Naci YENGİN

Naci YENGİN

Genel Yayın Yönetmeni
[email protected]

SESİMİN SESİ...Haşmet Babaoğlu İle

28 Nisan 2010 - 16:16

 
      SESİMİN SESİ

Naci YENGİN
[email protected]
“İzmir’in kavakları/dökülür yaprakları…” türküsü dilimde Alsancak’tan Çankaya’ya doğru ilerliyorum.
    Bazen kendiliğinde dökülür türküler dudağıma, hafif bir meltem havasına kaptırır ve beni alır götürür sahil boyunca martıların kanatlarına.
    Amacım  “The Pacific” dizisiyle dünyanın gündemine boca edilen ve sözüm ona “İzmir’in Türkler tarafından yakıldığı” yerleri adımlamak.
    Palmiyelere sığınıyorum adımlarımın peşinden giderken. Şehir üzerime doğru geldikçe kendime yer açacak, soluklanacağım cümleler arıyorum.
Bazen adımlarımı sıklaştırıyor, bazen de ağır aksak uykulu gözlerle yürüyorum. Ancak devasa binaların ortasında sıkışmış küçük ancak sıcak tarihi binaların çekiciliği yürüyüşümü yavaşlatmama,  bitirmeme engel oluyor. Bilakis adımlarımı yere kavi basıyor. Uykum açılıyor. Gelen geçenlerin ve üstelik yıllardır tanıdığım dost seslerini duymasam ve belki de onları incitmiş de olsam gözlüklerimin arkasına sığınıp yürümeye devam ediyorum!
  Çankaya’da sahaflara uğramak niyetiyle yönümü o tarafa çeviriyorum.  Aklımda yarın ki yazımda sizlere anlatacağım hikâyem. İzmir Yeni Asır Gazetesinin önünde “Merhaba!” hitabıyla irkiliyorum. Kaçıncı kez söylendiğinin ayrımında değilim.
     Zihnim uyanıyor.
Göz kapaklarımı açmakta zorlansam da “Merhaba”yla cevap veriyorum ancak sesimi duyduğundan emin değilim!
Kendimin dahi duymadığım sesimi duymuş olmalı ki  “Merhaba!”nın sahibi konuşmaya devam ediyor.
Bir yerlerden hatırlıyor gibiyim.
Ya da sanki kırk yıllık dost gibiyiz.
Elimi sıkışı, konuşmasındaki samimiyet sonra fotoğraf çektirmemiz…
Evet, evet mutlaka tanışıyoruz. Hatta kendimi biraz zorlayarak hatırlamaya çalışıyorum. Elimi sıkan, canlı, sıcak cümlelerin sahibini nereden hatırlıyorum? 
Ancak nafile. Çıkaramıyorum! Sorsalar belki dolaştığım yerleri anlatacak takatim yok. O yüzden gözlüğün arkasından baktığım dünyaya saklanarak karşılıyorum İzmir’in sokaklarını.
    İstem dışı dolaşıyorum, bilinçaltıma sığınıp ayaklarımın uzunluğundan medet umarak yürüyorum.
   Aklımı, gözlerimi gizleyerek yorgun zihnin peşinden giderken dostların “merhaba”larına verecek cevabım hazır değil!
    Cebimdeki kelimeleri, sahilde meltemin anavatanına ödünç verip oradan yeni sözcükler, cümleler almak ve tekrar sahile dönene kadar martı seslerini duyumsayarak ödünç aldığım hazineden yararlanmak niyetindeyim.
   —Nasılsın?”
   —Teşekkür ederim.” Sesim cılız, sesim yapmacık.
   —Meltem dolu yazılarınız devam edin lütfen!”
   -“Teşekkür ederim.” Evet, evet bu ses… Tanıyorum bu sesi. Ancak müşahhas değil. Ete kemiğe bürünüp bir bedene sığınmış bu ses yoksa ben miyim?
   -“Çok yorgunum. Kusura bakmayın!”
   -“Önemi yok. Ben de öyleyim.”
    Bu sesin kendi sesim olmadığını iddia edemem. Zira o ne derse, nereye götürürse aynısını yapıyorum!  Ya da ben, ben değilim.
    Yoksa yıllardır tanıdığım birisi olabilir mi?
Unutkanlığın bu kadarına pes doğrusu!
     Hayır,  hayır mutlaka tanıyorum bu sesi. Bana göre boyu kısa ve saçları gümrah belki ama tavırları, konuşması,  benimle nasıl konuşacağını bilmesi!
 Şaşılacak şey!
    Sesimin sesi mi acaba diye geçiriyorum tokalaşıp ayrıldıktan nice sonra. Genelde yapmadığım bir şey yapıyor dönüp arkama bakıyorum!
    Ancak yok!
    Nereye gitti, hangi sokağa girdi?
Gerisin geri limana dönüyorum.
Sesim bana yetmiyor.
Yeni sesler, renkler ve cümleler derlemeliyim. Gözlüğü çıkarıp gözlerimi Ege’nin türkülerinden gelen ahengin, ılık, çiseleyen yağmur damlalarıyla ıslatıyor ve sesimi aramaya devam ediyorum!
    “Dilimde aynı türkü “ İzmir’in kavakları dökülür yaprakları…”
Haşmet Babaoğlu ile İzmirde yaptığım sohbetten sonra yazılmış bir yazıdır...