Mahmut Haldun SÖNMEZER

Mahmut Haldun SÖNMEZER

[email protected]

Suriye Coğrafya mı Vatan mı?

10 Eylül 2018 - 16:42

İkinci Dünya Savaşı yıllarında İngiliz Başbakanı Churchill, vatanları Alman işgaline uğramış Fransız halkına kimlik dağıtarak İngiliz vatandaşı olmayı teklîf eder. Teklîf, millî vicdânda kabûl görmez. İngiliz tâbiiyyeti altında yaşamayı onuruna yediremeyen Fransız ulusal kimliği bunu reddeder. Çünkü Ortaçağ’dan beri büyük devlet olma vasfını kaybetmemiş Fransa’nın arkasında en az bin yıllık bir târih vardır. Ve tabiatiyle yine o târihin potasında şekillenen canlı ve dipdiri bir Fransız ulusal kimliği.

Köklü bir târih şuûrundan beslenerek millet olma gerçeğini idrâk etmiş hiçbir insan topluluğu, kendisine yapılan böyle bir teklîfe sıcak bakmaz. Avrupa’daki diğer komşularına, özellikle de Alman ve İtalyanlara göre hayli erken bir zamanda birliklerini tamamlayarak ulus olma şuûruna ermiş Fransızlar da târihlerinin en zor safhasında bile her haysiyyetli milletin yapacağını yapmış ve teklîfi ellerinin tersiyle bir kenara itmişlerdir.

Suriyeli muhâcir kitlenin can havliyle ülkemize akın ettiği günden bu yana sık sık duyduğumuz yaygın bir söz var: “Ülkemiz işgal edilmiş olsa bizler vatanımızı terk etmez, kanımızın son damlasına kadar savaşırız. Niçin Suriyeliler vatanlarını terk ederek ülkemiz topraklarına sığınıyorlar?” Tabîî söylenenler bununla sınırlı değil. Ayrıca; “Yetişkinleri ayırın, verin ellerine birer silâh, hepsini cepheye gönderin.” de deniyor. Ve daha bir sürü şey…

Bu sözler; Suriye’yi bilmemek, Suriyeli denilen insan varlığını tanımamaktan kaynaklanıyor büyük ölçüde. Meseleyi doğru zeminde tartışarak üzerinde spekülasyon yapılan insan varlığını yakından tanımak zorundayız öncelikle.

Bir defa şu çok iyi bilinmelidir ki Ortadoğu’nun bugünkü sınırları bütünüyle sunidir. Birinci Dünya Harbi sonrasında Batılı istihbârât servisleri tarafından tamamıyla kendi menfâat ve bölüşüm hesâbları ve aralarındaki politik angajmanlara göre çizilmiş yapay siyâsî ünitelerdir bu devletçiklerin her biri. Boşuna demiyoruz devletçik diye. Çünkü onların hiçbiri devlet değildir gerçek anlamda. Demokrasinin semtlerine uğramadığı, halkların irâde ve temâyüllerinin yönetime yansımadığı, her birinin üzerinde bir diktatörün bağdaş kurduğu kabile konfederasyonlarıdır onlar. Daha doğrusu, Batılı güçlerin nüfûz bölgeleridir. Sınırları târihi-sosyolojik realiteler üzerine oturmaz. Ve tabiatiyle o sınırlar içerisinde hayât süren insanların, vatandaşı oldukları devletlerle aralarında bir gönüllü beraberlik ve bizimkine benzer bir yakınlık ve âidiyyet ilişkisi de yoktur. Bu yüzden bağlılık duygusu ve mensûbiyyet hissi de hayli zayıftır. Yani bizim Türklüğümüz gibi değildir; Suriyeli, Iraklı ya da Ürdünlü olmak.

Hâlbuki Anadolu insanı aynı devlet geleneğine yaslanan ve birbirini târihî seyir içinde takîb eden üç devletin vatandaşı olmuş; o itibârla da bir kimlik krizi içine düşmemiş, âidiyyet sıkıntısı yaşamamıştır.

Modern zamanlarda Ortadoğu’da kurulmuş, daha doğrusu kurdurulmuş suni devletçiklerin vatandaşları ise bir devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olsalar da çoğunluğu gerçek anlamda bir millet oluşturmaz kendi arasında. Ne Suriye ne Irak ne Ürdün ne de Lübnan adıyla bir devlet olmuştur târihin herhangi bir döneminde. Bunlar yirminci yüzyılda ortaya çıkan nevzuhûr siyâsî yapılardır. Hattâ Mısır, Suriye gibi ülkelerde adında Türk ibâresi bulunan devletler bile var olmuştur târih boyunca. Mezopotamya’nın bu çilekeş halklarının hiçbiri, kendilerini geçmişte yaşamış bir milletin devamı olarak görmezler. Zîrâ bir asır evveline kadar hepsi Osmanlı pasaportuyla yolculuk eden insanların yaşadığı bir coğrafyadır burası.

Bundan beş yüz yıl evvel bugün yaşadıkları ülkede yaşayan bir Fransız ulusu vardır. Ama bundan yüz yıl önce bile Suriyeli etiketine sahip bir insan topluluğu yoktur. Sadece üzerinde yaşadıkları coğrafyaya nispetlerinden dolayı Suriyeli denir bu insanlara. İster Müslüman ister Hıristiyan olsun, farklı etnik kökenlere sahip olan hepsinin ortak özelliğidir bu. Yani Suriyelilik, bir milliyyete mensûbiyyetin adı değildir kesinlikle.

Anadolu insanı ile Suriyeli denilen kitle arasındaki en bâriz fark şudur: Orta Asya’dan Küçük Asya’ya gelen Türkler, ayak bastıkları coğrafyaya kimliklerinin kaşesini basmıştır; Suriyelilerse isimlerini, yaşadıkları coğrafyadan almıştır. Anadolu, burada Türkler yaşadığı için Türkiye’dir. Suriyelilerse Suriye’de yaşadıklarından dolayı Suriyelidir.

Ve nitekim bizler coğrafi menşelerinden dolayı ülkemize sığınan Türkmen kardeşlerimize bile Suriyeli diyoruz bu sebeble. Hâlbuki onların Türklüğü, Suriyeliliklerinin önündedir.

Türkler Anadolu’ya geldiğinde bu coğrafyanın adı Türkiye değildir. Fakat kısa bir süre sonra bu isimle anılmaya başlanmıştır. Bu coğrafyaya Türkiye diyenler de ilk olarak Avrupalılar olmuştur. Türkler yerleştikleri coğrafyaya mühürlerini vurmuş, etiketlerini basmış ve bunu hasımlarına bile kabûl ettirmişlerdir. Suriye’de ise son bin yılda bu türden bir gelişme yaşanmamış, bir millet realitesi ortaya çıkmamış ve neticede bizdekine denk bir bağlılık duygusu ve âidiyyet hissi teşekkül etmemiştir.

Ortadoğu halklarını birbirine yaklaştıran en önemli unsur, Arap ortak paydasıdır. Çünkü burada yaşayan halkların çoğunluğu aralarında farklı anâsır da bulunsa Arap’tır. Fakat Araplar, milliyyetin mütemmim cüzü olan din nokta-i nazarından müttehid değildirler. Şahsiyyetin en belirleyici ifâdesi olan bu husûsta bir birlik yoktur aralarında. Türkler arasında ancak binde ile ifâde edilebilen Hıristiyan nüfûs, Araplar arasında yüzdelik oranlara sahiptir. Lübnan’da nüfûsun yarıya yakını Hristiyan’dır. Suriye’de Hıristiyan ve Dürzilerin oranı % 13 civarındadır. Irak, Mısır, Ürdün gibi ülkeler ağırlıklı olarak Müslüman da olsalar, yine de kayda değer bir Hıristiyan Arap nüfûsu barındırırlar kendi içlerinde.

Ortadoğu halkları târihin derinliklerinden bugüne gelen baskın ve müşterek bir kimlik öğesine sahib olmadıkları için bir potada eriyip millet olma aşamasına ulaşamamışlardır. Kısacası, Suriyeliler büyük ölçüde bizden farklı bir târihî tecrübenin çocuklarıdırlar. Böyle olunca olaylar karşısındaki refleks ve tepkileri de hâliyle bizden farklı olmaktadır.

Muhârib güçler bile ancak güçlü bir milliyyet bağına sahib olup hakiki bir ideale yaslandıklarında mücâdele azmi taşırlar. O yüzdendir ki Körfez Savaşı sırasında Irak’ı işgal eden ABD karşısında Saddam’ın Cumhûriyyet Muhâfızları; savaşmadan mağlûbiyyeti kabûl etmiş, ölmektense düşmânının potinini öpmeyi tercîh etmiştir.

Yirminci yüzyılda kurulan bu uydu devletler, sentetik sınırlar içinde yaşamaya mecbûr edilen insanlara bir nüfûs cüzdânı ve vatandaşlık bağışlasa da bir âidiyyet duygusu ve ortak bir sosyal kimlik kazandıramamıştır. Kazandırması da mümkün değildir zâten.

Emperyalistlerin târih ve sosyolojiyi dikkate almadan sadece kendi çıkar hesâblarına göre yaptıkları planlamalarla bir yerlere varmak imkânsızdı. Hiçbir gerçekliği olmayan, realiteye aykırı sınırlar içinde yaşamaya mecbûr edilmiş insanlardan bir millet olmaları beklenemezdi.

Ayrıca bu ülkenin yakın târihi, kelimenin tam anlamıyla bir katliâmlar târihidir. Halk, Suriye’nin Fransızlardan bağımsızlığını kazandığı 1946’dan sonra çeşitli katliâmlara marûz kalmış, bu durum Esad’ın iktidâra geldiği tarihten (1971) itibârense gittikçe artarak tam bir devlet terörüne dönüşmüştür. İktidârı ellerinde tutan Nusayriler (%12) asıl çoğunluğu oluşturan Sünni nüfusu (%74) dışlayarak yönetim üzerinde bir tekel oluşturmuştur. Nüfûsun dörtte üçü uzun yıllar boyu görmezden gelinmiş, siyâsî ve insânî hakları gasb edilmiştir.

Suriye halkının bizden farklı olan târihi serüveni, sömürge döneminden mîrâs kalan defolar, demografik yapının birlik oluşturmaya elvermeyen yapısı, yönetimle halk arasındaki doku uyuşmazlığı, halkın yönetimin baskıcı ve şedîd tutumundan nefret eder hâle gelmesi ve daha başka sebebler, iç savaş şartlarını hazırlayarak bugünkü ortamın doğmasına yol açmıştır.

Durum böyle olunca da bu insanlar için üzerinde yaşadıkları topraklar kendileri için bir coğrafya olmaktan çıkıp vatana dönüşememiştir.

Neticede böyle bir toplumdan omuz omuza vererek bizim Millî Mücâdele yıllarımızdakine benzer bir mücâdele yapmasını beklemek abestir. Ayrıca bizim İstiklâl Savaşı yıllarımızda bile halkın çoğunluğu millî mücâdeleye destek verse de yine de ayaklanmalar ve asker kaçağı vak’aları görülmüş ve bu yüzden de İstiklâl Mahkemeleri kurulmuştur.

Bu gerçekleri bilmeden bu insanları suçlayıp kendimizle mukayese etmeye kalkıyoruz. Onlardan bizdekine benzer bir duygu ve mücâdele azmine sahib olmalarını bekliyoruz. Konu hakkında yapılan yorumlar ve Suriyelilere karşı yürütülen linç kampanyası Türkiye’nin bu coğrafyada her şeyden evvel bir beka mücâdelesi verdiğini görmek istemeyenler tarafından üretilen kimi duygusal kimi de Ortadoğu siyâsetimizi zaafa uğratmaya dönük kasıtlı bir propagandanın ürünü olan söylemlerdir.

İçimizden bazıları yaşanan sıkıntılara bakarak kaderin önümüzde açtığı bu yeni parantezin bizi daha ciddî olumsuzluklarla karşılaştıracağını düşünüyor. Hayır, açılan o parantez bizi müstesnâ bir geleceğe taşıyacak inşâallah. Şerden hayır doğacak bu millet için. Artık Türkiye kendi sınırları içinde müdâfaa devrini kapatmış, sınırları dışında hakkını arama ve gerektiğinde de savlet etme dönemine girmiştir.