Naci YENGİN

Naci YENGİN

Genel Yayın Yönetmeni
[email protected]

GENÇLİĞİMİN ŞEHRİ

17 Kasım 2012 - 21:27

 

GENÇLİĞİMİN ŞEHRİ

NACİ YENGİN

www.tarihistan.org
        

          İlk gençlik yıllarımın, heveslerimin, kör dövüşlerimin, kara talihlerimin, ak tülbentlerimin, sarı ve siyah saçlılarımın dalgalı seyahatlere çıktığı yıllarda şehirle geçen onca yakın ve onca sarmaş dolaş olduğumuz yıllar adına sana sesleniyorum ey Bursa’nın kardeşi şehzadelerin payitahtı Şehzade Şehir!

         Kaldırımlarına gül, lale, fesleğen ektiğim Ulu Park’ın, Sultan Park ve Dumanlı Dağ’ının eteklerinde uzun yıllar eğleştiğim Lale Şehir!
         Al al olmuş yanaklarına düşen taze gülücüklerinin peşinden Hıdrellez Bayramlarında Gediz Ovasından Ağlayan Kaya’ya kadar yarıştığımız, Ağlayan Kaya’dan Mevlevihane’ye ulaşmak için dudaklarımızda bilindik ıslık türküleri, nereye gittiğimizin ayrımına varamayacak yaşta gençlerdik o yıllar.
         Sultan Parkını şöyle bir kolaçan edip Sultan caminin iç avlusunda sabahın ilk ışıklarını beklediğimiz çağların gençleriydik!
         Merkez Efendi ve Hafsa Sultan’ın parkın içindeki heykellerinin gölgesinde gözlerimizde sabahın mahmurluğu ve çipiller, koltuk altlarımızda defter, kitap ve T cetvelleriyle dolaşır; belki de bir simitçinin “sıcak, sıcak” nidalarına aldanır ceplerimizdeki son elli kuruşu da simitçiye kaptırırdık kahvaltı niyetine simitlerimizi yerken.
         Ne bir çay ne de bir sıcak çorbanın hesabını yapmadığımız çağlardı.
         Gençlik çağlarına geri dönme sevdalısıydı sokaklar. Şehzadelerini sırtında taşıyan caddeler, mesire yerleri…
         Bizimle birlikte dolaşır, bizimle birlikte nefes alırdı şehir adeta. Biz ne kadar genç idiysek o da öyleydi. Bağrına bastığı bizleri bırakmıyor ve bizler şehrin orta yerinde onunla bütünleşiyorduk.
         Ayaklarımızın bizi bilemediğimiz yerlere götürmesine aldırmayan ve buna göz yuman haytalardık. Havai, delişmen çağların gönüllüleri…
         İsmail, Ceyhan, Feyyaz ve ben… haytalar.  Dolaşmadık yer bırakmazdık şehrin orta yerinden kenar semtlerine kadar. Pusulasını denize düşürmüş gemiler gibiydik. Ceplerimiz boşaldığında kalakalırdık şehrin orta yerinde, Kır Kahvesinde, Karaköy’de, Çaybası, Alaybey, Malta, Yeni Camii, Ulu Camii… Kalakalırdık gönüllerin on dördünde…Busenin hülyasında kalakalırdık!
         Akşam neredeysek, orada sabahlardık çoğu zaman.
         Ceplerimiz boş, yüreklerimiz kor olurdu çoğun ve Arif Nihat Asya’ca dile gelirdik gönüllerimiz kabardığında:
         “Bahtın bahtım, yazın yazımdır, Manisa!
         Neş’en neşem, sızın sızımdır, Manisa
         Hacet dedeler, Süt dedeler oldu dedem,
         Artık, Yedi Kızların kızımdır, Manisa…”
         Sonra çınar ağaçlarına nişan yapıp nerde tarihe yaslanmış bir çınar varsa adımlarımız bizi oraya çeker ve onlarla birlikte yaşardık şehri.
         Çınar için şairler ne der ne söyler? Ya Manisa çınarları için ne derler?
         “Bir çınar gördük; enli, boylu vakur
         Bir ağaç; hiç eğilmemiş, mağrur
         Koca bir gövde; belki altı asır,
         Belki ondan da fazla, dalgın, ağır
         Kaygısız bir ömür sürüp gelmiş,
         Öyle serpilmiş, öyle yükselmiş
         Ki, civarında kubbeler, damlar
         Onu haşyetle seyreder gibidir.”  / Tevfik Fikret
        
         Ceplerimizin boş, hülyalarımızın arzu dolu olduğu yıllardı o yıllar.
         Hocalarımızı gördüğümüzde başlarımız öne eğik ve utangaç adımlarla yollarımızı değiştirir, ellerimiz ceplerden yana düşmüş saygı makamında onların nasihatlerini dinler, ancak onlardan ayrıldığımızda ise yine aynı ruhların insanı olurduk. Delişmen, hayta, havai…
         Sultan Yaylasında Şehzade Mehmet’in atının nal izlerini takip eder, Dumanlı Dağ’ın haşmetli bakışlarına ortak olurduk şehri tepeden bakarken. Mesir şenliklerini izlemek için çıktığımız dağın en zirvelerinden laleler toplar, olmayan sevdalarımıza getirirdik!
         Sultan Camiinden atılan mesirleri kapmak aşkıyla bir o yana bir bu yana sallanan insan selinin arasına karışıp bunun keyfini çıkardığımız gençlik çağımızın şehri Manisa!
         Şehir adına bazen şiirlerin kalbine dokunup telefonların tellerinden uçurtmalar uçurduğumuz Çaybaşı’ndan yola çıkıp bilmem kaçıncı yürek sızıları arsında tutturduğumuz türkülerin nağmeleri arasında dolaşırdık.
         Şehzadeleri gölgeleyen Dumanlı Dağ’ın gök dalları arasında gönüllerimiz kuşların kanatlarına binmiş sevdalı yüreklerimizle Saruhan Bey’in 1300’lerden bu güne gönderdiği nefesleri derlediğimiz şehirdi bu şehir.
         O, Saruhan Bey ki bir Regaip Kandili gecesi Saruhan İlini alabilmek amacıyla keçilerin boynuzlarına taktığı mumlarla ordusunun ne kadar azametli olduğu psikolojisini Bizans’a kabul ettirmiş ve şehri almıştı. O gün bu gündür Regaip kandillerinde bu şehirde sabahlara kadar kandiller yakılır ve insanlar birbirlerine kandil simidi ve kandil hediye ederler. Manisa’nın alınışının, İslam oluşunun, Türk yurdu, Oğuz toprağı oluşunun hatırası yaşatılıyor yüzyıllardır.

            Yine hayta ve delişmen ruhlarımızla dolaşabilsek şehzadelerin gölgelerinde…ve yine adımlasak kaldırımları, kimsenin uğramadığı cadde ve sokakları…

            Heyhat adımladığımız sokak ve cadde isimlerinden eser yok…Şimdi 2012’nin 20 Kasım’ı…