Mahmut Haldun SÖNMEZER

Mahmut Haldun SÖNMEZER

[email protected]

Mısır'dan Manzaralar... -2

07 Haziran 2018 - 01:25 - Güncelleme: 07 Haziran 2018 - 23:37

~~Mısır'dan Manzaralar... -2


PAPİRÜS VE PARŞÖMEN
Bazı mal ya da objeler, bir ülke veya coğrafya ile adeta bütünleşmiştir. Onlardan bahsedildiğinde aklınıza hemen o ülke gelir. İşte papirüs de aynen öyle bir meta. Zikredildiğinde akıllara Mısır geliyor.
Papirüs, bataklık ve dere kenarlarında yetişen bir bitkinin adı. Bu bitkinin özünden üretilen bir yazı kâğıdına da isim olmuş aynı zamanda. İngilizcede kâğıt anlamına gelen “paper” ve argomuzda para yerine geçen “papel” kelimelerinin orijinininde de bu kelime olduğu düşünülüyor.
Eski Mısırlıların ürettiği ve oradan bütün dünyaya yayılan bu kâğıt cinsi, yerini M.S. III. yüzyılda Bergamalılar tarafından üretilen parşömene bırakıncaya kadar uzun asırlar boyu Akdeniz havzasındaki milletler tarafından kullanılmış.
Papirüsün üretim ve ticâreti Mısır’da bir sektör halinde.Başkentin cadde ve sokaklarında yürürken adım başı bu işin ticâretini yapan firmaların önünden geçiyorsunuz. İkâmet ettiğimiz otelin altında bile papirüs ticâreti yapan en az birkaç dükkân vardı. Tabii biz de hediyelik eşyâ olarak papirüs almayı ihmâl etmedik.
Kahire’de papirüs üzerine kurulmuş oldukça canlı bir sektörel ağ var. Papirüs ticâretinin Mısır turizmine katkısı büyük.  Doğum yerim ve memleketim olan Bergama’da ise papirüse alternatif olarak üretilip onun yerini alan parşömenin üretimi, asırlar boyunca unutulmuş ne yazık ki… Hemşehrilerim, parşömenin Bergamalılar tarafından bulunduğunu bile târih kitaplarından öğrenmişler. Uzun asırlar boyunca onun üretimine dönük bir gayret sergilemek de kimsenin aklına gelmemiş. Sadece adı bilinmiş ve kendisini de yakın zamana kadar gören olmamış. Ta ki 2006 yılında Macit Gönlügür isimli bir müteşebbis bu işe niyet edene kadar. Bugün Bergama’nın tek parşömen üreticisi durumunda kendisi. Kahire’de turizmin mütemmim cüzü hâline gelen papirüs üretimine karşılık Bergama’da parşömen, sadece tek bir müteşebbisin ferdî gayretiyle yaşatılmaya çalışılıyor. Târih ancak geçmişin mîrâsına sahip çıkılarak ihyâ edilebilir. Bizlerse millet olarak henüz bundan çok uzaktık ne yazık ki…
Kahire’de gezerken zihnim papirüs ve parşömen mukayesesi yaparak beni doğduğum topraklara da götürdü.
MEHMET AKİF’İN MEKÂNI: FİŞAVİ
Yakın devir kültür târihimizin izlerini de sürdük Mısır’da. Nasıl mı? Yolumuzu Fişavi’ye düşürerek...
Daha Türkiye’deyken duymuştuk medhini. Mısır’ın en ünlü kahvehânesiydi orası. İki buçuk asra yaklaşan târihi içinde kimler gelip geçmemişti ki oradan... Nobel ödüllü Necip Mahfuz’un bile uğramadan geçmediği yerdi orası. Kısacası Fişavi’de kahve içmek apayrı bir zevkti.
Han El-Halili adını taşıyan, asırlar öncesinden kalma, zamanla Kahire’nin demirbaşlarından olan büyük bir çarşının en eski mekânıydı burası. Mahfuz’un en ünlü romanlarından birinin konusu çarşının içinde geçiyordu hattâ.
Müdâvimleri arasında edebiyatçıların, yazarların, kültür adamlarının bulunduğu Beyazıt’taki Küllük ve zamanla onun yerine geçen Marmara Kırâathânesi’nin işlevine de sahipti bu mekân aynı zamanda. Ülkenin eli kalem tutan kıymetleri, keyif kahvelerini içip yorgunluklarını burada atmışlardı yıllar boyunca.
Türk İstiklâl Marşı yazarının da menfâ yıllarında sık sık uğrayıp efkâr dağıttığı yerdi Fişavi. Kültür ve siyâsettârihimizin bu seçkin şahsiyyetiyle tam yetmiş yedi yıl sonra aynı havayı teneffüs ettik. Onunla beraber zevk edemedik ama oturduğu sandalyelere sırtımızı dayayıp enfiyyesini çektiği masalarda kahvemizi yudumladık. Sigara dumanının ve bizi mâzîye götüren büyük boy aynaların efsûnlu atmosferinde güzel anlar yaşadık. “Ah, keşke zamanda yolculuk mümkün olsaydı da yaşadığı yıllara gidip onunla burada ülfet edebilseydim!” diye içimden de geçirmedim değil doğrusu. Eşim ve ben, fincanımızda kalan son yudumu da içtiktensonra büyük şâirimizeve ümmet-i Muhammed’eFatihâlar göndererek ayrıldık Fişavi’den.
ARAP COĞRAFYASINDAKİ BİR OSMANLI MÜHRÜ: MEHMET ALİ PAŞA CÂMİİ
Gönlümüzde iz bırakan mekânlardan birisi de Mehmet Ali Paşa Câmii oldu. 1830-1848 yılları arasında inşâ edilmiş bir on dokuzuncu yüzyıl eseri o. Yapımı tam on sekiz yıl sürmüş ve adını aldığı Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın öldüğü sene hizmete girmiş.
Uzaktan bakıldığında onu pekâlâ klasik devir bir Osmanlı mimârî örneğine benzetebilirsiniz. Ama yanına gelip dikkatli bir nazar fırlattığınızda bütünüyle öyle olmadığı görülür. Genel görünümü ve kubbeleriyle ağırlıklı olarak bizim öz mimârîmizi yansıtsa da yer yer mahalli husûsiyyetleri de hamuruna katmış bir mekân burası. Yerel unsurlar câminin dış siluetine ustaca serpiştirilmiş. Fakat bu durum, onun Osmanlı mimârî üslûbunun bir şâheseri olduğu gerçeğine gölge düşürmüyor.
Genel karakteristiği itibâriyle bir Osmanlı mimârî örneğiyle karşı karşıyaydık yani. İçine girdiğimizde ise bu kanâatimiz bir kat daha güçlendi. İç mekân tasarımıyla mabedin, İstanbul’daki selâtîn câmilerden hiçbir farkı yoktu zîrâ. 
Câminin avlusunda gezerken ise farklı detayları yakalama imkânı buluyorsunuz. Bir köşede Topkapı Sarayı’ndaki iftâriyyekameriyyesine benzeyen, üstü ve etrafı demirle çevrili bir çardak var. Altına oturup oradan Kahire’yi seyre dalmak pekâlâ mümkün.
Bir tepenin üzerine inşâ edilen câminin önü alabildiğine açık. Sanırsınız ki şehir serâpâ ayaklarınızın altında. Fakat yüksekçe bir tepenin üzerinden bile Nil Nehri’nin ikiye ayırdığı bu dev metropolün sınırlarını ihâta edebilmek zor. Şehir buradan deryayı andıran uçsuz bucaksız bir okyanus gibi alabildiğine uzanıyor gözlerinizin önünde. Müdekkik nazarların, şehrin enginliğine uzanabileceği en ideal noktalardan biri burası.
BİR BAŞKA ÂLEM: İSKENDERİYE
Makedonya’dan çıkıp ta Hindistan’a uzanan Büyük İskender’in Asya seferi yıllarında kurduğu on altı şehirden biri. İskenderun gibi o da büyük kurucusunun ismiyle anılıyor. Mimârîsi ve denize nazır konumuyla Selânik ya da İzmir’e benzetebileceğiniz bu şehirde başkentin aksine huzûr ve dinginlik hâkim. Sokaklarında gezerken Kahire’dekine benzer bir ağırlık çökmüyor üzerinize. Çünkü oradaki keşmekeşin bir benzeri yok bu sâhil kentinde. 
Dünyanın yedi hârikası içinde yer alan ama bugün kendisinden en ufak bir iz bile kalmayan meşhûr feneri ve târihin en ünlü yangınına sahne olan kütübhânesiyle zihinlere kazınmış bir belde burası. Bizse bu şehre yitip gidenleri anmaya değil, hâlâ var olanları görmeye gelmiştik. Kayıtbay Kalesi, Ebu’l Abbas Câmii ve içinde Kral Faruk’un yazlık sarayının da olduğu ünlü Montazah Parkı üzerinden geçtiğimiz mekânlar oldu. Tabii bir de geçmişin hâtırasını yaşatmaya çalışan İskenderiye Kütübhânesi… 
İlk önce denize sıfır konumundaki Kayıtbay Kalesi’ni gezerek başladık şehirdeki turumuza. Bugün artık kendisinden hiç bir iz kalmayan İskenderiye Feneri’nin bulunduğu noktaya inşâ olunmuştu bu kale. Ve yine rivâyete göre yıkılan Fener’in taşlarından bir kısmı kalenin yapımında kullanılmıştı.
Örneklerine çok sık rastladığımız yıkık dökük birçok kalenin aksine her şeyiyle ayaktaydı Kayıtbay. Bunda zaman içinde geçirdiği onarım ve restorasyonların da payı yok değildi elbet. Zâten zamanın erozyonuna dayanabilen insan eseri bir yapı var mıydı ki şu âlemde?
Öğle namâzı vaktinde geldiğimiz Ebu’l Abbas Câmii, hem dış hem de iç görünümüyle hayli mutantan bir yapı. Arap mimârîsinin oldukça zarîf bir örneği. Mimârî olarak Türkiye’deki câmilerden hiçbirisine benzemiyor. O yüzden de farkı keşfetmek isteyenlerin mutlaka görmesi gereken bir eser. Yüzyıllarca Osmanlı hâkimiyetinde kalan bu ülkede ecdâddan kalma eserler de yok değil elbet. Ama Ebu’l Abbas onlardan biri değil.
Câmiye girer girmez hiç de yabancısı olmadığımız bir manzarayla karşılaştık. Türkiye’de zaman zaman gündeme gelen bir problemin orada da var olduğunu gösterdi bu durum bize. Câminin arka kısmında sandalyeler diziliydi. Yaşlı ve mülâhham zâtlar sandalyeler üzerinde edâ ediyorlardı namâzlarını. Türkiye’de zaman zaman tartışılan ve eleştiri konusu da olan bu durum, bu ülke için de geçerliydi yani.
Bundan elli yıl evvel İslâm toplumlarının gündeminde olmayan bir durumdu bu. Artan obeziteye paralel olarak sadece Türkiye’nin değil, başka İslâm ülkelerinin de gündemine girmişti anlaşılan. Bu durum El-Ezherulemâsı tarafından bizdeki kadar eleştiriliyor muydu, bilmiyoruz ama aynı problemin onlarda da olduğu aşikârdı.
Bir sonraki durağımızsa İskenderiye Kütübhânesi oldu. Yakılan kütübhânenin bulunduğu alanın üzerine yeni bir kütübhâne yapılarak 2002 yılında hizmete sunulmuştu. Tabii bugünkü kütübhâne eskisinin yalnızca adına sahipti. Milâttan öncesinin kültür hazînelerinden ufacık bir nişâne bile yoktu burada. Yani dokuz yüz bin küsûr elyazması eserden tek bir rulo dahi kalmamıştı geriye. Heyhat, selef halefine sadece adını ve hâtırasını bırakmıştı yadigâr! İşte, ziyâret ettiğimiz bu yeni yapı, o hâtıranın manevî mîrâsı üzerinde yükseliyordu.
Kütübhânenin içinde gezerken rehberimiz, görevliden aldığı bilgileri bize aktardı hiç aksatmadan. Aynı anda iki bin öğrencinin oturup çalışabileceği şekilde tasarlanmıştı mekân. Sekiz milyon kitabı içine alabilecek kapasiteye sahip kütübhânenin koleksiyonunda hâlihazırda tam bir buçuk milyon eser vardı. İki yüz yetmiş bilgisayarın araştırmacıların emrine sunulduğu, seksen ayrı dilde yayının mevcûd olduğu bir araştırma merkeziydi burası. Verilen rakamlar, kültürel sahadaki geriliğimize de ayna tutuyordu hakikatte. Rusya’daki dünyanın onuncu büyük kütübhânesinde bile yirmi milyondan fazla materyalin olduğu düşünüldüğünde dünyaya hükmedenlerle aramızdaki kültürel uçurumun ne kadar büyük olduğu görülüyordu.
Binâ, dâhili ve hâricî mekân tasarımıyla da hayli değişik ve sıra dışı bir görünüme sahipti. O büyük felâketten yirmi asır sonra mâzînin hâtırasını yaşatmak üzere inşâ edilen bu kütübhâne, selefinin havasını yansıtır tarzda tasarlanmıştı. Eskiden kalma bilgi ve belgelerden yola çıkılmış, üzerine tahayyül ve tasavvurlar da eklenerek mevcûtlardan oldukça farklı bir tasarımla inşâ olunmuştu yeni kütübhâne.
Son durağımızsa içinde Kral Faruk’un yazlık sarayının da bulunduğu ünlü Montazah Parkı oldu. Sarayın içine giremedik ama parkın içinde bir hayli yürüdük. Florası ve genel görünümüyle bana her yıl İzmir Fuarı’nın da üzerine kurulduğu Kültürpark’ı hatırlattı bu geniş yürüyüş parkuru. Birçok özelliğiyle Kültürpark’ın bir benzeriydi Montazah.
NE UMDUK, NE BULDUK?
Tanzimât’ınirfânâbidesişahsiyyeti Ziya Paşa, Nil Nehri kıyılarında gezerken bile unutturmadı kendisini bize:
Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslâm’ı bütün vîrâneler gördüm
Söz, bir buçuk asır evvel söylenmiş olmasına rağmen el’ân geçerliliğini koruyordu. İslâm âlemi, kendisine gelmediği müddetçe de o gerçekle yaşamaya devam edecektik ne yazık ki. Muhammed İkbâl’in geçen asırdaki serzenişine bile kulak vermiş değildi henüz İslâm toplumları:
Ey dünyayı gören göz, anlayan göz!Uyan da gör ne haldedir cihân!Uyan derin uykudan,Derin uykudan uyan!Derin uykudan uyan!
Büyük mütefekkir, ünlü şiirinde üzerine basa basa sesleniyordu bütün ümmete, adeta idrâki sağırlaşmış bir cemiyyete sesini duyurmak istercesine. Artık kulaklarımızın pasını silmeli, gözlerimizi açmalı ve bir an evvel ölüm uykusundan uyanmalıydık. Yoksa hâl-i pür melâlimizi tasvîre dahi zamanımız olmayacaktı. 
“İnsan için ancak çalıştığı vardır.” âyeti boşuna mı inmişti? Kader, gayrete âşıktı. Reflekslerimizi kilitleyen o atâlet duygusundan kurtulduğumuz gün fecrin ilk ışıkları ufkumuzda doğmaya başlayacaktı inşâallah.
Kısacası; “Ne umduk, ne bulduk?” denebilecek türden bir tecrübe yaşattı bu ülke bize. Ve tabîatiyle müşâhede ve tefekkürümüzü de zenginleştirdi. Târihin esrârına vâkıf olmak arzusuyla ayak bastığımız bu gizemli coğrafyadan ülkenin sosyolojik manzarasının çok çarpıcı bir fotoğrafını çekerek ayrıldık. 
Gitmeden evvel duyduklarımıza rağmen Kahire’ye ayak bastığımız dakikalarda her birimizin kafasının içinde çok parıltılı bir Mısır resmi vardı. Dönüş yolundaysa o imaj, çoktan yer ile yeksân olmuştu.  
Firavunların ülkesine veda ederken bu gizemli diyârın bize hediyesi bir büyük hayâl kırıklığı oldu. Gitmekten aslâ pişman değildim. Bugün de değilim. Ve gerekirse hiç tereddüt etmem, yine giderim. Sadece Mısır denildiğinde kafamın içindeki sırça kadeh bulunduğu yerden düşüp paramparça olmuştu!
Mahmut Haldun Sönmezer