Naci YENGİN

Naci YENGİN

Genel Yayın Yönetmeni
[email protected]

ÖLÜMÜN SESSİZ TANIKLARI: SATIRLAR

05 Aralık 2011 - 23:02

            ÖLÜMÜN SESSİZ TANIKLARI: SATIRLAR

            Yazılmayan cümlelerin peşinde koştuğum günlerim çok oldu.

            Yazmadan ve yaşamadan yanan, kül olan zamanlarımın peşinden gitmek beyhudeydi! Ancak çoğu zaman yazamadığım cümlelerimi geri getirebilmek hevesiyle boşuna dolanıp durdum…

            Elime kalem ve kâğıt alıp şöyle kuytu, hatta biraz da karanlık sayılabilecek sakin yerler çok aradım. İnsanların çok olduğu ancak ruhların kaybolduğu bir ortamda bana yer yoktu… Yazmaya, düşünmeye ve konuşmaya mecalim kalmıyordu… Yazamadım… Çilelerimle beraber yaşamam emredilmiş ve sanki parmaklarıma prangalar vurulmuşçasına yaşadım durdum günler… Aylar ve yıllarca…

Aylar ve yıllarca yaşadığım yalnızlığın tanıkları satırlarım kaybolup gitti!

            Hala daha öyle sayılırım… Yalnızlık bilmecesini çözebilmiş değilim!

Sabahın kör karanlık saatlerini tercih etmemin nedeni de bu değil mi? Ortalık sakin, insanlar uykunun kollarındayken zihnim ayakta kaldı her zaman. Bu durumu fırsata çevirip her türlü engellemeye rağmen ben de nefes almak, hayata yeniden tutunabilmek adına yazmayı; parmaklarımla yeniden buluşmayı ve onlarla barışmayı denedim yıllarca… Denemeye de devam ediyorum.

            Ancak işimin bir hayli zor olduğunu da biliyorum… Kısılmış, kuşatılmış bir hayatın tam ortasında nefes almak dahi zorken parmaklarımın özgür kalmasının ne anlamı olabilir ki…

            Güzelliklerden, yazmayı planladığım konulardan bahsetmememin beni benden alıp satırlara götüremeyeceğini bile bile nasıl yazabilirim?

Satırlar ruhsuz, öksüz ve yalnız kalacaklarsa yazmamın bir anlamı olabilir mi?

            Yazmaktan vazgeçenler belki bu yüzden bırakmışlardır kalemlerini satırlarla buluşturmayı? Belki de ruhun ölümünü yaşamışlardır ayın en rüzgârlı bir İstanbul gününde! Ya da kış öncesi soğuğun buz kestiği iklimlerden geçmeye çalışırlarken zorlanmışlar ve unutturulmuşlardır…

            Böyle bir şey olsa gerek yazmadan yaşamanın çılgınlığı. Böyle bir şey olsa gerek yaşayamamak!

Evet, artık inandım ki yazmadan yaşamak diye bir kavramı olamaz bazılarının. Olmamalı da. Yoksa yaşamamak belki daha doğru bir tercih olsa gerek!

            Daha ziyade Rusya’da olduğunu ve Rus edebiyatçılarının yazamamaktansa ölme yolunu tercih ettiklerini yıllar önce Alev Alatlı anlatmıştı bir mecliste… Tabi zor ancak yerinde bir karardı onlar için! Zira yaşayacaklarını ve hatta ölümsüzleşeceklerinin de farkındaydılar… Öyle de oldu. Hala yaşıyorlar… Yazsalardı ve yazdıkları onları öldürseydi bu kadar etkileri olmazdı dünya edebiyatında.

            Yazmak yazdığınız satırların esiri olarak yaşamak öldürür bazen yazarlarını!

            Evet, bazen yazdığınız satırlar sizin sonunuz da olabiliyor.

Bir deneme, makale, şiir, ya da yayımladığınız bir eser sizin sonunuzu da getirebiliyor…

Kendi satırlarınızla sonunuzun gelemsi mi yoksa bile isteye sonunu kendinizin tayin etmesi mi?

İki tercih arasında kalan yazarın sonsuzluluğa kanat çırpacak olması benim haleti ruhiye mi yansıtıyor olmalarından kaynaklanıyor olabilir diye düşünürüm çoğu zaman.

Yazamadan yaşamanın anlamsız gelmesinin nedeni bu olsa gerek bazı insanlar için.

Ya yazacak ve yaşayacak ya da sonsuzluğun kanatlarında ölümü tercih edecek!

Sözümüzü Yahya Kemal’in mısralarıyla bitirelim:

Fani ömür biter, bir uzun sonbahar olur./

Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, tarümar olur./

Mevsim boyunca kendini hissettirir veda;/

Artık bu dağdağayla uğuldar deniz ve dağ./

Teşrinlerin bu hüznü geçer ta iliklere./

Anlar ki yolcu, yol görünür serviliklere./

Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya./

Ruh öyle yollanır uyanılmaz bir uykuya,/

Duymaz bu anda taş gibi kalbinde bir sızı;/

Fark etmez anne toprak ölüm maceramızı.