Kadir KESKİN

Kadir KESKİN

[email protected]

EREZYONA UĞRAYAN DEĞERLERİMİZDEN (Karı – Koca İlişkileri)

01 Nisan 2021 - 17:43

“Boşanan Avradın Topuğuna Bakılmaz”

EREZYONA UĞRAYAN DEĞERLERİMİZDEN (Karı – Koca İlişkileri)
                  
Teknik ve teknolojik aygıtları kullanırım ama bağımlısı değilim. Tek bağımlı olduğu şey; TV. daki akşam haberleri. İster istemez hafta içi akşamüzeri haber bültenlerini beklerken, haberler öncesi mahalle kavgalarının bir versiyonu olan kadın programlarını da izlemek zorunda kalıyorum.  Mahalle kavgalarında hiç olmazsa araya giren oluyor, ayırıyorlar muhatapların birbirine öfkelenerek kulağın dahi duymayacağı şeyleri söylemek zorunda kalmıyorlar. TV. da ise kontrollü devam eden münakaşaların dozu arttıkça, kalpler birbirine yaklaşacağı yerde fersahlarca birbirinden uzaklaşıyor, onun yerini öfke alıyor. Öfke arttıkça da kulaklarımızın dahi duymak istemediği kirli çamaşırlar olabildiğince ortaya saçılıveriyor ve bizler de yüzümüz kızararak seyretmek zorunda kalıyoruz.

Boğazları yırtarcasına kavga eden gençlerin veya karı kocaların, nişanlılık dönemindeki ilişkilerini duygudaşlıkla (empati)  göz önüne getiriyorum. Birbirinin sesini duymadan, birbirini görmeden yapamadıkları anlar.  Bu anları hep beraber bizler de yaşadık. Ne kavga, ne gürültü.  Hatta sesten ziyade gözle her şeyin anlatıldığı ve anlaşıldığı anlar. “Aşkım, cicim, güzelim seni görmeden, sesini duymadan yapamıyorum” kelime ve cümleler, yerini ağza alınmayacak kelime ve hakaretlere bırakıyor. Sebep?  Eşler,  problemi münakaşa ile halletmeye çalışıyorlar. Bilemiyorlar ki münakaşa ile hiç kimse anlaşamaz. 11. Yüzyılda yaşayan ünlü İslam âlimi İmam-ı Gazali: “Münakaşa etmeyin! Münakaşanın sonu kavga, kavganın sonucu düşmanlık peyda olur. Sohbet edin ki sonu dostlukla sonuçlansın” diyor.

Ben münakaşa edip de sonunu kavga ile bitenlerin durumunu  seminer için gittiğim cezaevlerinde çok görüyorum. Çünkü geldiğinde gözü karartan, gittiğinde yüzü kızartan öfke ile başlayan  münakaşaların  sonu yapılan  kavgalarda  ellerin ne tutacağı( bıçak, tabanca, sopa) belli olmuyor. Hele hele öfke ile münakaşanın olmaması gereken yer aile çatısıdır. Siz yüksek perdeden münakaşaların olduğu bu programlarda el ele tutuşarak programdan ayrılanı gördünüz mü? Ben görmedim. Daha da düşmanlıklar bilenerek çıkıyorlar.

Gelin Ganj nehri kenarında kavga eden bir karı kocanın hikâyesini derviş gözüyle size aktarayayım.
Hintli bir  Derviş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir karı-koca görmüş. Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş. Öğrencilerden biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince derviş “Ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız? ” diye tekrar sormuş.
Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”
Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar. Çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”
Daha sonra derviş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “ Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.”... Maalesef kadın programları kalpleri birbirine yaklaştırmaktan ziyade mesafeyi daha da uzaklaştırıyor.

İnsanın soyu birdir de huyu farklıdır. Melek değiliz, ani kızgınlıklarımız elbette olacaktır.  Böyle anlarda münakaşaya zemin hazırlamamak için Hz. Ali’nin formülünü uygulayalım. Hz. Ali, Fatıma validemiz sinirlendiğinde Hz. Ali susarmış. Fatıma validemiz sinirlendiğinde Hz. Ali susarmış. Kısacası eşlerin biri aniden deli ( öfke hali geçici bir delilik hali imiş) olduğunda diğeri de veli olması zarar değil,   ailede gerekli olan mutluluğu getirir.

Yazımı bir bedevinin hanımı hakkındaki değerlendirmesiyle devam edeyim de üniversite diploması olan eşler yaptıklarından utansınlar.
Hanımı ile anlaşamayan ve boşanmaya karar veren bedeviye  “Sebep nedir?” diye sorarlar:
Mahremimdir, hakkında konuşmam” der. Karısını boşayınca tekrar sorarlar; “Boşanmanıza sebep neydi? Bedevinin verdiği cevap:“ Artık mahremim değil, namahremimdir. Başkalarının mahremi hakkında konuşmam hem ayıp, hem de günahtır”der.
 Bir de doğum gününü hatırlamadı, hediye almadı diye kocasını cümle aleme odunlukla suçlayan kadınlara, veya başkalarının yanında, karısının hoşlanmadığı yönlerini anlatan kocalara, boşandıktan sonra eski eşine atmadık iftira bırakmayanları bedevi ile kıyaslayın! Sizce  bedevi olan hangisi.?

1969 yılında Türkiye genelinde sinemalarda kapalı gişe  “Ezo Gelin” adıyla bir film oynadı. Ve benim de birkaç defa seyrettiğim bu film  o günlerde  çok  büyük ilgi gördü.  Filmin hikâyesi şöyleydi.  Esas ismi Zöhre Bozgeyik olan Ezo Gelin 1920 yıllarında Gaziantep ilimizin, Oğuzeli ilçesi  dünkü ismiyle  Uruş bugünkü ismiyle Dokuzyol köyünün en güzel kızıdır.  Aynı köyden Şiddo Hanifi Açıkgöz ile evlenir. Eevliliği 1,5 yıl sonra sona erer. 6 yıl dul kaldıktan sonra Suriye’nin Kozbaş köyünde teyzesinin oğlu Abuzer Memey ile evlendirilir.  Türkiye’yi çok seven her fırsatta Türkiye sınırına yakın Bozhöyük tepesine çıkarak ülkemizi seyreden Ezo Gelin, vatan hasretine dayanamayarak o günün ince hastalığı denilen verem hastalığına yakalanır. Vatan hasretiyle 1956 yılında  verem hastalığından ölen  Ezo Gelin,  vasiyeti üzerine Türkiye’yi  seyrettiği  Bozhöyük tepesine defnedilir.  Ezo Gelin’’in mezarı 1999 yılında bürokratların cabası ile Devletimiz Ezo Gelin’ni doğduğu, büyüdüğü eski ismi Uruş, bugünkü ismiyle  Dokuzyol kırsal Mahallesine  defneder.

Henüz Türkiye’de TV. nin olmadığı Ezo Gelin  filminin gösterime girdiği  1969 yılında  bir radyo programında   Ezo Gelin’in ilk kocası  Şiddo Hanifi Açıkgöz ile söyleşi yapılıyordu. Ezo gelin ile evlenişini ve boşanmasını anlattı.  Ezo Gelin Filmi nedeniyle  ilgimi çeken  söyleşiyi can kulağı ile dinledim. Spiker sordu: 
Kendisiyle daha sonra hiç görüştünüz mü? “Şiddo Haniefi Açokgöz’ün manidar cevabı daha hala dün gibi kulaklarımda çınlıyor.

“Boşanan Avradın topuğuna bakılmaz.” Atasözümüzde de  söylenişi  şöyledir ” Avradını  boşayan bir daha onun  topuğuna bakmaz.”

Gerek, bedevinin, gerekse Şiddo Hanefi Açıkgöz’ün tahsil görmemiş insanlardan olduğu kesin. Verdikleri cevap ise, asırların imbikten süzülmüş damıtılmış sözlerden “yaşayan bir kültür” olduğu görülür…
Bugün TV programlarında nice tahsilli kimselerden böyle okkalı sözler duyamadığımız gibi, edep dışı laflar etmeyi de hüner sayıyorlar.
  Ekranlardaki magazin programları ile ve gazete sahifelerindeki yazılanlara bakın.  Geçenlerde büyük sanatçı olarak bilinen, bilmem kaç yaş küçük koca ile evlenen bayan, kocası ile sorulan soruya :” Yorgun argın eve geliyorum. Bebek  süt istiyor, kocam…. İstiyor.” Diyor. Nerde ise yatak odalarının kapılarını dahi arkasına kadar açacaklar.  Magazin sahifelerinde ve ekranlardaki kulakları tırmalayan, yüzleri kızartan hakaretlere ise hiç girmiyorum.

 
İnsan ile  hayvanları  ayıran  tek nokta  “HAYA”  dır.  Peygamberimiz de: “Haya İmandandır. Utanmayan istediği yapsın.” Buyuruyor.

Sevgi bitebilir, saygı bitebilir ya da azalır.
Ama edep biterse, geriye ne kalır?   Onun da cevabını siz verin.
 Her gün çocuğu önünde bıçaklanarak, kurşunlanarak yüreğimizi yakarak seyrettiğimiz bayan kardeşlerimizin anne – babalarını düşünüyorum.  Kendi elleriyle güle oynaya üstelik de büyük paralar harcayarak eli kınalı,kırmızı kuşaklı,beyaz  duvaklı el oğluna teslim  ettikleri namuslarını ( kızlarını)  kanlı kefenlerle toprak altına vermeleri ne hazin  son.   Rabbim’den duam, bu acılar son bulsun,  hiçbir anne – baba bu acıyı yaşamasın.. Ama yaşanıyor. Sebebini orada burada aramayalım.   Kaybolan değerlerimizde ve kültürümüzde arayalım.

Daima iki sınıfın değeri iyi bilinmelidir. Alimler ve kadınlar…
Zira, biri medeniyeti, diğeri beşeriyeti doğuruyor.


Not: Sözü, sohbeti ve kavi imaniyle gönül dünyamda ayrı bir yeri olan rahmetli İlhan İzci ağabeyimin oğlu,  öğrencim Serdar İzci, yakıt için gittiğim izci petrolde  CBÜ. de öğretim görevlisi öğrencim Kenan Tozak’la beni ofisinde misafir etti. Öğrenciliğinde sessiz, sakin efendi kişiliğiyle belleğimde iz bırakan Serdar İzci’nin, amcası, kardeşi  ve amca çocuğu ile beraber aileden tevarüs eden  lekesiz ve pürüzsüz  petrol ofisi işletmelerini aynı doğrultuda birlik ve beraberlik içinde başarı ile yürütmeleri beni mutlu etti.  Her iki  öğrencime de  yeni çıkan kitaplarımı hediye ettim. Öğretmenliğin de en güzel tarafı bu olsa gerek. Yoğun işleri arasında bizi misafir eden  Sayın Serdar İzci Beye teşekkür ediyorum.








 

Reklam

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum