Naci YENGİN

Naci YENGİN

Genel Yayın Yönetmeni
[email protected]

AZERBAYCANDAN MANİSA'YA UZANAN YOLCU:SAFTER BAKÜLÜ

10 Aralık 2010 - 11:49

 

          AZERBAYCAN'DAN MANİSA’YA UZANAN YOLCU:

SAFTER BAKÜLÜ VE ŞEHZADELİK RUHU

 

         Geçen Cuma akşamı Manisa’nın güzide insanlarından Safter Bakülünün konuk olacağını ve hatıralarını anlatacağını duyunca soluğu Karaköy’de Türk Ocaklarında aldım.

Ancak böyle bir insan anlatabilirdi Sovyet zulmü.

Alman mezalimi.

 II. Dünya Savaşının gerçek yüzü böyle anlatılabilirdi!

Öyle bir Bakülüydü ki konferansa gelmeyen, gelemeyenlerin neler kaybettiğini anlatmak için kelimeler kifayetsiz kalır!

“İnsan varlık bahçesinin gülüdür.

         Bu gülün kokusu güzel ahlak, rengi de irfandır.”

         XVI. yüzyıl şairlerinden Behişti’ye ait yukarıdaki satırlar döküldü bir an dilimden.

         Hâlbuki bu satırları hatırlatacak bir ortam da yoktu.

Ancak Safter Bakülüyü tanıdıkça içimde büyüyen cümleler Behiştinin satırlarıyla kendini bulmuştu!

         Başka türlü anlatamazdım onu.

Varlık bahçesine bahşedilen güzel insanlar vardır çevrenizde.

Ancak çoğu zaman onların farkına varamazsınız. Aslında onlar da kendilerinin frakında değillerdir zahir!

Farkına varmanız bir hayli zaman alır belki bazen de artık çok geç olmuştur farkına varmanız.

Olmuş ve olanların ardından ah vah edersiniz!

Hatta bazen de yıllar yılı ararsınız böyle insanları!

         Bu şehre geleli yıllar olmasına rağmen onunla yeni tanışıyor olmak ayrı bir ayıp ve daha da önemlisi büyük bir kayıptı benim için!

Ancak bu akşam ve bundan sonraki günlerde eksikliğimi, ayıbımı ortadan kaldırma ve onu tanıma adına bütün fırsatları değerlendireceğim!

         Beş yıldır bu şehirde olmak ve onun gibi birisini tanıyamamak!

         Çarşıda sokakta görseniz sıradan bir insan ve maşallah yaşlı ancak diri birisi diyerek ilginizi çekebilir belki ancak onun dünyası ve özellikle onun insan yönünün farklı olduğunu bir nefes soluklandıktan sonra; onunla iki laf ettikten sonra anlayabilirsiniz onun kim olduğunu!

         1Ocak 1920 Bakü doğumlu birisinden bahsediyorsam cümlelerimin az bile kalacağını söylemeliyim.

         Bakü.

         Azerbaycan’ın incisi.

         Ancak Rus ordusunun işgaliyle bizim için bir anda başka bir dünya ve ötekiler oluveren bir başka diyardır artık Azerbaycan!

         Yüzyıllarca birlikte yaşayan insanlar… karındaş ve ırkdaşlar… birbirlerinden koparılmış sınırdaş olmuş canlar!

Biz bu tarafta  İngiliz, Fransız, Yunan, Ermen, Pontus…ve yerli işbirlikçilerle uğraşırken öte yanda Azerbaycanlı karındaşlarımızın beklediği “Laleler Türküsü”nün orduları Bakü’yü, Gence’yi kurtaramamış!

         Osmanlı Turan Ordusunun Bakü ve Gence’ye kadar varmasına ve üstelik Rus zulmünden Can Azerbaycan’ı kurtarmaya ramak kalmışken geri çekilmesi… savaş sona ermiş ve ordu Bakü’den, Türkistan’dan çekilmiştir!

Arkasında yüz binlerin, milyonların gözyaşlarını bırakarak çekilen Turan Ordusunun Lale başlı erlerinin boynu büküktür. Türküler yakılır üzerine ancak geri gelmez artık can Azerbaycan’a!

“Hani bizleri kurtarmaya gelmiştiniz? Nereye gidiyorsunuz?”

“Bizleri Rus eline, Ermeni zulmünün kollarına bırakmayın” diyen anaların, çocukların, ihtiyarların kırılan ümitlerini bırakarak geri çekilen Turan Ordusu!

Safter Bakülü ile 3 Aralık 2010’da Şehzade Şehrinde Karaköy’de Osmanlıdan kalma bir mekânın manevi atmosferi içindeyiz.

Manisa Türk Ocağının yıllardır düzenlemiş ve davet etmiş olduğu en seçkin konuklarından birisiydi O.

Soğuk beton duvarlar arasında Bakü kadar dik duruşu ile kurşun gibi cümlelerini bir bir namlunun ucuna sürüyor ve konukları üzerine boşaltıyordu. Tak tak tak!

Cümlelerin haykırış şeklinde salonu çınlatması doksan yıllık bir hayatın sonunda namluya sürülen cümleler değildi.

Cümleler bir yandan Rus zulmüne öte yandan esir düştüğü Alman baskılarına uzanıyordu.

Bir yandan da geri çekilirken Türkistan’ı Ruslara bırakan Turan Ordusunu anlatıyordu kurşun sesleri!

Safter Bakülü anlatıyor biz ağlıyoruz!  

O anlatıyor biz ona bakamayan suçlu birer küçük çocuk oluyoruz. Yüz kişilik koro ile kimimiz ağlıyor kimimizin içinden bin bir düşünce ve belki de Sovyet, Alman ve bilmem hangi ülkeye kaşı küfürler geçiyor ve kurşun niyetine o sözleri savuruyoruz!

Anlatılan ve yaşanmış gerçekleri duymak istemeyen insan olmamak için bir an oradan uzaklaşıp Dumanlı Dağ’a çıkmak geliyor içimden.

Haykırışlarımı dağlara taşlara anlatmak o dönemde neden bir şeyler yapılamadığını sorgulamak…

Azebaycan’dan Türkistan’a kadar uzanan toprakları neden yad ellere bıraktığımızı haykırmak geçiyor içimden!

Yapamıyorum. Suçlu bir çocuk ve savaştan yenik çıkmış bir Osmanlı neferi var ruhumda!

Yapamıyorum.

Yerimde çakılı kalıyor elim ayağımdan kan çekiliyor ve kalakalıyorum taş duvarların ortasında!

Kime ne anlatacağım ki?

Bu şehir beni, Bakülü’yü anlar mı?

Anlatılan ve Safter Bakülünün anlattıkları karşısında bizim anlatacak neyimiz var ki?

Neyimiz olabilir ki ona sunacak özür beyanı babında?

Akşamın karanlığında aydınlık duru düşüncelerin sahibi, bir an genç dinamik ve atılgan bir Osmanlı Alpereni oluyor bizler ise yaşlı, yorgun bozgun yemiş birer er…

Bu gecenin kısa ve öz cümlesi bu.

Bu şehrin yaşanır hale gelmesinde en önemli nedenlerinden birisi de Safter Bakülü gibi insanların bulunması olsa gerek.

Türk Ocağı sohbetlerinin de en önemli fonksiyonu böyle güzel insanlarla insanları buluşturmasıdır bence.

1920’den 1940’a, 1940’lardan bu günlere kadar yaşanan olaylar ve Safter Bakülünün yaşadığı gerçekler bir çırpıda anlatılabilir mi?

Bunun mümkün olmadığını onu tanıyanlar bileceklerdir!

Bakü’nün bir köyünde dünyaya gelen Bakülünün çocukluğuna dair hatıraları arasında hiç unutamadığı olaylardan birisi de babasının Ruslar tarafından askere götürülüp yıllarca geri dönmemesidir. Bu öyle bir ayrılıktır ki Sovyet askerleri gelir ve hiçbir açıklama yapmadan alıp gider babasını ve hiç kimse nereye götürüldüğünü bilemez götürülen insanların!

Babasının geri dönüşünü atlarından tanıdığını söylüyor Bakülü. Çünkü diyor; “Babamın simasını hatırlamıyorum. Daha çok küçüktüm. Ancak atımızı hatırlayabildim. Babam geri döndüğünde beni kucağına alıp atın üzerine çıkardı. Ancak ben bizim atın üzerindeki insana bakıyordum. Meğerse babamla arkadaşı atları değiştirmişler! Gerçek babam bizim atın üzerindeki değil beni atının üzerine alıp seven insanmış!”

“Bununla yetinmeyen Sovyet zulümlerinden birisi de canları istediği an gelip evlerimiz talan etmekti! Bir seferinde babam evde yoktu. Yine Sovyet görevlileri geldi ve zorla bizim eve girdiler. Sandıkları talan ettiler. Ancak açamadılar sandıkları. Bunun üzerine atlara yükleyip götürmek istediler. Ancak babam kimden duyduysa yetişip bu sandıkları vermeyeceklerini söyleyerek onlara karşı çıktı. Bunun üzerine babamı dışarı çıkardılar. Anam bizleri içeri çekti. Avluda babamla Sovyet görevlilerin yüksek sesle konuşmalarını duyuyoruz. Babamı zorla götürmek istediler ancak babam ellerini kenetleyerek onlara karşı direndi. Diğer taraftan olayı gören köylülerden genç birisi gelip babamı kurtardı. Ancak daha sonra babama yardım eden köylüyü alıp götürdüler.

Genç iri yarı bir insandı. Ancak ondan bir daha haber alamadık. Duyduk ki Sovyet yönetimi isyan ettiği gerekçesiyle onu kuşuna dizerek öldürmüş!

Babamı kurtarma pahasına hayatından olan o insanın yiğitliği ve babama yardım edişi hiçbir zaman gözlerimin önünden gitmez!

Bir de babamın ellerini çözmek amacıyla tüfeğin dipçiği ile babamın ellerini eze eze kırmalarını hiç unutamam!”

Safter Bakülü Türkistan ve Azerbaycan Türklerinden İkinci Dünya Savaşında Almanlara karşı zorla askere götürülen insanlardan sadece birisi!

21 Aralık 1941 zorla askere alınıyorlar. 8 Ağustos 1945’te Almanlara esir düşünceye kadar yaşadıkları, savaş sırasında çektiği sıkıntılar askerliğin zor ve savaşın soğuk yüzünün birer yansıması belki. Ancak asıl yaşanan ve hayatı çekilmezleştiren Almanlara esir düşmesinden sonra esir kamplarında kendilerine uygulanan zulümler!

Yaşanan hayat mıdır hatıralarımız yoksa hatıralarımız mıdır bizi yaşatan değerler?

Bunun ayrımına varan insanlardan olmak için 90 yaşına erişmek mi gereklidir?

Gerçek olan bir şey vardır ki vatanları adına hürriyet uğruna beraberce verilen bağımsızlık mücadelesi ve Türkistan’ın Kurtuluşu Mücadelesi mağlubiyetle sonuçlanmış ve Osmanlı Anadolu sınırlarına geri çekilmiştir!

Safter Bakülü Azerbaycan Türkleri adına konuşuyor gibi görünse de genelde tüm Türkistan’ı ilgilendiren canlı bir tanıktır aslında!

Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan(Buhara), Tataristan, Çuvaşistan, Tacikistan…ve daha nice Türkistan coğrafyasının; Ata Yurdun kurtuluşu uğruna Anadolu’dan yükselen Osmanlı Turan düşüncesinin Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla yarım kalması!...  

Bir nefes hıçkırık oluyor Şehzade Şehir.

Ve ruhlarımıza esen soğuk bir rüzgar esiyor sonra.

Yüreğimize, boğazımızın hartasına düğümlenen birer yumruk oluyor ve nefes almakta zorlanıyoruz… sonra, sonra hayat duruyor, Türkistan ağlıyor parçalanmışlıklar devam ediyor!

Şehzade Mehmet olsaydı diyorum… acaba daha farklı olur muydu Turan Ordusunun başında Türkistan’a yürüyen kişi. Durum değişir miydi?

Şehzade Mehmet’in okuduğu  Sinan Bey Medresesinin önünde yanan ışıklar şimdilerde fersiz…

O olsaydı diyorum… durum değişir miydi?  

Şimdi sesiz çığlıklarımız ses verir miydi?

Dile gelir miydi tarih?

Dile gelir miydi hayat…çağırır mıydı oralara bizi de?... 

Layık görür müydü kendisine, Türkistan eri olma lütfünde bulunur muydu?

İngiliz Sovyet ittifakıyla ikiye bölünen Türkistan coğrafyasına Kanuniden sonra en çok değer veren II. Abdülhamit ve Enver Paşa’dır kuşkusuz.

Osmanlıdan sonra Rusya’nın eline geçen Türkistan’da Türklük, Müslümanlık en büyük suçlardan sayılmaktadır!

Hâlbuki ezilen halkların kurtuluşu sloganıyla iktidara gelen Lenin ve Stalin gibi liderlerin ilk hedefi çarlık Rusya’sında olduğu gibi öncelikle Türkler olmuştur! Müslümanlık olmuştur!

Türkler arsında İlminski Modeli uygulanmış ve Türk dili üzerinde yapılan çalışmalarla Türkler arsında önce Lehçe ve daha sonra da dil farklılıkları yaratılarak ayrı milletler oluşturulmaya çalışılmıştır.

Bu çalışma içerisinde ekonomik, askeri ve siyasi bölünme beraberinde gelmiş ve 1990’lara kadar Türkistan bir yandan Ruslar öte yandan İngilizler tarafından lime lime edilerek bölünmüştür. 

Bağımsız tek Türk cumhuriyeti olan Türkiye ise üzerine düşen görevi layıkıyla yapamamıştır!

Varlık sebebini “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” gibi merkeziyetçi, tepeden inmeci bir dayatmaya dayandırarak küçültülmüş bir devlet modelini benimseyen yeni Cumhuriyet ideolojisi tek bir ulus yaratma modelini benimseyerek belki de farkında olmadan Rusya’nın ekmeğine yağ sürmüş görünmektedir!

Bu gerçeklik tartışılmaya açılmalı ve üzerinde kafa yorulmalıdır zira daha sonraki yıllarda Türkiye Cumhuriyeti Türk dünyasından uzaklaşılmış ya da uzaklaştırılmış görünmektedir.

Sovyet Rusya’nın çökmesi sonucu ortaya çıkan bir gerçek vardır ki bilinçli olarak Türkistan diye bir coğrafyanın ortadan kaldırılmasıdır!  

Bu durum yeni kurulan ve her birisi Türkistan’ın birer parçası olan ancak bağımsızlıklarını kazanarak birbirlerinden ayrılan Türk devletlerinin varlığı ile somutluk kazanmıştır.

Ancak yapılacak ve yapılması gereken şey Türkistan coğrafyası ile ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkileri arttırmak ve yeniden Türkistan coğrafyasını hatırlamak gerekir. Komu oyunu ve dünyayı bu coğrafyanın ortak değerlerini hatırlatmak bu doğrultuda çalışmalar yapmaktan geçmektedir.

Can kulağımız Safter Bakülü’de.

İkinci Dünya Savaşında Rus askeri olarak Almanlara karşı ön cephelere sürülüp ölüme gönderilen Türklerden bahsediyor!

Anlatmıyor yaşıyor o günleri adeta.

Bir yandan da şehrin ışıkları cılızlaşıyor…ön saflarda savaşan askerler arasında Safter Bakülü’de bulunuyor. Silah sesleri, kurşun izleri birer birer yıldız halesi oluşturup düşüyor kalplerine ön saflardaki Türklerin…

”Bir tek diyor ben…ölmeyi çok istedim. Ancak Allah öldürmeyince öldürmüyor. İşkenceler dayanılmazlaştığında ölmeyi murat edersiniz. Ancak ölmezsiniz.

Ölemezsiniz!...

Çok istedim ölmeyi, ancak ölmedim. Direnişim, hayata karşı, zulme karşı duruşum hep sürdü.”

Burkulan, burulan kalplere su serpercesine bazen coşuyor ve doksan yaşından beklenmeyecek terütaze bir delikanlı edasıyla kükreyip geleceğe bakıyor. Bakmamızı sağlıyor…geleceğe, tarihe yön verecek bir hayatı ortaya koyuyor.

Türkistan’ın susan dili, kuruyan ırmağı, yağmayan yağmuru…yeniden canlanıyor!

Rüzgar sertliğini bir kat daha arttırıyor.

Tanrı Dağlarından Ağrı’ya kadar...

Dumanlı Dağ’dan; Şehzade Şehrinden aldığı hayatı Ege’nin rüzgârıyla birleştirip tüm Türk dünyasına götürüyor.

Arallık ayının üçüncü gününde ilklerimize kadar işleyen soğuğu hissetmek bir yana dursun kalın duvarlarla çevrilmiş bu tarihi binada kan ter içinde kalıyoruz.

Karların içimizdeki yangını söndürmesi mümkün değil.

Sağa sola savrulan bedenler, kara karışan bedenlerle birlikte haykıran gözü yaşlı anaların ağıtlarına karışan kurşuni gri mermilerin kulakları tırmalayan sesleri…

Her şey birer mizansen, hayat bir oyun ve bizler hayatın sert esen rüzgârının önünde bir yandan öte yana savrulan oyuncularızdır!

Esaret günlerinde sulu yemekleri eteğine koyan ya da şapkalarına alarak yemeye çalışan insanları hikâyesini dinliyoruz Safter Bakülü’den.

Yaşanan hayatın sancılı hatıraları ile tarihi Karaköy Hamamında taş binadan yükselen çığlıkların Bakü’ye, Almanya’ya kadar ulaşması mümkünse ulaşmıştır mutlaka.

Mutlaka ulaşmıştır kalplerin titreyen sesi.

Satırlarca, saatlerce süren konuşmaların bitmesi mi yoksa bitecek diye üzüntüye gark olacak insanları sancıları mı daha önemlidir?

Anladım hürriyetin anlamını bu gece.

Anladım Milli Mücadele uğruna çekilen sıkıntıların şifresini.

Anladım anlaşılması gereken son cümlenin anlamını!

Anladım Musul’un nasıl kaybedildiğini, anladım Kerkük için yeterince çaba sarf edilmediğini; Türkistan, Kafkaslar, Balkanlar, Afrika ve tüm insanlık adına yüzyıllarca çile çeken Alperenlerin çilelerini…

Bizlerin ise Allah’a verdiğimiz sözleri yeterince yerine getirmediğimizi… anladım!     

Anladım at nallarının bir musiki gibi, bir kurtuluş, bir ümit edasıyla yolunun gözlendiği  günlerin ve insanların ruh dünyasını..ve uğruna “Laleler” türküsünün nasıl ve neden yakıldığını…anladım!

Anladım…

Sırrına erer miyim diye yıllarca çaba harcadığım insanlığın nihayet bu gün sırrına erdim…

Sırrına erdim Türkistan için verilen mücadelenin ne anlama geldiğini!...

Sırların sırrına erdim Türkistan Piri Hoca Ahmet Yesevi yolunun…

Rusya, Almanya, İsveç, İtalya ve Türkiye…

Safter Bakülü’nün yolculuğu bu rotayı takip ederek Manisa’da noktalanmış.

Sene 1948…

Manisa tren istasyonunda kalakalmış. “Yalnız ve kimsesiz…sanki Türk

dünyasında değildik. Bize kimse sahip çıkmadı diyor!” biraz da içi burkulan insanların ruh dünyasına bürünerek!

         “Bir el arabası verdiler, üzerimize zimmetlediler devlet malıdır diye. 150 kuruşluk devlet maaşıyla kalakaldık tek başımıza.

         Bir ara da Manisa başgardiyan muhafızlığı da yaptım. Horozköy’de fidanlık görevlisi  olarak görev yaptım.

         O zamanlar Ali Rıza adında bir vali vardı. Sağ olsun bize sahip çıktı. Bayındırlık Müdürlüğünde. Sonra da YSE Müdürlüğünde muhasebe memuru olarak çalıştım.”

        

         “Beni etkileyen en önemli olay elbette Anamdan ayrılışımın 27 senesinde; tamı tamamına 27 sene 7 ay 3 gün sonra Bakü’ye gidip Anamın ellerini öpmek oldu!”

         “19 Ağustos 1969’da Bakü’de Anamın evindeydim. Bu benim için anlatılmaz bir şeydir.”

         Gözyaşlarının dili olsa da dile gelse!

91 yaşında birisinin ağladığına şahit olmak iç burkucu, yüreklerimiz dağlayan bir duygudur ve tarifi de imkânsızdır.

         “Anamın bir ahtı varmış ben ayrılırken. Kapının önünde eski bir sandalyede iki büklüm olmuş birisinin yolunu gözler gibi bir hali vardı! ‘Oğlum geri döndüğünde ve dünya gözüyle onu tekrar görürsem ayaklarından öpeceğim.’ Beni görünce anladım ayaklarıma sarılacak ancak izin vermedim ben onun ellerine sarıldım. Ağladım, ağlaştık…”

         “Azerbaycan’da çocuğunu kaybeden ve geri dönmeyen oğulları için bana gelenler, ağlayan, ağlaşan insanlar oğulları yerine bana sarılıyordu!”

         Ben onların gözünde tüm Azerbaycan’ı temsil eden bir kahramandım! Hâlbuki kendimi öyle görmüyordum. Keşke bu gözyaşlarına şahit olacağıma oralarda binlerce kez ölseydim diye geçiriyordum içimden. Ancak öldürmeyen Allah öldürmüyor işte.

Bakınız karşınızdayım ve maalesef hala yaşıyorum!

Ne yaparsınız. Allahın verdiği canı ondan izinsiz kimse alamıyormuş buna inandım iman ettim…”

Anladım “İnsan varlık bahçesinin gülüdür.

         Bu gülün kokusu güzel ahlak, rengi de irfandır.” Cümlesinin sırrını.

         Anladım anlaşılması gereken sözlerin ruhlara işlemesi için sözlerin sahibinin sözlerince yaşaması gerektiğini!