonomiye müdahale eden devlet, iç üretimin iç tüketimi karşılaması üzerine politikasını inşa etmişti. İç üretim herhangi bir nedenle iç tüketimi karşılamadığı takdirde ithalat kapısı –kapitülasyonlar aracılığı ile- ardına kadar açıktı. Bu politika, merkantilist politikaların tam tersiydi. Dolayısıyla bir kapitalistleşme sürecinin/sermayeni birikiminin önleyicisi durumundaydı. 

 

İhracatı kısıtlayan ithalatı kısıtlayan Osmanlı ekonomik modeli, kapitalistleşmenin önündeki en büyük engeldi. Üretimi temel almayan vakıf sistemi, mülkiyeti kısıtlayan toprak sistemi ve sermaye birikimini kısıtlayan lonca sistemi, “sosyal” bir amaç gütse de modern sınıflı toplum yapısını, dinamizmi ve üretime dayalı ekonomiyi engellemekteydi. 

 

Osmanlı hazinesinin üç temel gelir kaynağı vardı: Birincisi savaş gelirleri, ikincisi ticaret yollarından elde edilen vergiler ve üçüncüsü tarım vergileri…  İlk iki alanda yaşanan kayıplar; yani savaşların gelir kapısı olmaktan çıkarak masraf kapısı haline gelmesi ve coğrafi keşifler neticesinde ticaret yollarının değişmesi, vergi yükünün tarımsal alana yönelmesine yol açtı. Batı’daki sosyal ve ekonomik değişim ile birlikte bu, Osmanlı geleneksel düzeninin bozulmasını da beraberinde getirdi. Takip eden yüzyıllarda maliye ve ordu alanında başlayan modernleşme çabası, giderek daha geniş bir alana yayılarak Tanzimat dönemine kadar ulaştı. Osmanlı modernleşmesi, Osmanlı’nın yayılan Batı karşısında birkaç yüz yıl daha dayanabilmesine imkan sağladı. Milli Mücadele’yi yürüten ve Cumhuriyeti kuran kuşak da bu modernleşme çabası sonucu kurulan okullarda yetişti. 

 

Bir tarım toplumunun 20. yüzyılda sanayileşmiş batı karşısında bağımsızlık savaşı yürütebilmesi ve bu mücadelenin başarılı olması, istisnai bir durumdu. Türk milletinin başardığı bu mücadele kağnının uçağa/kamyona karşı mücadelesi ile karşılaştırılabilir. 

 

Birinci Meclis, Mondros Ateşkes Antlaşması sonrasında ordusu dağıtılan ve silahlarına el konulan bir milletin yeniden örgütlenme ve direnme çabasıydı. Üstelik bu uzun savaş yıllarının ve savaş yenilgilerinin ardından yaşanan çöküntüye rağmen yeniden uyanışın sonucundaydı. Yoksul ve savaş yorgunu bir milletin savaşı finanse etmesi ve yeniden ordu kurması kolay bir şey değildi. 

 

Savaşı finanse etmenin en temel yolu vergilerdi. Ancak bunun önünde muhafazakar eğilimler de engel oluşturmaktaydı. Meclis’in Ankara’dan toplanmasının hemen ardından muhafazakar kanadı temsil eden Ali Şükrü Bey, bir içki yasağı kanunu teklifinde bulundu (28 Nisan 1920). O zamanki adıyla Men-i Müskirat Kanunu… Kanun tasarısı Meclis’te sonradan İkinci Grup üyelerinin ağırlığını oluşturacak olan milletvekilleri tarafından desteklendi. Eylül 1920’de yasalaşan tasarının gerekçesi dinsel olmanın yanında yarattığı toplumsal sorunlardı. Dönemin Maliye Bakanı Ferit (Tek) Bey, -ki Birinci Grup üyesidir- içkiyi değil içkiden alınan vergiyi savundu. Savaşı vergi olmadan finanse etmenin zorluğuna dikkat çekti. Üstelik Bakan, verginin arttırılması gerekliliğine dikkat çekti ve bütçe açığının kapatılmasının yanı sıra savaş gücünün arttırılması için vergiye duyulan ihtiyacı vurguladı. Ancak oylamada sonuç 71-71 çıkınca oturum başkanın tercihi nedeniyle BMM’den yasak kararı geçti. Yasak kararı dolayısıyla uygulanan takibat neticesinde kesilen cezaların affına dair Cumhuriyet Arşivi’nde bir hayli belge bulunmaktadır. Yasak 1926 yılına kadar uygulandı. Bu tarihten sonra İnhisarlar İdaresi (Tekel) oluşturularak devlet tekeli meydana getirildi. Bu, erken Cumhuriyet döneminin ithal ikameci sanayileşmesinin finansmanını sağlayan en önemli kalemlerden biri oldu. Günümüzde ise hem Tekel İdaresi özelleştirildi ve içki/sigara gibi kalemlerde yapılan aşırı vergi artışı bütçe açıklarını kapatmanın en önemli araçlarından biri haline geldi. Bu da beraberince kaçak üretim ve tüketime yol açtı. Devlet açısından gelir kaybının yanı sıra toplum sağlığını bozucu etkilerine vurgu yapmak gerekir. Burada içki ve sigaranın zararlarına vurgu yapmak ayrı bir meseledir. Türkiye Cumhuriyeti’nin elde ettiği vergileri bütçe açığı kapatmaktan ziyade sanayileşmeye, üretime harcamak zorundadır. Bugün gelinen noktada kıt sermaye birikimini bütçe açığı kapatmak ya da inşaat yapımında kullanmaktan vazgeçerek  üretime ve ihracata dayalı sanayileşmeye yöneltmek bir zorunluluktur. Bu, cumhuriyetin kurucularının idealiydi.  Nitekim Türkiye’nin kurtuluşu da buradadır. Ülkenin bekası inşaatta değil, üretimdedir, fabrikadadır, ihracattadır. 

 

Bireysel olarak ve Türk milleti olarak üretimin arttığı, paylaşımın adil ve toplumsal huzurun bol olduğu bir yıl diliyorum. 

 

Prof. Dr. Hakkı UYAR