Özenle, düşüne taşına, ölçe biçe, gözete tarta seçilmiş belli ki yazı karakteri. Hem klasik olması istenmiş hem genç ve diri çağrışımlı modernliği olsun istenmiş. İyi eğitilmiş bir tabur askerin uygun adım yürüyüşünü andıran harflerin hareketli uyumunda gizli bir maksat var; göze de hoş gelmek. Marka yaratmak kolay mı? ‘Mevlana Dönercisi’ açmaya benzer mi? Vaktiyle Osmanlı’nın son padişahlarından birinin adını taşıyan, uzun süre muhasebeciden gümrükçüye, kaçakçıdan hayal tüccarına değin her meslek ve meşrepten insana sığınak olan büyük yapı sonra otele çevrilmiş; etrafı anlı şanlı markalar, gözlükçüler, eczaneler, börekçilerle doluvermişti. Halil İnalcık, uzun uzadıya Osmanlı Devleti’nin kurucusu ‘Osman’ Bey’in isminin Balkanlar ve Batı’da ‘Otman’ diye bilinmesinden bahseder. Şimdilerde de Osman bir başına pek tercih edilir isim sayılmaz. Yeter ki Osmanlı Tulumbacısı, Osmanlı Turşucusuna bürünmesin. Fakat Osman’ı, Osmanlıyla bağdaştırıp ‘Ottoman’ yaptığınızda değmeyin keyfine. İşte böyle bir el çabukluğu, kaş oyunu, alın kırışıyla o bina da ‘Ottoman’ olup çıkıvermişti. İyi de bir şey bir başına bağlantısız ve çağrışımsız kalabilir mi şu pandemi geçirmiş kutlu yeryüzünde? Tüccarlar kültürün şalını parayla, imajla örmeden durabilirler mi?
İstanbul’un nicedir şu veya bu köşesinde, fesli yelekli kahve pişirip dondurma külahı döndüren adamların ötesinde ‘cafe’ler zincirinden geçilmiyor. Aromasından rengine, oturma düzeninden servis şekline göre nice nice cafe, kahve, kahva, kahvahana alıp başını gidiyor. Burnu halkalı Acrikalılar, derisi yanık Güney Amerikalılar bir köle filikasından kaçmışçasına bize bakıyorlar. Fiyatlar desen gösteriş yarışında. Bir de Güney Amerika ile kendisini ayrıştırmaya çalışan, Amerika orijinli türlü türlü cafe-shopların yanına Evropa, yani Avrupa gıdılı, Paris, Londra, Viyana çağrışımlı, elitist fakat sonuçta mantığı aynı mekanlar boy gösteriyor. Bunlardan birisi de Nemçe’nin yeni ismini taşıyor. Hani, pek gururlu, hiç acelesiz, zaferinden mutlak emin, Osmanlının semirmiş yanaklısı Merzifonlu Karamustafa Paşa, Viyana Kuşatması sırasında esip gürlemiş ‘Kullarıma onların hepsini tepelettiririm’ demişti ya! Yine kayıtlara bakılırsa pek çok asker yanında Kırım Hanı’nı da azarlayıp kırmıştı ya! Sonra da olanlar olmuş, köprüler tutulmamış, bozgun nefiri İsrafil’in elinden Ezazil’in pençesine düşmüştü ya…
Hani yine döne döne anlatırlar, Kahlenberg Kalesi’ne çıkanlara özellikle bazı şeyleri gösterdikten sonra, Viyana’da kök salmış anlı şanlı kahvelerin geçmişinde ‘Viyana Bozgunu’nun yattığı söylenir ya. Bozgun panikle birlikte yandım Allah nidasını, tasını tarağını toplayanın arkasına bakmadan kaçışını doğurmuştu ya! Sonra da Avusturyalılar o gönül yakan, aşkla şiiri tavalayıp kavuran, burna açıklık, kalbe feraset, zihne açıklık getiren canım kahve çuvallarının üstüne kuruluvermişlerdi ya! Osmanlı’nın çökmüş çadırında nice çuval dünya nimeti bulunmuştu ya! Viyana asıl şimdi kendisine gelmişti ya!
Şimdi, adına ister Ottoman Bulding, İster Ottoman AVM, İster Big Ottoman Towers denilsin işte onların en nadide köşelerinde, bıyıklı, çok paralı, pek Türk, hep kahraman girişimciler, dizaynırlar, reklamcılar, sosyal medya uzmanları, gazeteci dostlar, giyinip yaşamayı bilen, puro başı keser gibi biftek doğrayan kentlilerle, şakşaklar içinde Viyana’dan ilhamlı kahveler açıp dururlar. İstanbul dururken Viyana’nın şöhretine olta atıp beklerler. Bardakları kar beyazı. Kaşıkları Danimarka tasarımlı, makinaları şiirsel, masaları pek konseptlidir. Dışarıdan size çok özenli bakar. Her bir ayrıntı varlığınızın üstüne tutulmuş ontolojik bir ışık gibidir. Garsonları önlüksüz dolaşmaz. Masada çöp, artık bırakılmaz. Elinizi uzatsanız beyaz bir eldiven titizliği hissedersiniz. Sonuçta sattığı kahvedir. Yanında kek ve türlü tatlılar da servis edilir. Ne var bunda canım? A güzel insanım ne var bunda?
Kahvenin İstanbul’a girişi pek uğurlu sayılmayıp şu veya bu sebeple kovalanıp sopalansa da sonuçta bir Türk içkisi olmaktan kurtulamaz. Tiryakilik kelimesi çaydan öte onun hakkıdır. Geçmişe doğru nasıl salınıp saçaklandığını, hangi dimağda ne türden otağ kurduğunu bilmesek bile seçkin bir halk içkisi olmak herkese nasip olmaz. ‘Bir fincan kahvenin kırk yıllık hatrı’ hangi dilin şafağında vardır? Benim gibi onca türü tatmış, o sokaktan bu köşeye sapmış, Meksika’dan Kore’ye değin yol tepmiş biri için şehirler kahve kokusudur da sonuçta sade kahvenin aşkının üstüne köpük damlatmam. Adına konsept dedikleri ülkünün sloganlarına pabuç bırakmam. Soğuk suyla yavaş yavaş, karıştıra karıştıra hazırlanmış bir sabah kahvesinin ötesinde saadet tanımam.
Ottoman lakaplı buildinglerin önüne kurulmuş Viyana lakaplı ve onunla benzeş şakımalara düşmanlık edecek değilim. Yeter ki bir şekilde adları soykırıma, insan yakımına bulaşmasınlar. Fakat Viyana çadırlarında kahve çuvalları bırakarak geri çekilen bir halkın çocuklarının kendi adlarına dünyaya yayılmış birkaç kahve- kahvehane zinciri çıkaramamış, İstanbul ismini bir markaya dönüştürememiş olmalarıyla hâlâ devam eden bozgun ruhu arasında bağ kurmam boşuna mı?
FACEBOOK YORUMLAR