Prof. Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN

Prof. Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN

[email protected]

Millî birliği yeniden inşa

10 Şubat 2022 - 09:50 - Güncelleme: 10 Şubat 2022 - 22:59

Yazarımız Ahmet Bican Ercilasun'un Temmuz-Eylül 2016'da İlesam İlim ve Edebiyat Dergisi'nin birinci sayısında çıkmış bulunan yazısını önemine binaen yayımlıyoruz.



“Er Tuğrul, Oğuz oğullarından biridir. Kızıl Buğa oğlu Kaya Alp oğlu Süleyman Şah’ın oğludur. Kırk beşinci göbekte, Nuh oğlu Yâfes oğlu Kavı Han oğlu Kara Han oğlu Oğuz oğlu Gök Alp ile Nuh’a ulaşan Er Tuğrul, Süleyman Şah’ın oğlu, Osman Beğ’in de atasıdır.”

“Şöyle ki: 852 (=1449) tarihinde merhum Sultan Murad bu güçsüzü elçilikle Mirza Cihanşah’a gönderdi. Varıp yumuşu[1] yerine getirdik. Bir gün şagavul[2] geldi: ‘Mirza sizinle yalnız konuşacağından tek olarak gitmelisiniz’ dedi. ‘İşittik ve baş eğdik’ deyip gittik. Konuşma sırasında buyurdu ki: ‘Sultan Murad benim ahret kardeşimdir. Bu kardeşlikten başka da akrabamdır.’ Akrabalığın sebebi soruldu. Buyurdu ki: ‘Tarihi okuyucu Mevlânâ İsmail’i çağırsınlar ve Oğuz tarihini getirsinler’. Mevlânâ İsmail geldi ve Moğol yazısı ile yazılmış bir kitap getirdi. O kitaptan anlaşıldı ki Oğuz’un altı oğlu olmuştur. Adları Gök Alp, Yer Alp, Deniz Alp, Gün Alp, Ay Alp, Yıldız Alp. Mirza buyurdu ki: ‘Kardeşim Sultan Murad’ın nesebi Oğuz oğlu Gök Alpa ulaşıyor. Gök Alp oğulları, Kızıl Buğa oğlu Kaya Alp oğlu Süleymanşah oğlu Er Tuğrula kırk beşinci göbekte erişmiştir. Kara Yusuf’un nesebi ise kırk birinci göbekte Deniz Alpa erişmektedir.’ Bu iki padişahın nesebi bilinince Mirza buyurdu: ‘Kardeşim Sultan Murad’ın nesebi bizim nesebimizden ağadır. Gökle Denizin arasında fark olduğu gibi.”

Yukarıdaki satırlar, Nihâl Atsız tarafından Farsçadan tercüme edilen, Behcetü’t-Tevârîh adlı eserden alınmıştır (Atsız 1949: 51). Eserin yazarı Şükrullah 2. Murad tarafından Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah’a elçi olarak gönderilmiş ve yukarıda anlattığı gibi Cihanşah kendisine Moğol yazısıyla yazılmış bir kitap göstererek Karakoyunluların ve Osmanlıların atalarının Oğuz Han’a dayandığını, bu sebeple akraba olduklarını söylemiştir. “Moğol yazısı ile” ifadesini, hiç şüphesiz “Uygur yazısı ile” şeklinde anlamak gerekir. Bilindiği gibi Moğollar da Uygur yazısını kullanıyorlardı. Atsız’ın düştüğü dipnotta da bu durum belirtilmiştir: “Şükrullah’ın Moğol yazısı dediği bu yazının, Uygur yazısı olduğu muhakkaktır. Moğol hâkimiyeti sırasında ve ondan sonra Uygur diline ve yazısına, Moğol dili ve yazısı demek âdet olmuştu.” (Atsız 1949: 66). 15. yüzyılda, Temürlülerin hüküm sürdüğü Herat ve Semerkant’ta, Uygur yazısı ata yadigârı kabul edilerek moda olmuş ve 1400’lerde Uygur yazısıyla Kutadgu Bilig, Atebetü’l-Hakayık gibi birçok kitap istinsah edilmiştir. İkinci Murad ve Fatih devrinde Uygur yazısı, Edirne ve İstanbul saraylarında da kullanılmıştır. Fatih’in de bir fermanı Uygur yazısıyla, Reşid Rahmeti Arat tarafından yayımlanmıştır. Fatih ve 2. Bayezid’in sarayında Uygur yazısını bilen Abdürrezzak Şeyhzada Bahşı meşhurdur. Şükrullah’ın kaydından anlaşıldığına göre Karakoyunlu sarayında da Uygur yazısını bilen Mevlânâ İsmail adlı bir tarihçi varmış.

Yukarıdaki kayıt, Karakoyunluların kendilerini Oğuz Han’a bağladıklarını göstermesi açısından önemlidir. Akkoyunlular da kendilerini Bayındır Han üzerinden Oğuz Han’a bağlamakta idiler. İlk Osmanlı tarihlerinin anlayışı da aynıdır. 1470-80 yıllarında yazılmış olan ünlü Âşıkpaşaoğlu tarihinde de Osmanlılar, Gök Alp üzerinden Oğuz’a bağlanır (Atsız 1949: 314).

“Osmanlı hanedanının Kayı boyundan olduğunu ilk defa söyleyen müellif, eserini II. Murad devrinde yazmış olan Yazıcı-Oğlu Ali’dir.” (Sümer 1992: 178). Târîh-i Âl-i Selçuk adlı eserinde Yazıcıoğlu Ali, Oğuz boylarının listesini de verir ve Kayı boyunu, Oğuz’un oğlu Gün Han’dan getirir (Sümer 1992: 171).

Konyalı İbrahim Hakkı tarafından, Arapçadan çevrilmiş bulunan Karamanlı Nişancı Mehmed Paşa’nın, 1480 tarihli Tevârîhü’s-Selâtîni’l-Osmâniyye adlı eserinde de Osmanlıların şeceresi yukarıya doğru Gök Alp – Sarkuk Alp – Kayık Alp – Oğuz Han şeklindedir (Atsız 1949: 366).

1482 tarihinde, Bayatlı Mahmud oğlu Hasan da hac ziyareti esnasında, Câm-ı Cem-Âyîn adlı bir eser yazmış ve o sırada hacda bulunan Sultan Cem’e armağan etmiştir. Bayatlı Hasan şöyle diyor (Kırzıoğlu Fahrettin tarafından sadeleştirilmiş biçimi ile): “Sonunda ‘söz sözü açar’ dedikleri gibi, ülke açan yüksek Osmanoğullarının soyu, Oğuz’un büyük oğlu Gün Han’a ve onun boylarından Kayı Han’a ulaştığı ve başkaca yüce silsilelerini, eldeki ‘Oğuznâme’den kısaltarak yazıp vermemi istediler. ‘Onların isteklerini yerine getirmek için’ bir haftada bitirilerek ‘Câm-ı Cem-Âyîn’ adı verilip iltifatlarına yakınlık kazanıldı.” (Atsız 1949: 379).

Yazık ki Bayatlı Hasan’ın elindeki tam Oğuznâme bugüne ulaşmamıştır. Onun Sultan Cem’e armağan ettiği, Câm-ı Cem-Âyîn, Oğuznâme’nin kısa bir özetidir. Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah’ın, 2. Murad’ın elçisi Şükrullah’a gösterdiği Uygur harfli eser de hiç şüphesiz bir Oğuznâme idi. O da elimizde yoktur.

1330 yılında Kahire’de, Dürerü’t-Ticân adıyla bir dünya tarihi yazan Ebûbekir bin Abdullah bin Aybek ed-Devâdârî ‘de de şu kayıt vardır: “Nasıl ki diğer Türklerde de Oğuznâme isimli bir kitap vardır. Bunu elden ele gezdirirler. İçinde başlangıçları ve ilk hükümdarları zikredilir ki o da Oğuz’dur.” (Ercilasun 2007: 550). Kitap Arapçadır ve Süleymaniye Kütüphanesi, Damad İbrahim Paşa Kt.da 913 numarada kayıtlıdır. Yukarıdaki bilgiler, yazmanın 202. sayfasındadır.

Oğuznâme Türkler arasında “elden ele gezdirilen” bir kitap imiş

Ebûbekir’in ifadesinden anlaşıldığına göre Oğuznâme Türkler arasında “elden ele gezdirilen” bir kitap imiş. Gerek Bayatlı Hasan’ın 1482’deki hac ibadeti esnasında Oğuznâme’yi yanında bulundurduğunu zikretmesi gerek Karakoyunlu Cihanşah’ın sarayında Uygur harfli bir Oğuznâme bulunması, Ebûbekir’in ifadesini doğrulamaktadır.

Oğuznâme’nin bugün için bilinen tama en yakın şekli, Reşideddin’in meşhur eseri Câmiü’t-Tevârîh’te bulunmaktadır. 1405 civarında yazılmış bu eserin “Târîh-i Oğuzân ve Türkân ve Hikâyet-i Cihangîrî-i U”[3] başlıklı bölümü Oğuznâme’dir. Ancak eser Farsçadır. Zeki Velidi Togan tarafından yapılan açıklamalı tercümesi, bu konunun en önemli çalışmalarından biridir (Togan 1972). Yine tama en yakın bir Oğuznâme de Ebulgazi Bahâdır Han’ın, 1660’ta Çağatay Türkçesiyle yazdığı Şecere-i Terâkime’dir. Eserin ilmî yayını, Kargı Ölmez tarafından yapılmıştır (Kargı Ölmez 1996). Tarihi bilinmeyen Kazan Oğuznâmesi’nin 18. yüzyılda kaleme alındığı tahmin edilebilir. Mükemmel bir tıpkıbasımı Ahmet Veli Menger Vakfı tarafından yayımlanan bu Oğuzname’yi, son yıllarda Necati Demir ile Özkan Aydoğdu yayımlamışlardır (Demir – Aydoğdu 2015).

Yukarıdaki bilgileri vermekteki amacım, Osmanlıların tarih anlayışını ortaya koymaktır. Osmanlıların tarih anlayışı çoğunlukla İslam tarihi ve Osmanoğulları hanedanı ile sınırlı olarak kabul edilir. Bu toptancı kabul doğru değildir. Görüldüğü gibi ilk Osmanlı tarihleri Osmanoğullarını hep Oğuz Han’a bağlamıştır. 16. asrın başlarına kadar süren bu anlayış, genellikle efsanevi / destani olarak nitelendirilirse de bugün artık bunları “sözlü tarih” olarak nitelendirme eğilimi yaygınlaşmaktadır. Efsanevi / destani tarih de dense sözlü tarih de dense bence bunun pek önemi yoktur. Çinliler, Koreliler gibi birçok millet, bugün dahi tarihlerini efsanevi dönemlerden başlatmaktadır ve ilk Osmanlı tarihlerindeki yaklaşım da bu açıdan doğru ve millî bir yaklaşımdır.

16. asırdan itibaren Osmanlı tarih anlayışı değişmiş ve tarihimizi Oğuz Han’a bağlama âdeti ortadan kalkmıştır. Yeni bir tarih anlayışı için Tanzimat Devri’ni beklememiz gerekecektir.

Türk aydınında ilk defa tarih anlayışını değiştirecek olan eser, Süleyman Hüsnü Paşa’nın Târîh-i Âlem’idir. 900 küsur sayfalık eser sadece İlk Çağ’ı ele alır. Hem Batı hem de Doğu kaynaklarından faydalanan Süleyman Hüsnü Paşa Hunlardan, Hun sonrası Türk ve Moğol devletlerinden uzun uzun bahseder. Ergenekon Destanını ve Oğuz Han’ın fetihlerini de Türklerin İlk Çağ tarihi olarak ele almıştır. Ziya Gökalp, Süleyman Hüsnü Paşa’nın eseri hakkında şunları söylüyor: “Avrupa tarihindeki Hunların, Çin tarihindeki Hiyong-nu’lar olduğunu ve bunların, Türklerin ilk dedeleri bulunduğunu ve Oğuz Han’ın Hiyong-nu devletinin kurucusu Mete olması lâzım geldiğini bize ilk defa öğreten Süleyman Paşa’dır.” (Ziya Gökalp 1970: 8). Eserin askerî mekteplere mahsus olarak hazırlanmış olması da ayrıca önemlidir.

1890’larda çıkan İkdam gazetesi, Türk dil ve tarih anlayışına yön veren sürekli yayınlarıyla, Meşrutiyet ve Cumhuriyet devri aydınları üzerinde çok etkili olmuştur. Necib Asım, Veled Çelebi ve Emrullah Efendi’nin araştırma ve yazıları, Ahmed Cevdet Bey’in İkdam gazetesini Türkiye’deki ilk Türkçü süreli yayın kabul etmemizi haklı çıkaracak yoğunluktadır. Köktürk anıtlarının 1889 yılında bulunması ve 1893 sonunda Thomsen tarafından yazının çözülmesiyle anıtların Türklere ait olduğunun anlaşılması, Türk tarih anlayışını değiştiren en önemli olgulardan biridir. Necib Asım daha 1894 yılında, İkdam’da yayımladığı uzun araştırmayla (Bilge Ercilasun 2013 Şubat: 394-408) Türk okuyucusunu Köktürklerle, anıtlarla ve orada kullanılan yazıyla tanıştırmıştır.

Necib Asım’ın 1316’da (1898-99) yayımlanan Türk Tarihi kitabı da fevkalade önemlidir. Yine Gökalp bu eser hakkında şunları söylüyor: “(Türkçülüğün) ikinci devrinde de Léon Cahun’ün, Asya Tarihine Giriş adlı kitabının büyük tesiri oldu. Necib Asım Bey, birçok ilâvelerle, bu kitabın Türklere ait olan kısmını Türkçeye aktarmıştı. Necib Asım Bey’in bu kitabı, her tarafta, Türkçülüğe ait temayüller uyandırdı.” (Ziya Gökalp 1970: 10).

Nihayet Gökalp’ın 1911 yılında, Genç Kalemler dergisinde yayımlanan Turan şiiri, yeni Türk tarih anlayışının geniş kitlelere yayılmasına yol açar. Şiirde Gökalp’ın, Türk tarihine bütüncü bir bakışla yöneldiği muhakkaktır. “Güzide, şanlı, necip ırkımın uzak ve yakın / Bütün zaferlerini kalbimin tanininde, / Nabızlarımda okur, anlar, eylerim tebcil.” (Ziya Gökalp 1941: 13) derken uzak tarihi de yakın tarihi de göz ardı etmediği açıkça görülür. Gerek bu şiirde gerek sonraki çalışmalarında -ihmal edildiğini düşündüğü için- uzak tarihe daha fazla yer vermesi ise son derece tabiidir. Şiirde Attila, Çengiz ve Oğuz Han’a özellikle ağırlık vermesi dikkati çekiyor.

İkinci Meşrutiyet devrinin hâkim fikri Türkçülüktür

İkinci Meşrutiyet devrinin hâkim fikri Türkçülüktür. Bunda devrin siyasi ve sosyal şartlarının rolü olduğu kadar Ziya Gökalp, Yusuf Akçura gibi birinci sınıf araştırıcı ve düşünürlerin de önemli rolü vardır. Dönemin neredeyse bütün aydınları, edip ve şairleri Türk Ocağı ve Türkçü dergiler etrafında toplanmıştı. Çanakkale’de binlerce Türk Ocaklı genç vatan topraklarına karışmıştı.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması, Türk ülkesini parça parça düşmana veriyor, Türk donanmasını tasfiye ediyor, Türk askerî gücünü sınırlandırıp ağır silahların kullanımını yasaklıyor, Marmara Bölgesi’ndeki askerî tesisleri ortadan kaldırıyordu. Mustafa Kemal’in önderliğinde Türk milleti ayağa kalktı, silaha sarıldı, destani bir mücadele verdi ve Türk vatanını düşman işgalinden kurtardı. Mustafa Kemal artık sadece bir askerî lider değil bir siyasi önder, bir kurucu ata idi. 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmış, 24 Temmuz 1923’teki Lozan Antlaşmasıyla devletimizin sınırları düşmana kabul ettirilmiş ve nihayet 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet kurulmuştur. 03 Mart 1924’te halifeliğin kaldırılması ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabul edilmesiyle de Cumhuriyet laik temeller üzerine oturtulmuştur.

İstiklâl Savaşı’nı yürüten komutanlar, Cumhuriyet’in kuruluşunu yaşayan aydınlar, büyük çoğunlukla, İkinci Meşrutiyet dönemine hâkim olan Türkçü hava içinde yetişmişlerdi. Mustafa Kemal de öyleydi. Bu sebeple Türkçülük fikrinin bir numaralı temsilcisi Ziya Gökalp, bugünkü Talim ve Terbiye Heyeti’nin o zamanki karşılığı olan Telif ve Tercüme Heyeti’nin başına getirilmiş; Türkçülüğün Esasları, Türk Töresi ve Türk Medeniyeti Tarihi kitapları o yıllarda (1923-1925) neşredilmişti. Gökalp’ın 1923’te yayımlanan bir çalışması daha vardı: Doğru Yol, Hâkimiyet-i Milliye ve Umdelerin Tasnif, Tahlil ve Tefsiri. Halk Fırkası’nın (Halk Partisi’nin) dokuz ilkeli programının ilan edilmesi üzerine Gökalp bu programı tahlil ve tefsir eden çalışmasını Ankara Matbuat ve İstihbarat Matbaası’nda bastırmıştır. Özellikle millî hâkimiyet ilkesi üzerinde duran bu inceleme, parti programı ile Gökalp’ın çalışmaları arasında fiilî bir bağ olduğunu düşündürmektedir (Ziya Gökalp 1976: 55- 69). Yeni kurulmuş Cumhuriyet’in esasları ve Türk medeniyeti üzerindeki çalışmalarının en yoğun döneminde Gökalp hastalanmış ve daha Cumhuriyet’in birinci yıldönümünü göremeden, 25 Ekim 1924 tarihinde vefat etmiştir.

Atatürk, devleti “milliyetçilik” esası üzerine kurmuştur. Daha sonra dokuzdan altıya inen CHP’nin bütün ilkeleri milliyetçilik içindir. Laiklik, bir yandan akılcılığı öne çıkarması, bir yandan çeşitli dinî grupları devlet katında eşitlemesi açısından milletin yükselmesi ve millî birliğin sağlanması yolunda en önemli ilkelerden biriydi. Cumhuriyetçilik zaten millî hâkimiyet fikrine dayanıyordu. Halkçılık, bir yandan halkın eğitilmesi ve seviyesinin yükseltilmesi, bir yandan devletin halk için çalışması demekti ki bunlar da milliyetçilik fikrinin esaslarındandı. Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları’nda işlediği aydınların halka gitmesi ve halk kültüründen faydalanması fikri halkçılıktan başka bir şey değildi. Devletçilik, hem milletin teşkilatlanmış biçimi olan devleti kutsal kabul eden bir düşünceye dayanmasıyla hem de devlet eliyle kalkınmayı sağlayan programıyla, elbette milliyetçiliğin de öngördüğü bir ilkeydi. Nihayet inkılapçılık, milletin yaşama tarzını çağdaşlaştırma, milleti kültür ve sanat bakımından yükseltme hedefleriyle milliyetçilik anlayışının bir parçasıydı. Muhafazakârlık, kalıplaşmış âdet ve biçimleri olduğu gibi muhafaza etmek anlamında alınmamalı, halk içinde yaşayan folklor ürünlerini çağdaş tekniklerle geliştirmek olarak anlaşılmalıydı. Bu da inkılapçılıkla olurdu. Ve elbette bu konuda da Batının teknik ve yöntemlerinden yararlanılacaktı.

Görüldüğü üzere milliyetçilik dışındaki beş ilke de aslında Türk milletini çağdaş bir toplum hâline getirip onu yükseltmek amacını taşıyordu. Milliyetçilik, onların tamamını kapsayan temel fikirdi. Esasen Atatürk bütün konuşmalarında hep Türk kelimesini kullanmış, bütün uygulamalarında hep Türk milletinin çıkarını ve yükselmesini düşünmüştür.

1931’de Türk Tarih Kurumu’nu, 1932’de Türk Dil Kurumu’nu kurdurması ve bu kurumlarla yakından ilgilenmesi Atatürk’ün milliyetçilik düşüncesinin sonucudur. Üstelik Türk Tarih Kurumu’nun başına, Meşrutiyet Devri Türkçülerinin hayatta olan en önemli ismi, Yusuf Akçura’yı getirmiştir. Atatürk’ün talimatıyla Yusuf Akçura, Reşit Galip, Samih Rifat, Afet (İnan), Sadri Maksudi gibi Türkçü ve Türk Ocaklı bilim ve kültür adamları tarafından hazırlanan ve 1931’de Maarif Vekâleti tarafından basılan Türk Tarihinin Ana Hatları, Türk tarihini bir bütün olarak ele alıyordu. 1931-32 ders yılından itibaren liselerde okutulmaya başlanan bu kitapta, bazı Türkçülerin itiraz ettiği noktalar da yok değildi. Söz gelişi Birinci Türk Tarih Kongresi’nde Zeki V. Togan, Orta Asya’da iç denizin kuruması ve bu sebeple Türklerin çeşitli yönlere göç ettiği görüşüne karşı çıkmıştır (1932: 369 vd.).

Genç edebiyat öğretmeni Atsız da sülalelerin ayrı ayrı devletlermiş gibi gösterilmesine itiraz etmiştir

Genç edebiyat öğretmeni Atsız da sülalelerin ayrı ayrı devletlermiş gibi gösterilmesine itiraz etmiştir. Nihâl Atsız itirazına şöyle başlıyor: “Millî tarihimizin anayurttan ve en eski zamanlardan başlattırılması icap ettiği hakkında bugün memleket münevverlerinin hemen hemen hepsi anlaşmıştır… Türk tarihinin Osmanlı tarihinden başlamadığını bugün herkes biliyorsa da henüz hiç kimse Osmanlı müverrihinin sülâlecilik zihniyetinden kurtulamamıştır.” (Atsız 1933: 4).

Atsız’ın belirttiği gibi artık Türk aydınları, millî tarihimizin Osmanlılarla başlamadığını biliyordu. Türk Tarihinin Ana Hatları adlı dört ciltlik ders kitabı da bu görüşle hazırlanmıştı. Eser, Asya, Avrupa ve Afrika’daki bütün medeniyetleri Türklerin yarattığı gibi, bugün artık kabul görmeyen görüşleri ihtiva ediyorsa da eserin ruhu tamamen millî idi. Yine 1931’de, hem de on binlerce basılan “Türk Tarihinin Ana Hatları – Methal Kısmı”nda Köktürk harfleri listesinin sonunda yer alan “Tanrı Türkü yaşatsın” cümlesi, bu millî ruhu açıkça göstermektedir (1931: 38).

Türk Dil Kurumu da millî düşüncelerle kurulmuştur. Kurulduğu tarihteki adıyla Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin tüzüğüne göre cemiyetin maksadı, “Türk dilinin öz güzelliğini meydana çıkarmak, onu dünya dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmektir.” Tüzük, Birinci Türk Dil Kurultayı’nda madde madde müzakere edilerek kabul edilmiştir (1933: 435-455).

Birinci Türk Dil Kurultayı’nın açış konuşmasını yapan, Türk Dil Kurumu’nun ilk başkanı Samih Rifat’ın şu sözleri, Kurum’a hâkim olan zihniyeti göstermesi açısından dikkat çekicidir: “… milliyet şuurunun insanlıkla muasır bir tarihten bugüne kadar her türlü tafsilâtiyle ihata edildiğini, biz Büyük Gazinin birer birer meydana çıkan yüksek teşebbüsleriyle öğrendik.” (Samih Rifat 1933: 3).

Kurduğu müesseseler ve uygulamalarıyla Atatürk’ün ideolojik anlamda bir Türk milliyetçisi olduğu muhakkaktır. Bu tespiti onun Söylev ve Demeçleri’nin ikinci cildinin 16. sayfasından alınmış şu sözlerine dayandırıyoruz:

“Milliyet mefkûre ve nazariyesini yani milliyetçiliği ortadan kaldıracak bir tatbikat bulunamamıştır. Çünkü tarih, vukuat, hadisat ve müşahedat hep insanlar ve milletler arasında milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir.” (Korkmaz 1995: 732).

Atatürk’ün yakınında bulunmuş, Atatürk tarafından Türk Dil Kurumu’nun dört kurucusundan biri olarak belirlenmiş büyük romancımız Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun şu tespiti de Atatürk’ün milliyetçiliği konusundaki en veciz ifadelerden biridir:

“Atatürk’ün çeşitli yönlerinden birini, diğerlerine bağlayarak bir sentezini yapmak istediğimiz vakit, bulabileceğimiz en hâkim vasfı Türkçülüğü ve milliyetçiliğidir. Millet, gene millet, daima millet, millî mücadele, millî kurtuluş savaşı, millî irade, millet egemenliği ve nihayet millî eğitim ve millî kültür davranışı… İşte Atatürk’ün dilinden hiç düşmeyen ve ölümünden beş yıl önce O’nu ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ diye sesi kısılırcasına haykırtan slogan hep bu.” (Karaosmanoğlu 1975: 100).

Türk millî birliğini inşa etmek, Türk millet ve devletini yükseltmek

Atatürk’ün bütün faaliyet ve sözlerinin hedefi, “Türk millî birliğini inşa etmek, Türk millet ve devletini yükseltmek”tir.

1924 Anayasasının 88. maddesi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tamamını “Türk” kabul eder ve böylece millî birliği “Türk” adı ile inşa etmeyi hedef alır. Madde aynen şöyledir:

“Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur.”

Burada “Türk” adının hukuki ve siyasi tanımı yapılmıştır. Bu tanım, tarihî ve sosyolojik manadaki Türk kavramını tabii ki ortadan kaldırmaz. Atatürk’ün, tarihî ve sosyolojik anlamdaki Türk kavramıyla ne kadar çok meşgul olduğunu biliyoruz. Ancak o, anayasada ırkî, kültürel (biyolojik ve sosyolojik) anlamdaki Türk yerine “vatandaşlık itibariyle” Türk’ü esas almış ve böylece bölücü, ayrılıkçı düşünce ve hareketlerin önüne geçmek istemiştir. Elbette buna uygun bir millî eğitim ve kültür programı da uygulayarak bütün vatandaşları “Türk” adı altında birleştirmeyi düşünmüştür. Nitekim Atatürk’ün eğitim ve kültür programı başarıya ulaşmış ve soyu sopu ne olursa olsun bütün vatandaşlarımız kendilerini Türk kabul etmiştir. Hatta insanlarımız kendilerini Türk kabul etmekle de kalmamış, Türk olmakla iftihar etmişlerdir. 1980’lere kadar bazı kıpırdanışlar olmuşsa da Türk kamuoyunun çoğunluğunda Türklük konusunda bir tereddüt meydana gelmemiştir.

Laiklik ilkesi 1937’de anayasaya girmekle birlikte fiilî olarak 03 Mart 1924’te yürürlüğe girmiştir. Bu tarihte halifelik kaldırılmış ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilmişti. Bu, laiklik için atılan en önemli adımdı. Bunu 30 Kasım 1925’te tekke ve zaviyeleri kapatan, tarikatları yasaklayan kanun takip etti. Kanun bir yandan dinde ve millet arasında tefrika çıkmasını önleyecek, bir yandan da insanların iradelerini şeyhlere, mürşitlere teslim etmesini değil kendi iradelerini kullanmalarını sağlayarak akılcılığı ön plana çıkaracaktı. 17 Şubat 1926’da kabul edilen Medenî Kanun başta olmak üzere sonraki yıllarda kabul edilen hiçbir kanun da dinî esaslara oturtulmayarak laiklik fiilen uygulanmıştır. Devleti din kurallarına göre yönetmek demek olan teokrasi (=şeriatçılık) laikliğin zıddıdır. Bazı dinî grup ve cemaatlerin laiklik dışı tutum ve düşüncelerine rağmen bu konuda da 1980’lere kadar geniş kamuoyuna yayılan hareketler olmamıştır.

Ancak gerek “Türk” kavramı gerek laiklik konusunda, Atatürk’ten sonra işin çok sıkı tutulmadığı anlaşılıyor. Türkiye’nin imarı, ekonomik kalkınması hükümetlerin ana politikaları olarak kabul edilirken eğitim ve kültür politikaları ihmal edilmiştir. Atatürk devrinde, özellikle ilk ve orta öğretimde verilen tarih, dil ve edebiyat bilgi ve şuuru gittikçe okullardan uzaklaşmıştır. Fuzuli’yi, Nedim’i, Namık Kemal’i, Tevfik Fikret’i öğrenen, şiirlerini okuyup anlayarak yetişen nesilleri, kendi edebiyatlarından habersiz nesiller izlemiştir. Tarih konusunda da durum bundan farklı değildir.

Köyden şehre göç

Ekonomik kalkınma ve karayolları ağı köyleri şehirlere bağlamış; köylerimiz büyük şehirlere boşalmış; şehirlerimizin etrafı, gecekondu ve varoş denilen düzensiz, şekilsiz mahallelerle doldurulmuştur. 1940 sonlarından beri hükümetler, bu düzensiz yapılanmaya karşı hiçbir tedbir almadığı gibi âdeta teşvik etmiştir. Âdeta “Saldım çayıra, Mevlâm kayıra” diye düşünen hükümetlerin yerleşme ve iskân politikalarında vurdumduymaz davranmaları, bugünkü pek çok sıkıntının sebebidir. Hâlbuki hükümet etmek demek, bütün bunları kendi hâline bırakmak demek değil, yönlendirmek ve düzene sokmak demektir.

Şekilsiz yapılanmadan daha da önemli olarak, köyden şehre göç diye adlandırabileceğimiz sosyolojik olgu karşısında hükümetlerin, hiçbir kültür ve eğitim politikası da olmamıştır. Oysa tam tersine bu olgu karşısında nasıl tedbirler alınacağı, millî birliği pekiştirecek kültür ve eğitimin nasıl verileceği konusunda ciddi düşünceler ve planlamalar olması gerekirdi. Hükümetlerin belki de en önemli işi bu olmalıydı. Fakat maalesef hükümetlerin böyle bir derdi bile olmamıştır.

Gecekondu ve varoş olgusu, bir yandan estetikten uzak ve şekilsiz evler, sokaklar ve caddelerle kendini gösterirken bir yandan da şekilsiz, kültürsüz ve kaba insan varlığıyla kendini göstermiştir. Bunların ne kadar büyük sıkıntılara yol açtığını hep birlikte görüyoruz.

O hâlde işe eğitim ve kültürden başlamak gerekir. Ne dindar ne kindar nesil. Liseyi bitirinceye kadar her çocuğumuz tarihini, dilini, edebiyatını ve kültürünü ana çizgileriyle öğrenmelidir. Böylece her lise mezunu “yüksek Türk kültürü”nü öğrenmiş ve edinmiş olmalıdır. Bu yüksek ve ortak kültür, her lise mezununun kendini “Türk” hissetmesini sağlar. Tevhid-i Tedrisat’ın amacı da bu idi. Özel okullarda da aynı müfredatın uygulanması sıkı bir şekilde izlenmelidir.

İlk ve orta öğretimin ikinci amacı, rasyonel düşünebilen çağdaş nesiller yetiştirmek olmalıdır. Bunun için felsefe dersleri liselerde mutlaka zorunlu olarak okutulmalıdır. Aslında zorunlu dersleri çeşitlendirmeye gerek yoktur. Türk Dili ve Edebiyatı, Tarih, Coğrafya, Felsefe, Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji. Bunların dışındaki bütün dersler seçimlik olmalıdır. Öğrenci merakına, yeteneğine ve devam etmek istediği yükseköğrenime göre seçimlik dersler arasından seçim yapmalıdır.

İmam-Hatip Liseleri, diğer meslek liseleri gibi, meslek mensubu ve din adamı yetiştirmeye yönelik olmalıdır. Elbette onlar da aynı “yüksek ve ortak Türk kültürü”nü edinmeli ve içlerinden en iyileri, başka dinleri de bilen din bilginleri olarak yetiştirilmelidir. İmam-Hatip Liseleri ve Diyanet İşleri’ne bağlı Kur’an kursları dışında hiçbir dinî grup, cemaat ve tarikatın dinî eğitim vermesine müsaade edilmemelidir.

Bütün Türkiye halkının, 5-10 büyük şehirde toplanması sonucunu doğuran vurdumduymaz yerleşme siyasetinden vazgeçilmelidir. Anadolu ve Trakya’nın her tarafında köyler birleştirilip modern ve estetik görünümlü şehirler hâline getirilmeli; ekonomik, turistik, kültürel cazibe merkezleriyle insanlar buralara yönlendirilmelidir. Yönlendirmeler sırasında, etnik veya dinî ayrılık potansiyeli gösteren grupların bir araya gelmemesine dikkat edilmelidir. Suriye’den gelen mülteciler de ilk fırsatta, gerekli politikalar uygulanarak ülkelerine gönderilmeli, kesinlikle vatandaş yapılmamalıdır.

Yüksek Türk kültürü ve zaferleriyle, yenilgileriyle büyük tarihimiz hepimizde yeniden millî bir gurur uyandırabilir. Yeter ki devletin eğitim ve kültür politikaları buna göre ayarlansın. Atatürk devrinde olduğu gibi insanlar göğüslerini kabartarak “Ne mutlu Türk’üm diyene!” uranını (sloganını) haykırabilmelidir. Ancak millî gurur ve heyecan için “geçmiş” yeterli değildir. Yönetimler, gençlere ve bütün vatandaşlara büyük bir geleceğin heyecanını da vermelidir. Bunun için bilimde, kültürde, sanatta, sporda dünya çapında üstün başarılar elde etmenin yol ve imkânları açılmalıdır. Alanlarında yetenekli çocuklar küçük yaşlardan tespit edilerek özel olarak eğitilmelidir. Geçmişe ait sanatlarımızla yetinemeyiz. Bir yandan onları en iyi şekilde öğrenir ve sergilerken bir yandan da bütün sanat formlarını, yeni teknik ve yöntemlerle geliştirmeye çalışmalıyız. Söz gelişi, davul ve zurnayı dedelerimizden öğrendiğimiz gibi çalmaya devam etmek milliyetçilik veya muhafazakârlık değildir. Sahne sanatlarının, sinemanın, dijital ortamların alabildiğine geliştiği, izlenemez bir hızla değiştiği bir çağda salonlarda davul zurna çalmanın manası yoktur. Davulu, zurnayı ve diğer çalgılarımızı yukarıda sayılan ortamlara uyarlamanın çarelerini aramalıyız.

Yeni Türk nesilleri yüksek Türk kültürüne sahip fakat kendilerini yenileyen ve çağdaşlığı hedefleyen insanlar olmalıdır. Atatürk devrinde olduğu gibi. Millî birliğin yeniden inşası için başka çıkar yol yoktur.

 

KAYNAKLAR

Atsız (1949), Osmanlı Tarihleri I, Türkiye Yayınevi, İstanbul.

Atsız (1933), “Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar”, Orhun, sayı: 1, İstanbul.

Birinci Türk Dili Kurultayı – Tezler – Müzakere Zabıtları (1933), Maarif Vekâleti, İstanbul.

Birinci Türk Tarih Kongresi – Konferanslar – Münakaşalar  (1932), Maarif Vekâleti, İstanbul.

Demir, Necati – Aydoğdu, Özkan (2015), Oğuzname [Kazan Nüshası] – İnceleme-Metin-Dizin-Tıpkıbasım, Kesit Yayınları, İstanbul.

Ercilasun, Ahmet B. (2007), Makaleler – Dil – Destan – Tarih – Edebiyat (Hazırlayan: Ekrem Arıkoğlu), Akçağ Yayınları, Ankara.

Ercilasun, Bilge (Şubat 2013), “Orhun Abideleri Hakkında Türkiye’deki İlk Bilgiler”, Edebiyat Tarihi ve Tenkit, Dergâh Yayınları, İstanbul.

Ferik Süleyman Hüsnü (1327), Târîh-i Âlem, Mekteb-i Harbiye Matbaası, İstanbul.

Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (1975), “Atatürk ve Atatürkçülük”, Atatürk Devrimleri I. Milletlerarası Simpozyumu Bildirileri.

Kargı Ölmez, Zuhal (1996), Ebulgazi Bahadır Han – Şecere-i Terâkime (Türkmenlerin Soykütüğü), Simurg, Ankara.

Korkmaz, Zeynep (1995), Türk Dili Üzerine Araştırmalar, Birinci Cilt, Türk Dil Kurumu, Ankara.

Sümer, Faruk (1992), Oğuzlar (Türkmenler) – Tarihleri – Boy Teşkilatı – Destanları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul.

Togan, A. Zeki Velidî (1972), Oğuz Destanı – Reşideddin Oğuznâmesi, Tercüme ve Tahlil, İstanbul.

Türk Tarihinin Ana Hatları – Methal Kısmı (1931), Maarif Vekâleti, İstanbul.

Ziya Gökalp (1941), Kızıl Elma, İkbal Kitabevi, İstanbul.

Ziya Gökalp (1970), Türkçülüğün Esasları (Hazırlayan: Mehmet Kaplan), Devlet Kitapları, İstanbul.

Ziya Gökalp (1976), Yeni Hayat – Doğru Yol (Hazırlayan: Müjgân Cunbur), Kültür Bakanlığı, Ankara.

[1] Görevi.

[2] Elçinin mihmandarı.

[3] Oğuzların ve Türklerin Tarihi ve O’nun (Oğuz Han’ın) Cihangirliğinin Hikâyesi.

İlk yayın yeri. https://millidusunce.com/misak/milli-birligi-yeniden-insa/

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum