Mahmut Haldun SÖNMEZER

Mahmut Haldun SÖNMEZER

[email protected]

Kemâlistlerin Atatürk’e Yaptığını Siz Abdülhamid’e Yapmayın

10 Şubat 2019 - 20:58 - Güncelleme: 10 Şubat 2019 - 21:06

~~Kemâlistlerin Atatürk’e Yaptığını Siz Abdülhamid’e Yapmayın
Mahmut Haldun Sönmezer
        Atatürk’ü tabu hâline getirenler, onu yıllarca politik bir kaldıraç olarak kullandılar. Evvelâ onu kendi siyâsî kimliklerinin tarafı hâline getirdiler, daha sonra da yerleşen bu algı üzerinden kendi konum ve icrââtlarını meşrûlaştırma yoluna gittiler. Hattâ zaman zaman daha da ileriye giderek siyâsî muhâliflerini, bir cebr vâsıtası hâline dönüştürdükleri Atatürkçülük sopasıyla tedîb etmeye kalkıştılar. Muârızlarını sıkıştırmak istedikleri zaman başvurdukları yöntemlerden biri de “Söyle bakayım; sen Atatürkçü müsün, değil misin?” şeklinde sigâya çekmek oldu. Düzenin sahipleri olarak hesâb sormak haklarıydı zîrâ. “Dinde zorlama yoktur.” âyeti mûcibince hiç kimse Muhammedî olmaya bile zorlanamazken rejimin bekçiliğini yapan devrim bağnazı şarlatanlar tarafından insanımız Atatürkçü(!) olmaya zorlandı. Onlara göre, her Türk vatandaşı Atatürkçü(!) olmaya memûr ve mecbûrdu. Tabîî gerçek gaye hiçbir zaman vatandaşa Atatürk’ü sevdirmek olmadı. Bu korkutup yıldırma politikasıyla da Atatürk hiç kimseye sevdirilemezdi zâten. Atatürk daha doğrusu Atatürkçülük, insanları hizâya sokmak için kullanılan bir sopaydı onlar için.
        Birileri ellerini ovuşturup her seferinde iktidârlarını Atatürk üzerinden tahkîm ederken bu istismâr politikasının en ciddî mağdûru, Atatürk’ün târihî şahsiyyeti oldu. Atatürk, en azından belli noktalarda milletin üzerinde uzlaştığı târihî bir figür olmaktan çıkarak siyasal çatışmanın merkezine oturdu. Tapusunu kendi üzerlerine çıkarttıkları(!) Atatürk’ü, politik bir pozisyonun tarafı hâline getirerek uzun bir süre örtülü iktidârlarını sürdürmeyi başardı vesâyetçi düzenin simsârları. Kazanan dâimâ Atatürkçüler(!) kaybedense en başta Atatürk’ün târihî şahsiyyeti, daha sonra da bizzât milletin kendisi oldu.
        Ölmüş bir târihî şahsiyyeti politik bir görüşün tarafı hâline getirmek, hâtırasına yapılacak büyük bir kötülük. Böyle bir operasyon, onu belli bir siyâsî çizgiye hapsederken muhâlif siyâsî kimliklerden de soyutluyor. O târihî kişilik, ait kılınmaya çalışıldığı politik kimliğin rakîbi mevkiîndeki siyâsî anlayışların karşısında konumlanıyor ve tabîatiyle millete mâl olma ihtimâli de gittikçe zayıflıyor. Birleştiren değil, ayrıştıran bir unsura dönüşüyor. İşte Atatürk’e bu kötülük; “Biz Atatürkçüyüz.” diyenler(!) eliyle yapıldı.
        Son zamanlarda kendisi üzerinden yapılan aktüel tartışmalar, benzer tehlikenin Sultân Abdülhamid için de vârid olduğunu gösteriyor. Medyadaki Abdülhamid-Atatürk polemiği ve tartışmanın kazandığı siyasal nitelik bana ister istemez onu düşündürtüyor. Birileri, Abdülhamid’i politik bir söylem ve duruşun tarafı hâline getirerek belki farkında dahi olmadan siyâsî çekişmelerin merkezine doğru itiyor.
        Bu bir anlama faâliyyeti değil kesinlikle. Zîrâ Abdülhamid ve Atatürk gibi şahsiyyetler, günümüzün siyâsî akımlarıyla özdeşleştirilerek anlaşılamaz. Çünkü kendilerine nisbet edilen bugünkü siyâsî çizgiler, yaşadıkları devirlerle birlikte kişilik ve icrââtları da dikkate alındığında onları tanımlamaya yetmez. O yüzden her iki şahsı da cepheleşme ve siyâsî taraftarlığın dışında tutarak ele almamız gerekiyor.
        Öncelikle her ikisi de Batı ile aramızdaki açığın farkında ve belki de bu yüzden her ikisi de çok gerçekçi. Batı ile mücâdele etmenin yolunun modernleşmekten geçtiğini görüyorlar.  Görmekle kalmıyor, bu yolda ciddî adımlar da atıyorlar. Birincisi pozitivizme teslîm olmadan pozitivist eğitim kurumlarını ülkesinde açmış. Bunu bir mecbûriyyet olarak görüyor. Bu tutumuyla daha o günden cumhûriyyetin temellerini atıyor. Nitekim Atatürk de dâhil, cumhûriyyetin kurucu elit kadrosu onun açtığı okullarda yetişmiş. Diğeri ise bu mîrâsın üzerine pozitivist esâslara dayanan bir cumhûriyyet inşâ etmiş.
        Benzerlik bu kadarla sınırlı kalmıyor, dahası var. Her ikisi de ideal bir demokrat olarak nitelenemez aslâ. Onlara bu sıfatlar izâfe edilirse ancak yakıştırma olur. Ortak yönleri, muhâlefete fırsat vermeden hattâ zaman zaman bastırarak otoriter bir yönetim kurmuş olmaları. Toplumu modernleştirme fikrinde birleştikleri gibi takîb ettikleri siyâset de birbirine benziyor. Tabîî politik tavır olarak benzeseler de bu benzerlik bire bir değil. Aralarında farklar da var elbet.
        Bu iki devlet adamının hayrânlarını şaşırtacak ilginç tenâkuzlardan biri de müzikle olan ilişkilerinde düğümleniyor. Muhâfazakâr cenâh tarafından alaturka bir şahsiyyet olarak görülen Abdülhamid, bu iddiâyı yalanlarcasına Batı müziğine büyük bir ilgi duyuyor. Klâsik Batı Müziği ve operayla yakından alâkalı olan Sultân; keman, viyolonsel ve piyano gibi enstrümanları çalan sanatçıların da dost ve hâmîsi. Himâye etmekle beraber Türk Mûsikîsine karşı ise aynı yakınlığı duymuyor. Fakat kendisi özel hayâtında içli dışlı olmakla birlikte topluma Batı müziğini sevdirmek gibi planlı bir girişim ve gayreti de olmamış. Atatürk ise resmi belgelerde “alaturka” diye geçen Türk Müziği eğitimini 1926’da yasaklıyor. Tamı tamına elli yıl sürüyor bu yasak. Hattâ bir ara uzun sürmemekle birlikte o devrin kitle iletişim aracı olan radyoda bile alaturka mûsikînin icrâsı yasaklanıyor. Fakat Atatürk, Abdülhamid’in aksine Türk mûsikîsine düşkün. Ülke sathında eğitimini yasakladığı mûsikîyi, kendi husûsî meclislerinde yaşatmaya devam ediyor. Birincisi kendi hayâtına soktuğunu, toplumun hayâtına sokmuyor. İkincisi ise toplumun hayâtından çıkardığını, kendi hayâtından çıkarmıyor.
        Yani ne Abdülhamid sanıldığı gibi her şeyiyle alaturka bir kişilik, ne de Atatürk tam anlamıyla bir alafranga şahsiyyet.
        Durum böyle olunca onları birbirinin mefhûm-u muhâlifi gibi görmek de anlamsızlaşıyor. Tam aksine târihi süreç içinde birbirleriyle belli noktalarda kesişen figürler olarak çıkıyorlar karşımıza.
        Hâlbuki bugünkü siyâsî kültür, onları birbirine zıt istikametlere savurmuş durumda. Birbiriyle mücâdele hâlinde iki farklı çığır açmış kimlikler olarak sunuyor. Bu yüzden de birlikte anıldıklarında zihinlerde tez-antitez ilişkisine benzer bir algı oluşuyor. Bu yanlış fakat aynı zamanda da yerleşik algı, târihi gerçeklerle örtüşmüyor. Fakat kamuoyuna yön veren merkezler, onu yerleştirmekte ziyâdesiyle mâhir.
        Bugün toplumsal bellekte yaşayan Abdülhamid ve Atatürk imgeleri, kendilerinden daha büyük. Zamanın akışına rağmen popülaritelerini kaybetmeyen her iki şahıs da birer metafor olma özelliğine sahip. Toplum, onların gerçek kişilik ve icrââtlarını değil, zaman tünelinden bugüne uzanan gölgelerini tartışıyor. Ve o gölgeler en başta ait oldukları şahsın hakikî çehresini gölgeleyerek târihle toplum arasına kalın bir duvar örüyor. Sevenlerinin gözünde erişilmez bir irtifâya yükselen bu şahıslara artık dokunmak da zorlaşıyor. Dokunmak ve anlamak zorlaştığı gibi, anlatabilmek de ciddî bir problem hâline geliyor. İşinin uzmanı târihçiler bile hassâsiyyetleri kaşımaktan çekindikleri için onları anlatabilmekte zorlanıyor. Objektif bir değerlendirme yapabilmek dikkat ve itinâ gerektiriyor.
        Hayât defteri kapanmış olan her şahıs artık târihin konusudur, siyâsetin öznesi değil. Ölmüş kişilerin hâlâ siyâsetin içinde bu derece yoğun bir şekilde varlık gösterebilmeleri belki de örneğine sadece ülkemizde rastlanan şaşılası bir durum. Siyâsetin normalleşememesinin bir sebebi de bu.
        Siyâsî mücâdele, târih üzerinden yapılmaya kalkıldığında, târihe yeni anlamlar yüklenmesi de zorunlu hâle geliyor. Siyâset, zarûretlere göre şekillenir. Siyâsî mücâdelenin alanı hâline gelen târih de hâliyle zarûretlere göre şekillenmeye başlıyor. İhtiyâçlara ve zamanın îcâblarına göre tavır alan siyâseti, târihi kişilikleri kullanarak yapmaya kalktığınızda ister istemez onlara, yaşadıkları dönemde sahip olmadıkları yeni anlamlar yüklüyorsunuz. Siyâsetin pragmatik tabîatı târihi de dönüştürüyor.
        Türkiye’de kamuoyunun belli istikametlere sevk edilmesi târihi şahsiyyetler, daha doğrusu onlara yapılan yeni anlam yüklemeleri üzerinden gerçekleşiyor bazı hâllerde.
        Târih, siyâsî taraftarlık üzerinden anlaşılamaz. Günlük siyâsetin partneri, daha doğrusu lojistik destek merkezi hâline dönüşen târihin mitlere kurbân edilmesi süreci de böylelikle başlamış olur. Ortaya aynı konuya ilişkin çok farklı iddiâlar ve o iddiâları destekleyen birbirine zıt tevâtürler yayılır. Propaganda maksatlı haber üretim merkezleri tarafından tarafların tezlerini destekleyecek mâhiyyette hurâfe ve efsâneler üretilir. Özellikle bu iki şahsiyyet hakkında son zamanlarda sanal âlemde gezen haberlerin çoğuna bu zâviyeden bakmak gerekiyor.
  Abdülhamid ve Atatürk, iktidâr yıllarındaki icrââtlarıyla değerlendirilmeyip bugünkü hayrân kitleleri tarafından kendilerine atfedilen olağanüstü değer üzerinden anlam kazanıyorlar. Târihî bağlamından kopartılarak yapılan bu değer yükleme operasyonu sadece anlamayı zorlaştırmıyor, farklı dönemlerin insanı olan şahıslar, birbirleriyle karşılaştırılarak daha büyük yanlışların da içine düşülüyor.
        Farklı devir ve konjonktürlerle şart ve imkânların insanı olan iki şahsı kıyaslamak, büyük bir târihî yanılgı. Her şeyden evvel metodik bir yanlış. Aynı devirde yaşamış ve kısmen aynı olay ve şartların muhâtabı olmuş Atatürk ile Karabekir’i kıyaslamanın bir mantığı var ama Abdülhamid ile Atatürk arasında yapılacak bir mukayesenin anlaşılır bir tarafı yok.
Abdülhamid’i gündemde tutup siyâsî tartışmaların içine çekenlerin onu sevmedikleri kanâatinde değilim. Muhakkak ki Abdülhamid muhâfazakâr çevrelerce çok seviliyor. Bu çevrelerin Abdülhamid’i yeterince tanımadığını bilsem de kendisine duyulan muhabbetin sâhte olduğunu düşünmüyorum. Fakat birileri hangi niyetle olursa olsun Abdülhamid’i piyasaya sürüp onun üzerinden siyâset yapıyor. Kimlik siyâsetinin bir gereği olarak karşı siyâsî cenâh da onu alabildiğine kötülediğinden Abdülhamid kendiliğinden bir siyâsî pozisyonun tarafı hâline geliyor. Zamanında Atatürk’e yapılan yanlışın bir benzeri şimdi Abdülhamid’e yapılıyor.
Ölmüş bir târihî şahsiyyeti politize edip iç siyâsî çatışmaların anaforuna çekmek ciddî bir hatâ. Ömür defteri kapanıp târihe mâl olmuş Sultân’ın hâtırası bu şekilde yaşatılamaz. Zaman zaman çirkef sınırını zorlayan siyâsî tartışma ve polemikler, onun değer atfedilen özelliklerini aşındırıp şahsiyyetini zedeler. Millete mâl olma potansiyelini zayıflatır. Hele onun üzerinden Atatürk’e saldırmak, Abdülhamid taraftarlarının yapmaması gereken çok stratejik bir hatâ.
Târih, istikbâlin kılavuzudur; geçmişi anlayıp geleceğe yön vermek için yapılır. İç siyâsî çekişmelere alet edilip hâlihazırdaki politik duruşlara, güç ve meşrûiyyet kazandırabilmek için değil.