Naci YENGİN

Naci YENGİN

Genel Yayın Yönetmeni
[email protected]

KARAKOǒUN ÖLÜMÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

13 Haziran 2012 - 13:55 - Güncelleme: 06 Haziran 2021 - 17:25

KARAKOÇ’UN ÖLÜMÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

                Lise yıllarımda tanımadığım, üniversite yıllarımda isminden geçemediğim, mesleki hayatımda kitapları, satırları ve dörtlüklerinden bestelenen türküleriyle görklendiğim Abdurrahim Karakoç’un aramızdan ayrılması üzücü!

                Üniversitenin o gergin koridorlarında “Vur Emri”, “Suları Islatamadım”, “Kan Yazısı”, “Beşinci Mevsim”, “Dosta Doğru”…kitaplarından aldığımız ruhla göğsümüz ileride cümlelerimiz sert, bakışlarımız keskin ve kararlı dolaşırdık. Bazen de hergele meydanında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin koridorlarını çınlatır, avazlarımızın peşi sıra adımlarımızı takip ederdik kurşuni gri makinaların gölgesinden kaçabilmek için.

                Sonra yıllar birbirini kovaladı. Hayat aktı ve yazılarını uzaktan uzağa okumaya devam ettik. Ancak bazen en yakın çevremizden bile çekindiğimiz düşünceleri Abdurrahim Karakoç’un dile getirdiğini görüp içten içe gurur duyduk. Duygularımızı yüksek sesle dillendiremeyecek kadar kendimize çekildiğimiz dönemleri yaşamaya başlamıştık! Devrimiz geçiyor muydu ne?

                “Mihriban” türküsünü her duyduğumuzda onu minnetle anar kulaklarını çınlatırdık uzaktan uzağa…

                En çok “İsyanlı Sükût” şiirini sevdim Abdurrahim Karakoç Ustanın.

                Belki yalnızlık, belki köylü mahcup ve çekingen olmanın verdiği duygu; belki de duygularımızın tercümanı olması… Her nedenle olursa olsun en çok “İsyanlı Sükut” şiirini sevdim Onun.

“Gitmişti makama arzuhal için
Beyy dedi yutkundu eğdi başını
Bir azar yedi ki oldu o biçim
Şeyy dedi yutkundu eğdi başını”

“Yürüdü kör topal çıktı şehirden
Ağzına küfürler doldu zehirden
Salladı dilini vazgeçti birden
Oyy dedi yutkundu eğdi başını.”

                Karakoçlardan üç kişiyi tanıdım, sevdim… Üçü de şairdi. Üçü de yürek devletinin insanlarıydı. Üçü de bu toprağın sesiydi.

                Abdurrahim Karakoç, Sezai Karakoç ve Bahattin Karakoç. Üçü de buğday kokan şiirlerle seslendi. Horasan Erenlerini, Anadolu’yu, Yunus’u, Mevlana’yı bu güne taşıdı.

                Sonra, epey zaman sonra türkülerle her eve girmeye ve tüm âşıklara “Mihriban” diye seslenmeye başladık Abdurrahim Karakoç’un dizeleriyle!

“'Yâr' deyince, kalem elden düşüyor 
Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor 
Lâmbamda titreyen alev üşüyor 
Aşk, kâğıda yazılmıyor Mihriban.”

… 

“Tabiplerde ilâç yoktur yarama 
Aşk deyince ötesini arama 
Her nesnenin bir bitimi var ama 
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban.”

            Her ölüm erken ölümdür. Bu gerçeği bilen her insan gibi sevdiğimiz insanların aramızdan ayrılması üzer bizleri. Ancak ölümün her ne kadar modern ve dayatılan hayatta yüzü soğuk gösterilse de Necip Fazıl’ın ifadesiyle: “Ölüm güzel şey budur perde arkasından haber/Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber!” geçeği bizleri ölümün sıcaklığını, hayatın bir parçası ve sonsuzluğun başlangıcı olduğunu fısıldar.

            Adurrahim Karakoç’un 7 Haziran 2012’de Rahmete kavuştuğunu duyduğumda üzüntümü paylaştığım ilk kişi 7 yaşındaki oğlum Oğuz Kağan oldu!

            Oğuz Kağan’ın “ Çok üzüldün mü baba.” sorusuna vereceğim çok cevabım vardı. Vardı ama benim yapmam gereken şey Karakoç gibileri geleceğe taşımak adına Oğuz Kağan’ın şahsında çocuk ve gençlere Karakoç sevgisini aşılamak olmalıydı. Yoksa Karakoç düşünceli insanlar gerçekten öleceklerdi!

            Yapılması gereken de bu olsa gerektir!

            Ben de öyle yaptım!

NACİ YENGİN

www.tarihistan.org